Mahatma Gandi’nin vakti zamanında, Doğu-Batı tüm insanlığın dikkatini çektiği “yedi temel günah” var. Yedisi de birbirinden düşündürücü:
Bir: “Çalışmadan edinilen servet.”
İki: “Bilinçten mahrum mutluluk.”
Üç: “İnsanlık fikri olmaksızın yapılan bilim.”
Dört: “Kişilikten yoksun bilgi.”
Beş: “İlkesiz siyaset.”
Altı: “Ahlaksız ticaret.”
Yedi: “Ödünsüz ibadet.”
Her birine uzun uzun vakit ayırmak, kafa yormak lazım. Lakin bu yazıda niyetim “bilinçten mahrum mutluluk”u kurcalamak. Ne de olsa, “İdrak arttıkça saadet azalır” diyen bir ekol var edebiyatta. Başını Ernest Hemingway’in çektiği.
Şöyle demişti ünlü yazar: “Akıllı insanların mutlu olduklarına nadiren şahitlik ettim!” Ondan seneler evvel Mark Twain benzer bir cümle sarf etmişti: “Mutluluk ile zekâ imkânsız bir birleşimdir.” Aynı kişide buluşmazlar. Bu mantığa göre ne kadar az şey bilirsek şu fani hayatta, ne kadar az kafa yorarsak dünyada ve memlekette neler olup bittiğine, o kadar çoğalır mesut olma ihtimalimiz.
Bundan uzun seneler evveldi. Bit Palas yayınlanmış, basında bir dolu eleştiri yazısı çıkmış, imza günleri, festivaller olmuş... Ben İstanbul’dan bunalmışım, İstanbul benden bunalmış. Bir deli rüzgâr esti hayatımda, dem öyle bir demdi; ruhumdaki firarperest uyandı, isyan bayrağını çekti. Karman çorman olan hayatımı yeniden düzenlemek, bir diyardan gitmekten ziyade kendimi terk edebilmek amacıyla düştüm yollara, yollara. Vardım İstanbul’dan olabildiğince uzaklara. Gözümü açtım Boston’da. Mevsimlerden güzdü, bir üniversite kampusuydu. Sessiz sakindi alabildiğine. Ben ki alışmışım sese, karmaşaya, kaosa, yadırgadım hem de nasıl. İstanbul’dan gelmişim, gecenin gündüzden daha gürültülü olduğu Kazancı Yokuşu’ndan. Burada ise bölüm başkanı gururla anlatıyor: “Ah, çok rahat roman yazarsınız kampusumuzda. O kadar sessizdir ki insan yürürken saçının çıkardığı hışırtıyı dinleyebilir.” Diyemiyorum ki, “Ama ben sessizlik sevmem”.
Elimde en bunalım filozofların, romancıların, şairlerin kitapları. Yusuf Atılgan okuyorum, Cemil Meriç, Peyami Safa. Cioran okuyorum, damardan, Rilke ve Kierkegaard üstüne tuz biber. Ben böyle yarı vampir yarı kasvetli bir ruh halinde dolaşıyorum. Üzerimde siyahlar griler. Giderek bir şey dikkatimi çekiyor etrafta. Hemen her köşe başında gülen bir sarı surat çıkıyor karşıma! Birisi birine not mu yazacak, hemen altına yapıştırıyor sarı suratı. E-mail mi yollanacak, gene o surat mesajın sonunda. Okulun rektörü öğrencilere ya da akademisyenlere bir uyarıda mı bulunacak, dağıtılan resmi belgenin altında gülen sarı surat! Aldı beni bir merak. Nereden geldi bu sembol? Nasıl bu kadar kanıksandı? İlk defa o zaman yoğun olarak düşünmeye başladım, “bilinçli mutluluk” ne demek, “bilinçsiz mutluluk” ne demek diye. Bugün her yerde görmeye alıştığımız gülen sarı suratlar Amerikalı bir grafik sanatçısı tarafından geliştirildi. 1960 başlarında Harvey Ross Ball, finansal krizin eşiğinde işçileri işten çıkaran, ödemelerde kesintiler yapan bir şirkette “moralleri bir parça olsun düzeltmek” için görevlendirildi. Kendisinden sempatik bir sembol bulması istendiğinde o da bunu çizdi. Ağzın kenarına hafif bir çarpıklık eklemeyi ihmal etmeden. Mesut ama her an arızalanabilecek bir yüzdü onun tasavvur ettiği. 1970’lerde bu tasarım Bernard ve Murray kardeşlerce alınıp kitlelere yayıldı. Sarı suratlar taşıyan defterler, kalemler, silgiler, kupalar, çantalar, cüzdanlar... Akla hayale gelmedik eşyalar üretildi. Hızla ulaştı sembol, toplumun her katmanına. Beraberinde gelişen kültürel söylem asık suratlı ve hep ciddi olmayı “medeniyetsizlik” olarak görmeye başladı. Güçlü olmak, mutlu olmak, sağlıklı olmak, dirayetli olmak... Bunlardı prim yapan. İşin ilginç yanı gülen suratın bir ikon olarak yayıldığı dönemler Amerika’nın zor dönemleriydi aslında. Vietnam savaşı, öğrenci eylemleri, meşruiyeti sarsılmış bir hükümet ve her şeye rağmen dükkânlarda gülümseyen sarı suratlar.
Gandi’nin lafına dönelim. “Bilinçten yoksun mutluluk” yeğlenecek bir hal değil, doğru. Ama bazı bazı kurcalar aklımı. Sizce hangisi daha az yorucu? Gülmekte zorlanan, gülmeye gülmeye tebessümü unutan, sokakta tanımadığı insana gülümseyene “deli” gözüyle bakan, şüpheci ve komplo teorici ve gergin bir toplum olmak mı? Yoksa mutluluğu biraz daha hafife almak mı? Belki de ikisinin ortası en aklıselimi. Son tahlilde, sarı değil ama gökkuşağı renklerle kendine gülebilen, arızalarıyla dalga geçebilen, mizah duygusu körelmemiş insanlar ve toplumlar çok daha kolay geçiyor demokrasiye. Onu da unutmamalı.
Yazar: Elif Şafak