Tam 1 yıl öncesini hatırlıyorum, dün gibi... Ne çabuk geçti koskoca 1 yıl sensiz. Hayatımın en berbat, en çaresiz zamanlarıydı. Resmen bir geri sayım yaparcasına, ölümü bekliyorduk. Her bir gün geçişinde, dönüşü olmayan bu yolda çaresizce ilerliyorduk.
Aslında burada anlatacaklarım, koskocaman bir öykünün sadece son perdesi. 19 Eylül'ü 20 Eylül'e bağlayan gece sabaha karşı, bilinç kaybıyla acile kaldırdıklarında, 1 senedir kanser tedavisi gören babamın, hastaneye son kez yattığını ve oradan artık çıkamayacağını bilmiyordum. Acilde yanına girdiğimde, her zamankinden güçsüz duruyor ve sanki yaramaz bir çocuk gibi kalkmaya çalışıyordu. Doktorlar kalkmasına izin vermiyor ama o çırpınıyordu. Yanında çok kalamadan görüp dışarı çıktığımda, acil kapısı önünde unutamadığım o sahneyi yaşadım. Artık kurtuluşu yoktu ve karaciğer koması, sarılık ve kanserin alt ettiği hücreleriyle, yaşam savaşı vermeye çalışıyordu. Karaciğer koması ona oyunlar yapıyor, beyninde yanılsamalar yaratıyordu. Elime kan bankasından kan isteği için nüfusunu tutuşturduklarında, fotoğrafını görmemle bir göz yaşlarıma hakim olamamıştım. Sadece fısıltıyla "ama daha çok genç, ama daha çok genç.." diye sayıklıyordum.
İki gün yoğun bakımda kaldı. Sadece 5'er dakika yanına tek girip çıkabiliyorduk. Her girişimizde, bunun son görüşümüz olabileceğini biliyorduk. Çünkü, doktorlar artık her an her şeyin yaşanabileceğini söylemişlerdi. Filmin sonu artık belliydi ama bunun hangi gün, hangi saatte olacağını, yalnızca Tanrı biliyordu. Yanından her ayrılışımda, ağlamamak ve bunu belli etmemek için olağanüstü bir çaba harcıyor, "Hoş çakal, seni seviyorum" diyerek arkama bakmadan uzaklaşıyordum. O, hiç bir şeyi bilmiyordu. Durumunun bu kadar kötü olduğunu ve artık kötü sona yaklaştığının farkında bile değildi.
Bu iki günün ardından, doktorlar onu daha çok görmemiz ve birlikte zaman geçirebilmemiz için özel hasta odasına çıkardılar. Oraya yerleştiğinde o kadar neşeliydi ki. Yoğun bakımdaki yalnızlığı sona ermişti. Kendisini görmek için gelen sevenleri, arkadaşları, dostları onu çok mutlu etmişti. Bilinci normale dönmüş, şakalar yapıyor, ve hatta bizi güldürüyordu... Hepimiz ne olacağını biliyorduk, bu yüzden de gülmelerin ardından büyük sessizlikler oluşuyordu. Her gün odası doldu taştı, onu görmeye gelenler belki yüzlerce oldu. 312 numaralı odanın kapısı hiç boş kalmadı. O, her seferinde onları yüzünde kocaman gülümsemeyle karşılıyor, akşamları da konuşmaktan yorgun bitap düşüp uykuya dalıyordu. Bazen duygulanıyor, titreyen sesiyle "ne çok sevenim varmış meğer" diyordu. Halbuki, hastalığı boyunca kimsenin gelip onu o halde görmesini istemezdi. Ama şimdi, "Herkes gelsin" diyordu. Sanki biliyormuşcasına, sevdikleriyle son kez vedalaşıyordu. Günbegün değişen tek şey, kötülemesi; artık o neşeli, konuşkan halinin kaybolması oldu.
O hastanede tam 12 gün yattı. Hayatındaki 55 senenin belki de en mutlu günlerini o odada yaşadı. İnsanların onu sevdiğini, değer verdiğini gerçekten hissetti. "2 Ekim Cumartesi", öğlen saatleri o hastaneye son gidişimdi. Yukarı çıkacakken, kalp atışlarının artık düştüğünü söylediler ve "çıkma istersen" dediler. Ben de, bu sahneyi hayatım boyunca gözümün önünde hatırlamak istemeyeceğim için çıkmadım. Zaten yaklaşık 15-20 dakika sonra da o haber geldi. Nefes verdikten sonra çıktım odaya. Sardılar ve götürdüler. Bu sahneyi, uzunca süre anımsayamadım. Sanırım beynimin bana yaptığı bir oyundu. Kötü anıları siliyor ya da hatırlatmak istemiyordu. Eşyalarını büyük bir soğukkanlılıkla topladım. Artık odada ve hastanede işimiz bitmişti. 2 saat sonra morga kaldırılacağını ve morga konmadan görebileceğimizi söylediler. Saati geldiğinde ambulansa bindirilerek morga götürmek için konduğunda, ben de o ambulanstaydım. Sadece bakakaldım. Ne ağlayabiliyor, ne bir şey diyebiliyordum. Sanki birisi beni uyuşturmuştu. Hiç bir tepki veremiyordum. Ufacık şeylere ağlayabilen benim, gözümden bir damla yaş bile akmıyordu. Ambulanstan indirilip, morgda yatırdıklarında yaşadığım his tarifsizdi. Son kez okşadım, yüzünü örttüler ve o sürgüyle dolaba sürüp, kapısını kapattılar. İşte bir hayat bu kadardı. İnsanları o dolaba koyuyorlar ve film bitiyordu. O an hafızamda, henüz 1 hafta önce izlediğim bir dizinin sahnesi geldi. O sahnede de, ölen kızı sürgüyle sürüp kapısını kapatıyorlardı. Tüylerimi diken diken eden bu sahnenin aynısını ben yaşamıştım. Ve bu sırada sadece "hayat işte böyle bir şeymiş, bir varsın bir yoksun" diye düşünüyordum.
Evet, hayat cidden kısaydı. Ne yaparsan yap, elinden kayıp giden bir hayatı geri getiremiyordun. Ve kendisinin ağzından şu cümleyi duymak bile, bana hayattaki en büyük dersi vermişti. "Keşke hiçbir şeyim; evim, arabam, malım, param olmasaydı da, sağlığım yerinde olsaydı."
Hayatın kısa ve aslında ne kadar boş olduğunu öğrendiğimde, 25 yaşımdaydım. Bu, benim hayatımda bir dönüm noktası oldu. 2 Ekim gününden itibaren, hayata bakış açım başta olmak üzere, çok şey değişti. Önceden önem verdiğim şeylere önem vermemeyi ve hırslarıma yenik düşmemeyi öğrendim. Aslında bu hayatta en önemli şey sağlıktı. Bunu bir anne öğüdü gibi, milyonlarca kez duymama rağmen, ne kadar doğru olduğunu bilmiyordum. Sağlık yoksa, para, pul her şey boştu. Olabildiğine sade ve kanaatkar yaşamayı öğrendim. Maddi konudaki isteklerimden önce, sağlık ve huzur istemeyi öğrendim.
Ve en önemlisi, hayatta sağlıklı yaşadığın her gün için şükretmeyi... Ağız tadıyla yiyebildiğim bir tabak yemek, rahatça uyuyabildiğim bir uyku için bile... Bunu da bana yine, yaşadığım bu acı tecrübe gösterdi. Çünkü babam hastalığının son aylarında ne canı isteyerek yemek yiyebiliyor, ne de uyuyabiliyordu. Dayanılmaz ağrıları onu bir an bile rahat bırakmıyor, azıcık dalsa inleyerek uyanıyordu. Verilen hiç bir ağrı kesici, ilaç fayda etmiyordu. Çok severek yediği yemekleri, zehir veriyormuş gibi reddediyordu. Bu kabus gibi geçen günleri, geceleri gördükten sonra, "bugün de bana sağlık verdiğin için teşekkür ederim" demeyi öğrendim.
Bu süreci yaşayan herkesin bildiği gibi bu berbat hastalık, hastaların çevresindeki kişilerde de bu şekilde travmatik izler bırakıyor. Yıllar geçse de, yaşananlar unutulmuyor. Tam 1 sene önce yaşadığım bu olaylar ve bu kötü son, bana hayatla ilgili çok güzel bir ders verdi. En önemlisi de, elde edemediğim şeyler ya da kaybettiğim ufak şeyler için sadece "Sağlık olsun!" diyerek, geçmeyi öğrendim.