Elinde olmadan önünde duran taşa doğru ilerledi. Kendi boyunun bir buçuk katı büyüklüğünde bir kayaydı bu. Yumru yumru oluşu göz ardı edilebilecek olsa bir küreye benzetilebilirdi ama bu kez de bir kaya oluşundan çok şey kaybederdi mutlaka. Bunları hiç düşünmeden, daha doğrusu hiç bir şey düşünemeden attı adımlarını ve ardındaki yamaçtan yuvarlamak için ellerini taşa uzattı. Taşa dokunamadan öylece kalakaldı.



Şaşkındı. Ellerindeki eldivenlere hayretle bakıyordu. Bu hayretlik duygusu hiç eksilmeden bütün vücudunu inceledi. İnceledikçe şaşkınlığı büsbütün arttı. Her iki elinde de beyaz eldivenler vardı. Bileğinde büzüşmüş bir geniş lastik ve bu lastiğin içerisinden geçen bağlı bir ip ile bitiyordu bu eldivenler. Sağ kolunda bileği ile dirseği arasında altın bir halka ve bu halka üzerine yerleşmiş yüzlerce değerli taştan oluşan bir takı vardı. Sol kolunda ise pazısına dolanmış, kara bir örümcek ile boğuşan bir yılan figürü bulunuyordu. Üzerinde yakalı bir tişört ve bu yakada bağlanmış bir papyon ile devamında aşağı sarkan bir kravat vardı. Tişörtünün sağ kolu kısa iken sol omzu boştu. Tek kollu tişörtünün kürek kemikleri üzerinden iki askı iniyor ve çapraz bir halde ejder başlı tutaçlarıyla şalvarının belini ısırıyordu. Şalvarın beli, geniş lastiği sebebiyle buruşmuş bir haldeydi. Buruşukluklar, diz kapağı altında dar çizmelerine giren bol şalvarı boyunca devam ediyordu. Çizmelerinin ayak kısmı geniş ve kalın bir tabanla son buluyordu. Ve bütün çizme, diz kapağından bileğine kadar olan sık ve çapraz bağlanmış bir bağ ile uyluğuna yapışmış haldeydi. Saçlarına dokundu. Bir dikene dokunmuş gibi irkildi ama acı hissetmediğinden çekmedi elini. Plastik bir çiçeğin yaprakları gibi sert ve parlak saçları ortadan ayrılmıştı. Ensesinden sırtına inen, ancak bir solucan kalınlığında olan saç örgüsünün ucuna seramik bir fincancık toka edilmişti.



Şaşkın bir karmaşada zihninin isteklerini sorgulama gereği duymadan tekrar taşı yuvarlamak için uzattı ellerini. Beyaz eldivenlerin dokunmasıyla önce titreyen kütle, yavaştan hızlıya doğru bir seyirle çevresinde dönmeye başladı. Döndükçe kabuk değiştirdi, kabuk değiştirdikçe yavaşladı. Durduğunda bir aynaya dönüşmüştü. Devasa yamuk aynada zaten bir garip halini daha da bir garip görünce gülesi geldi. Bütün bunların üzerine bir de ince ince çalan bir nota dizisi gelmeye başladı kulağına, kayanın içinden. Bir kısmı dışarı sızıyor, bir kısmı kayanın içinde yankılanıyor gibi… sesin çığlığımsı tınısından ürkerek iki adım geriledi. İkinci adımının topuğu yere değmemişti ki tırmalayıcı bir çığlık eşliğinde kütleden dışarı fırlayan yaratık aklını başından aldı. Önce kafası çıktı yaratığın. Sonra elleri ve en son ayakları. Uzuvları dışarıya hışımla fırlıyorlar fakat kütlenin yapışmışcasına kopmaması sebebiyle, kısa bir süre için, yavaşlatan bir zorlamayla boğuşuyorlardı. Önce kafasını ensesini, sonra dirseklerini kurtardı kütleden. Sağ ayağını ve en son sol ayağını topuklarına yapışmış küreden kurtardığında yere basmış doğrulabilmişti.



Karşısında duran yaratığı görünce şaşkınlığı korkuya dönüştü. Bembeyazdı. Elleri ve ayakları vardı ama hiç parmağı yoktu. Suratı vardı ama ne kulak, ne burun, ne göz ne de bir ağız vardı bu suratta. Kafasının üstü normal bir iki ayaklının ki gibi yuvarlaktı ama tek bir tel bile inmiyordu ensesine. Sadece iki küçük boynuz vardı. Biri düz, diğeri eğri iki küçük boynuz… Şaşkınlığı nasıl tarif edilemeyecek derecede büyük ise yaratığın ilk sözcüğü de o kadar olağancıldı:

“- Merhaba.” Kayıtsız bir refleks ile cevapladı:

“- Merhaba.”

“- Sanırım biraz şaşkınsın.”

“- Elbette. Olanlar…”

“- Olanların normal olmadığını inkar edemem. Ama normal olan bu zaten: normal olmamak.”

“- Nasıl yani?”

“- Yani, burası gerçek dünya değil. Sen aslında böyle değilsin. Ben aslında yokum. Buralar, gördüğün ve göreceğin şeyler aslında var değil. Bu tamamen bir hayal.”

“- Peki kimim ben?”

“- Sen? Gerçek dünyada yaşayan çok zengin bir insansın. Emrinde çalışan bir çok insan, çevrende bir çok dostun, ve tabii ki çok hem de pek çok paran…”

“- Param ne? Cümleni niye bitirmedin?”

“- Bitirmedim çünkü gelebilecek iki kelime de doğru olmayacaktı.”

“- Nasıl? Var mı, yok mu?”

“- Yok desem inanmazdın, çünkü yok olanın açıklamasının yapılması manasız gelirdi. Var desem… O da yalan. İşte ben de sana bunu anlatacağım.”

“- Pek anlamadım. Herneyse; madem ki anlatacak olan sensin, başla bakalım. Nasıl geldim buraya?”

“- Buraya gelmedin çünkü, dediğim gibi, buralar yok aslında. Sadece rüya görüyorsun.”

“- Uykuda mıyım?”

“- Hem de çok derin bir uykuda. Dün gece aldığın ilaçlar ölmene yetmedi. Parası bol olanların gittiği özel bir hastanede tedavi görüyorsun şu an. Ayılana kadar benimle beraber kalacaksın.”

“- Niye intihar ettim?”

“- Çünkü benim anlatacaklarımın arayışındaydın ama bulamıyordun. Çözümü aslına tam bir sorun olan intiharda buldun.”

“- Çok garip. Anlattığın şeylerin doğruluğuna o kadar inanıyorum ki yaşadığıma eminim. Ama senin anlattıklarının dışında hiç bir şey anımsayamıyorum. Dostlarım olduğunu, zengin olduğumu, çalışanlarımı hep hatırladım. Ama ne bir dostumun, ne bir işçimin yüzünü canlandıramıyorum zihnimde. Parayı nereden kazandığım, nerelere harcadığım… bu yanıtlar hep boş.”

“- Benim de anlatacağım bu zaten: ne yaşıyorsan, ne yapıyorsan hepsi o sarf ettiğin sözcük kadar kısa, aciz, küçük. Hatta o kadar bile değil: boş. Her neyse, haydi gel. Beni takip et.”



Kontrol edemediği bir çabuklukla, tekrar bir taşa dönüşmüş olan kütleyi yuvarladı önce. Hızlı adımlarla yaratığa yetişti ve yamacın kıyısında devam eden patikadan aşağı inmeye başladılar. Kabullenmişliğin verdiği rahatlıkla sakin bir soru yöneltti yaratığa:

“- İsmin ne senin?”

“- Aslında bir ismim yok, çünkü ben yokum. Ama anlaşabilmemiz için bana ‘Yanılsı’ diye hitap edeceksin.”

“- Yanılsı… Peki ben? Bir ismim var mı?”

“- Gerçek dünyada elbette bir ismin var ama burada herkes sana ‘O’ diyecek.”

İki yeni dostun adımları birbirini izlerken patikanın aşağısında on beş ile yirmi evden oluşan bir köy görünmekteydi. Çok büyük bir ihtimalle ya da bir tesadüf eseri bu köyün ismi ‘hayat’tı.