Ödünç bir günü yaşıyor olsaydın...

Bitmiş ömründen
bir gün alacaklı olduğunu düşün. Nasıl olduysa, sen öldükten sonra,
ömründen bir gününü eksik yaşadığın hesaplanmış. Alacaklı olduğun günü
yeryüzünde yaşayıp sessizce geri dönebileceğini söylüyorlar.

Mezarlığın kapısından bir gölge gibi süzülüyorsun sabaha doğru.
Ölümünün üzerinden yıllar geçmiş. Çoktan ölmüş biri olarak
biliniyorsun. Yapmak istediğin ilk şey ne olurdu? Eve gitmek mi?
Elbette! Yola çıktın. Her zaman yürüdüğün sokaktan evine doğru
yürüyorsun. Özlediğin dostlarının yüzünü görmeyi umuyorsun. Ama birden
özel durumunu hatırlıyorsun. Onlara ödünç bir gün daha verilmedi ki..
Boş yere selam verecek bir dost yüzü arıyorsun. Umutsuzca yüzünü
görünce sevinecek bir ahbabının yanıbaşından süzülmesini bekliyorsun.
Mahallen tanınmaz halde. Daha kötüsü, sen tanınmıyorsun. Neyse ki, az
ilerde bakkal olacak, oradan kızına bir şekerleme almak niyetindesin.
Şükür ki bakkal yerinde duruyor: sevdiğini bildiğin akide şekerlerinden
dolduruyorsun cebine.

Kapının ziline bastın heyecanla. Açıldı. Eve geç kalmışsın. O kadar geç
kalmışsın ki. Ne şekere sevinecek bir yüz var evinde ne de şekerlere
sevinince sevineceğin bir yüzün kalmış evdekilerin gözünde. Yılların
hasretini bir anda söze taşımak istiyorsun ama düğümleniyor boğazın.
Kendini tanıtsan bile, inanmayacaklar. İnansalar bile, o günü, o tek
gününü, o biricik gününü onların şaşkınlığı, tedirginliği, inanmaz
bakışları, şüpheli sorgulamaları ile geçireceksin. O kısacık gününü,
canından çok sevdiğin torunlarınıı kendine alıştırmakla harcayacaksın.
Bu zor işte başarılı olsan bile, bir günlük ömrün bittiğinde arkandan
ağlamasını bilmeyecekler. “Yine bekleriz” diyemeyecekler içtenlikle.
Evden uğurlanırken, akşama dönmesi beklenen, yolu gözlenen bir baba
yahut anne, bir kardeş, bir evlat olamayacaksın. Kendi varlığını
sahicileştirme yolunda sarp bir yokuş çıkacak önüne. Asla, ömrünün
eksik kalan o gününde hak ettiğin yere tırmanamayacaksın. Varlığın o
kadar lüzumsuz gelecek ki yakınlarına, hayatlarından çekildiğinde,
derin bir “oh!” çekecekler. Bu tuhaflık geçti diye, konu komşuya ne
deriz mahcubiyetinden kurtulduk diye rahatlayacaklar.

Öyle sıcacık bir aşinalıkla karşılanmıyorsun evde. Öyle her zamanki
tatlı bekleyişle beklenmiyorsun kapılarda. Elindeki oyuncaklar
çocukları sevindirmeye yetmiyor. Gülün ve gülücüğün sevgili bir muhatap
bulamıyor. Dünyanın telaşına bile katılamıyorsun canı gönülden.
Bıraktığın yerden devam edeceğin bir meşguliyetin yok. Bir pencere
önünü doldurmuyor yüzün. Yarım kalmış sevinçleri tamamlamaya yetmiyor
tebessümlerin. Herhangi bir şeyin parçası, herhangi bir işin
tamamlayıcısı değilsin. Sesini duyanlar seviniyor değiller. Hasret dolu
bakışların boşluğa düşüyor. Varlığın bir yeri dolduruyor değil evinde
bile. Yokluğun varlığından daha çok kanıksanmış. Sensiz de olsa her şey
tamam. Hatta, çoğu şeyi varlığınla eksiltiyorsun. Mutlulukları
yarısından bölüyorsun. Huzuru kaçırıyorsun hayret dolu bakışlarınla.
Yabancılıklar düşürüyorsun aşina yüzlere. Soğuk bir hançer gibi
sokuluyorsun neşeli dakikalara.

Dağıttığın huzuru, parçaladığın sevinçleri ardında bırakıp, varlığının
lüzumsuzluğunu acıyla görüp, kocaman bir hayal kırıklığı ile geri
dönerdin belki... “Böyle yaşamaktansa, öleyim daha iyi” deyip mezarlık
kapısından içeri süzülürdün bile-isteye. Belki de sitem ederdin ömrünün
eksik gününü sana böylece ödemeye kalkanlara. Tedirginlikle yaşadığın,
yabancı görülüp bir köşeye atıldığın, dost seslerini hiç bulamadığın,
aşina yüzlere hiç varamadığın o günü yaşanmış saymazdın. “Bunu saymam!”
derdin. Yeni bir gün daha isterdin. Yepyeni bir gün...

Aslında ölmüş olduğunun kimselerce bilinmediği.. Hayata, kaldığın
yerden, kimseyi şaşırtmadan devam edebileceğin. Dostlarının seni hemen
tanıdığı. Evde beklendiğin. Yakınlarının adeta “ay yine mi sen!”
alışkanlığı ile seni kapıda hiç şaşırmadan karşıladığı. Tebessümünün
sımsıcak mutluluklar başlatabildiği. Bilindiğin, beklendiğin,
önemsendiğin, kanıksandığın. Hiç ölmeyecekmiş gibi yarından sonralar
için hayaller kurabildiğin. İçinde acı da olsa, yoksulluk da olsa,
sevindiğin, sevindirebildiğin. Varlığının küçük ve önemsiz de olsa bir
şeyleri tamamladığı. Aranmıyor da olsan, cep telefonlarında adının
yazılı olduğu. Yarım kalmış işlerin seni beklediği. Ödünç bir günü
yaşadığını bile unuttuğun. Hiç bitmez sandığın zorlukları olan. Öyle
ki, bu sınavı geçebilir miyim diye telaşlandığın, iş bulamazsam
n’olacak benim halim diye kaygılandığın. Nasılsa barışırım diye
rahatlıkla küsebildiğin. Sonra özür dilerim diye hoyratça kızabildiğin.
Birden kayboluversen, ardından ağlayacaklarının olduğu. Nasılsa yarın
var diye özensizce harcayabileceğin sıradanlıkta bir gün.

Farkında mısın?

O gün, bugün...

Senai Demirci..