Canımız çok kıymetlidir değil mi? Misal; En hafifinden küçük bir iğne ucu batsa parmak ucumuza ahlayıp vahlarız. İğne ucu kadar küçük bir zeval dahi gelsin istemeyiz herhangi bir yerimize. Kendimiz yine kendimize kıymetliyizdir. Kıyamayız saçımızın tek bir teline. Zira saçlarımızı tararken tarakta birikip solup giden tellere üzülür, hemen bir dünya önlem alırız.
Yine Bir meyveyi keserken kanattığımız parmağımıza sürmediğimiz merhem kalmaz. Hatta gider ne olur ne olmaz diye tetanos iğnesi dahi yaptırırız.
Sözüm alınan tedbire değil elbet. Sözüm Kendimize verdiğimiz kıymete dikkat çekmek. Ve bu kıymete binaen yine başkalarına verdiğimiz önemi ölçme, tartmak. Bedenimize gösterdiğimiz ilgi ve alakanın haricinde ruhumuza da ilgi ve alakayı fazlasıyla gösteririz kuşkusuz. Gözümüzden bir damla yaş akıtacak kimseyi tanımayız bu âlemde. Ki eğer bir damla yaş akıtacak biri baki olursa hayatımızda ve eğer bizi üzecek, kederlendirecek, başımızı yastıklara düşürecek bir yanlış yapacak olursa da vay haline… Kendimize gelince kedi gibiyizdir. Keyfine düşkün, sakin sessiz, zararsız… Ama bir kuyruğumuza basıldı mı? Görmeyin gitsin aslanlığımızı! Tırnaklarımızı hemen çıkarıveririz. O uysallığımızdan eser kalmaz. Zaten bana dokunmayan yılan bin yaşasın sözü de buradan türemiştir. Bizimle iyi geçindiği sürece herkes iyidir. Ama canımızı yakacak bir olay vuku bulursa da yılanın ta kendisi olabiliriz. Hâsılı dokunma canıma canını seveyim, yakarsan canımı yakarım canını… Adeta düsturumuz, amacımız bu oluveriyor canımız yakıldığında. Bir klişedir bu söz o sebeple “canımı yakanın canını yakarım”
Yoksa bencil miyiz? Tamda sorulması gereken soru bu aslında. Nedir bu kin, niçin bu kavga? Neyi paylaşamıyoruz. Hiç mi barışık değiliz kimseyle? Affedicilik yok mu bizim lügatimizde. Yoksa biz miyiz asıl kendisiyle barışamayan. Kendisine küskün olan… Oysa biz “kendi için istediğini mümin kardeşi içinde istemeyen bizden değildir” diyerek bencilliği tasvip etmeyen bir Peygamberin (sav) Ümmetiyiz.
O halde niçin canımı yakanın canını yakarım idealiyle bir tavır takınırız çevremize karşı? Niçin en küçük meseleleri dahi büyüterek, üstünü örtmeyerek dahi affetmeyerek, kan davası gibi olayları lastik misali uzatırda uzatırız. Ve neden küçük sorunların çözümünü kolay yollarla halletmeyiz. Keza aranılıp bulunan çözümler çözüm yerine daha da sarpa sarar. Sanki bir parmak değil bir kol kangren olmuş gibi çareyi kolu kesmekte zannederiz çünkü? Hal böyle olunca çözümler çarelere dönüşmedikçe, biz kötülüğe bir adım gittikçe, karşımızdakinin de içindeki ateşini alevlendirip içindeki düşmanı uyandırırız. Karşıdaki de senin canın can da benim ki can değil mi diyerek geri adım atmayıp bilakis kısa kısas bir mücadeleye girişir. Böylece araya giren gurur, kin, bencillikler sayesinde dallanıp budaklanır sorunlar.
Eskilerde duyduğum bir haber bu anlattıklarımı onaylar nitelikte adeta: komşunun koyunları yandaki komşunun kumunu dağıttı diye kavga çıkmış, iş bir özürle kapanmamış ve iki aileden de olmak üzere olayda birkaç kişi hayatını kaybetmiş…”bu hadiseyi duyduğumda daha çocuklu yaşlardaydım ve ağlayayım mı güleyim mi şaşırmıştım. Çünkü olay koyunlar yüzünden çıkmıştı ve yine zarar gören sadece kumlardı. Sonu ise ibretliydi. Telafisi mümkün olan bir olayın sonu, telafisi mümkün olmayan bir zarara dönüşmüştü.
Bakınız ki; Canımıza bir iş, bir halel gelmesin diye onca çabalarız, onca gayret ederiz, kendimizi ve ailemizi kötülüklerden korumak için adeta nöbet tutan kurt gibi gözümüzü kırpmayız. Ama nasıl oluyorsa, nasıl bilinçsizce aklın zafiyetine uğruyorsak, malımıza bir zarar geldi mi o kıymetli can kıymetsizleşiyor ve kendimizi ateşin tam da ortasına atıveriyoruz. İlla kötü sonuçlanmasa dahi bağımıza bahçemize zarar veren komşuya selamı kesiyoruz. Küçücük meseleler hayatımızın odağı, tek gerçeği oluveriyor bir anda.
Hâlbuki geçsek kendi bencilliğimizden, kullansak Rabbimizin bize verdiği aklı hakkıyla, Allah'ın izniyle ne malımıza ne canımıza ne evladımıza bir zarar uğrar. Keza Gelen sıkıntılar olursa da sabrederek üstesinden gelmek mümin kuluna yine Rabbinden tavsiyedir. Zira dertsiz baş imtihansız hayat olmayacağı da bir gerçektir. Büyükler bu hususta ateşe körükle gidilmez öğüdünü boşa vermemiştir. Ayrıca yine büyük Allah dostları affede affede, affedilmeye layık olunur diyerek de affetmeyi tavsiye etmişlerdir.
Misal olarak şu hadise de ne ibretlidir; Tabiinin büyüklerinden İmam Şa'bi'nin kendisine hakaret eden fasık bir şahsa: “__eğer dediklerin doğru ise, Allah beni affetsin! Eğer yalancı isen, Allah seni affetsin!” demiştir ve bize de böylelikle şahsımıza yapılan haksızlıklara nasıl muamele etmemiz gerektiği konusunda örnek olmuştur.
Yazılanlardan hâsıl olan netice itibariyle merhamet, şefkat gibi güzel hasletleri kendi şahsımızda sergilemeli ve bunu kendimize, evladımıza, sevdiklerimize gösterdiğimiz kadar çevremize de göstermeliyiz. Canımızı yakanın canını yakarak bir silsileye sebebiyet vermek yerine affederek büyük üzüntülerin önünü kesmeliyiz…