Alkışı bir hayat felsefesi olarak algılamak çok da abartılı olmasa gerek. Şayet onun da felsefi tarafı var. Öğrenmek için irdelemek lâzım. Bize "düşünme yaşa!" diyenler bize ayrıca "düşünme alkışla!" da demek istiyor. Bunu göz önünde bulundurmak gerekli. Alkışı tümüyle reddetmek için abartılı diyebiliriz fakat ölçüsüzce ve ilkesizce uygulanan her alkışın psikolojisini sorgulayalım. Hele ki toplumsal bir yara haline gelmişse bu ya oturur ağlarız ya ayağa kalkıp kavga ederiz ya da çözüm yolları bulmak için akşam sabah okur yazar çizeriz… En azından bir şeyler veyahut çok şeyler yapabilme hevesimiz meydana gelir. Çünkü iş çığrından çıkmış canavarlaşmış devasal bir boyuta ulaşmıştır. Bu da bizi rahatsız eder. Toplumun o yarası biz de büyük yaralar açar yüreğimiz kanar. Kimse de konuşup yazmıyorsa bunu o zaman da çoğu kez haddimizi de aşacak laflar ederiz. Alkışlayanlara ve alkışlananlara tavrımızı koyarız.

Kimleri alkışlamadık ki… Kimler geldi kimler geçti… Ellerin birbirine vurmasıyla başladı her şey. Yüzlerimizdeki tebessüm ve samimiyet avuçlarımızın içinden çıkacak üçkâğıt bir sese yenik mi düşecekti… Korktukça korkularımızın esiri olduk; yaşadık onları hayatımızın merkezine koyduk.


Bu alkışlar "muhalif" yanımızı yedi bitirdi. Hani "önce kendimize muhalif" olacaktık sonra da dışarıya… Olmadı! Ne "o" oldu ne "bu"… Alkışladık ve alkışlandık sadece. Hayatta en iyi becerimiz: Deliler gibi alkışlamak!... Karşımızda insan var mı yok mu bilemeden anlayamadan alkışlamak…

Habire alkış: Düşüncesizler karnavalı. Modern çağın robotları yönetilmeyi bekliyor! Alkış alan seçilmişler: alkış delileri budala ruh halinin sakinleri…
Günümüz alkışı tuhaf bir ideoloji vaziyeti alıyor. Herkes o tılsımlı ses ile yaşıyor.

Duyduğumuz her alkış eleştiri kültürünün katline sebebiyet veriyor. Yalnızca şartlanmışları görüyoruz sağımızda solumuzda… Kandırmaca mutlulukların cenneti haline geliyor yaşadığımız topraklar. Alkış başa bela oluyor. Herkes herkesi alkışlıyor.

-I I-

Yalanı çok dünya da yalandan alkışların sahibiydik. Bu eller kime yalan söylüyordu kimi kime kırdırıyordu kim kimi kandırıyordu… Oysa bizim de doğrularımız vardı. Kimseler anlamasa da -veyahut anlamak istemese de- benimsemiştik onları.

Susma! Söyle! Kimleri alkışlamadık… Soytarılar gülüyordu halimize. Hayatı böylesine ucuzlaştırmak bir iki üç beş kravatlıya heba etmek hiç mi rahatsız etmeyecekti bizi…

Alkışladıklarımızı omuzlarımızda gördük; omuzlarımız çöküyordu da belli etmiyorduk. Biz Şarkın utangaç çocuklarıydık. Velhasıl kelam her alkış da yeniden kuduranların adıydık.

-I I I -

Gözlerdeki son perde sahneleniyor "hayat" denilen tiyatro oyununda. Alkış koyuyorlar adını utanmadan sıkılmadan… Herkes herkesten alkış bekliyor. Tatminkârlık seviyesi zirvelerde dolanıyor. Bir alkış daha kopuyor uzaklardan: Yakınlaşıyor sonra burnumuzun ucunda görüyoruz onu. "Siz hiç alkışlandınız mı" diye soruyor alkışsızlar sokağının genç çocuğu. "Hayır" diye bir yanıt aldıktan sonra ellerini birbirine vurarak o tılsımlı sesi çıkartıyor. Kimi alkışladığını bilemeden boşluğa doğru taarruza geçercesine o tılsımlı ses yankı yapıyor. Perde kapanıyor; ve son alkış da duyulmuş oluyor.