Kapısı kayıp ev gibiyiz, pencerelerimize yağmurlar yağıyor. Bize de sadece cama vuran yağmurlara el sallamak düşüyor. Kimlere el sallamadık ki? Bütün sevdiklerimiz bizi otobüs duraklarında yalnız bırakmadı mı? Ya da biz onları yalnız bırakmadık mı? O vedalarda Üşümüş ellerimizi nefesimizle hohlayıp ısıtmaya çalışmadık mı? Oysaki yüreğimizi ısıtacak bir güzel söze hasret, ellerimiz hep havada asılı kaldık.
Dediğim gibi kapısı kayıp ev gibiyiz ve içimizin eşyalarını da saklamışlar. Kalbimizi arıyoruz. Aslında bir zamanlar sol üst cebimizde kıpır kıpır zamanın akrebi ile yarışıyordu. Bütün fırtınalara rağmen yüreğimizde ki umut dolu çocuk el sallamayı unutmuyordu. Şimdi,bizde alıyoruz elimize gri boyalarımızı, bütün aynaları griye boyuyoruz. Ruhumuza ise hiç bir zaman uymayan elbiseye deniyoruz. Gülümseyişimiz, bir yara iz gibi yüzümüzün kenarında öylece duruyor. İçten bir gülümsesek bütün yaralarımızı görebilirler, işte en çok da ondan korkuyoruz. Kapatıyoruz kapılarımızı ve sonrasında açabilmek için anahtar arıyoruz.Oysaki elimizde tuttuğumuz anahtarların hiç biri kapıyı açmıyor. Düşündüklerimize hangi anahtar uyar? Aklımızın o kapalı odasını hangi anahtar açar? Bilen yok. Bildiğimizi sandığımız cümleler ile sustuğumuz cümleler hep aynı.
Her şeyi, Yağmur vuran camın yanındaki kanepeye kedi gibi kıvrılıp izliyoruz. Kafamızın içinde dönüp dolaşan "Her şeyi zamana bırakmalısın “cümlesinin içinde kayboluyoruz. Demezler mi aynı yoldan geçenler "zaman her şeyin ilacıdır “Bizde hep o yüzden "zamanı "bekliyoruz.
Her şey kalbimizin üzerinden geçerken, kalbimizin altında kalıyoruz.