Ne zaman birileri aşktan bahsetse, ilkokulda âşık olduğum o kıvırcık oğlan gelir aklıma…
Ama ne aşktı o ya; Dünyada ondan başka kimseye âşık olamam, hatta düşünemem bile sanırdım.
Bakınca ilk dikkatimi çeken kıvır kıvır siyah saçları idi, ya o Soma kömürü gibi parlayan gözleri... Kısaca her şeyiyle beğenip sırılsıklam âşık olmuştum ona.
Arkadaşlarımızla kovalamacı oynarken ben, hep onu kovalar, siyah önlüğünün kuşağı elimde kalıncaya kadar da bırakmazdım. Her defasında kuşağını kopardığım için sızlanır, bazen de ağlardı. Garibim, annesinden duyacağı azarı düşünüyor olmalıydı ağlarken. Oysa ben onunla daha yakın olabilmek için yapardım bunu. Her kopardığım kuşak bizi birbirimize daha sıkı bağlamıştı.
O günlerde pek düşünemezdim, köy ağası olan babamın beni çulsuz çobanın oğluna vermeyeceğini. İlkokul bitinceye kadar bu masum aşkımız devam etti. O bana şiirler yazar, ben ona şarkılar söylerdim. İyi bir şair olması benim yüzümdendir, dersem abartmış olmam hani…
İlkokul bittiğinde ben başka dalda, o başka dalda eğitim görmek için başka şehirlere gittiğimizde yollarımız ayrılmıştı. Ama ailemin beni baş göz etme telaşı hiç bitmiyor, hiç istemedikleri birine âşık olup evlenmemden korkuyorlardı. İlkokul aşkımı onaylamadıkları gibi… Beni okuldan alıp bir an önce evlendirme derdindeydiler. Direndim ve okudum.
Aşk, ilkokul yıllarımda kaldığına göre bir daha âşık olamam düşüncesi ile bana evlenme teklifi eden çalıştığım kurumdaki herkes tarafından sevilip sayılan biri ile mantık evliliği yaptım.
Artık benim için zor yıllar başlamıştı. Bu evlilikte olmayan sadece aşk değil, anlayış, hoşgörü ve sevgi de yoktu. Evliliğimiz günden güne çekilmez bir hal almıştı. Bu evlilikten üç çocuğumuz olmuştu. Çocuklarımızın biri üniversiteyi bitirip hayata atılmış, diğer ikisi üniversiteli olmuş başka şehirlere gitmişlerdi. Ben ve kocam evde yalnız kalınca bitip tükenmeyen sorunlarımıza her gün yenileri ekleniyordu.
Çözemediğim sorunlarımızı yumak yumak içime gömmeye devam ediyordum. Ama nereye kadar? Artık vücudum göğsümde ürettiği kitlelerle dayanma gücünü yitirdiğini anlatmaya başlamıştı. Kendimi toparlamalı, evliliğime sımsıkı sarılmalı, çocuklarım ve eşim için ameliyat olmalı, kendim için yaşamalıydım. Belki güzel günler sanıldığı gibi Kaf Dağının ardında değildi. Bu düşüncelerle hastaneye yatmış ve ameliyat olmuştum. Göğüslerimden biri yoktu artık; sol ya da sağ fark eder mi! Bu benim için oldukça üzücü bir durumdu.
Hastaneden çıkıp eve geldiğimizde yarama merhem sürmek için soyunmuştum. Kocam, kesilmiş göğsüme iğrenerek bakıp,” bu halinle kimse beğenmez seni” deyince dünya başıma yıkılmıştı. Neyin öcü idi bu! Oysa sen üzülme hayatım, ben seni her halinle beğeniyorum, falan diyeceğini, bu zor günlerimde bana destek olacağını ummuştum.
Bu sözleri bardağı taşıran son damla olmuştu. Zorla da olsa yollarımızı ayırabilmiştik. Daha doğrusu ben ayırmıştım.
Dünyada aşk diye bir şey varsa, o da ilkokulda kalmıştı. Artık başka başka arayışlara girmeli, kalbimin sızısını dindirecek ilahi aşkı bulmalıydım. Yoksa kalbim huzur bulmayacaktı.
Tasavvufa yönelip bu konuda bana yol gösterecek her kitabı okumaya başlamıştım. Gerçekten kalbim huzurla dolmuştu, mutluydum.
Sadece okumak bana yetmiyor, kutsal toprakları görmek arzusu günden güne içimi yakıyordu. Bu arzuma ulaşmak için Diyanetin düzenlediği umre seyahatine gitmeye karar vermiştim. İşte ne olduysa bu ziyarete gitmek için attığım ilk adımda olmuştu.
Aşkın mekânı yoktu…
Bizi umreye götürecek olan grup başkanımız camide gereli dersi vermek üzere gurubu toplamıştı. Ders esnasında ortaya kurulan temsili Kâbe’nin etrafında dönerken, sonradan adının Ahmet olduğunu öğrendiğim kişi ile bir anda göz göze gelmiştik. O an bir şimşek öyle bir çarpmıştı ki beni, ne olduğumu anlamadan gözlerimi yere indirmiştim. İstesem de bakamazdım, çünkü ben bu yola yeni bir aşk aramak için değil, ilahi aşkı bulmak için çıkmıştım.
Sefer günümüz gelmiş, kutsal topraklara büyük bir coşku ve mutlulukla ayak basmıştık. Kalbim huzur dolu dualar ediyor, tüm insanlık için hayırlar diliyordum. Mutluydum. Aradığım aşk buydu. İlahi aşk…
Günlerimiz kutsal yerleri ziyaret ve ibadetlerle geçerken bir gün bulunduğumuz mekânda akşam ezanı okunuyordu. O an hepimiz olduğumuz yerde namaza durmuştuk. Namazımı huşu içinde kılıp selamımı verince, yavaşça ardıma döndüğümde yine onu görmüştüm. İşte o an bunun gerçek bir aşk olduğuna inandım. Beni eritip bitiren, onun Yaratan’ın karşısında nasıl bir teslimiyetle durduğu, içtenliği idi. Bu zamana kadar namaz kılan çok görmüştüm ama onun kadar samimi duranı hiç görmemiştim. İşte o duruş beni benden alıp gitmiş, ilkokul aşkım falan kalmamıştı aklımda. Gerçi o konuyu boşandıktan sonra halletmiştim; İlkokul aşkımla yollarımız bir şekilde bir yerlerde kesişmişti. Ben ondan başka aşkı tatmadığım için çok heyecanlı, yeni yetme kızlar gibi kıpır kıpırdım. Evli, bekâr olması benim için sorun değildi. Uzaktan da olsa, dokunmadan beni sevmesi yetecekti bana, benim onu sevdiğim gibi ama yetmedi. Onun tek sevdiği kendi çıkarları idi. Gözlerine bakınca samimiyetten eser bulamamış ve yıllardır korunda yandığım aşkın alevi bir anda sönüvermişti.
Yıllar sonra o mekânız aşk, yine gelip kalbime yuva yapmıştı. Ama sevilenin ne derece haberi vardı onu bilemiyorum. Bildiğim tek şey, nadir de olsa göz göze geldiğimizde gözlerinden bana akan şimşeklerdi. Umre biteli aylar olmasına rağmen hâlâ o şimşeklerin etkisinden kurtulamadım. Ama kendisiyle oturup tek kelime konuşmadım, tanışmadım, kimin nesi olduğunu bilmiyorum.
Bu bana Allah’ın bahşettiği ilahi bir aşksa korunda yanmaya gönüllüyüm.