XVII. yy.ın edebiyat ve sanat öğretisidir. Bir eser için «klasik» sözcüğünün kullanıldığını, birisinden söz ederken «çok klasik giyiniyor» denildiğini duymuşsunuzdur. Aynı sözcük böylesine değişik şeyler için nasıl kullanılabilir? Çünkü klasikçilik geniş anlamıyla ağırbaşlılık, ölçülülük, ince zevkler ve dolayısıyla fazla gösterişli, göze ya da garip şeylerin yadsınması demektir.

Edebiyat ve Güzel Sanatlarda Klasikçilik

Daha özel bir anlamda da, saltanatının en parlak döneminde, yani 1661 ile 1685 yılları arasında Fransa'da yayımlanmış eserlere «klasik» denilir. Edebiyatta klasikçiliğin en ünlü temsilcileri Corneille, Moliere, Racine, La Fontaine, Boileau ve Bossuet'dir. Hepsi de aynı öğretiye inanmışlar, aynı beğenilerin ve ilkelerin çevresinde birleşmişlerdi: eski yazarları örnekseme kaygısı, doğru ve yapmacıksız olma isteği, garip ve olağandışı şeylere düşmanlık, kurallara uyma, hayal gücünün ve duygululuğun akıl yoluyla düzene konulması. Boileau bu öğretiyi 1674'te Şiir Sanatı adlı eserinde açıkladı.

Güzel sanatlar alanında ise, Versailles Sarayı'nı Aynalı Galeri'sini, Büyük Trianon'u, İnvalides'in kubbesini ve şapelini yapan mimar Jules Hardouin-Mansart'ı, Fransız usulü bahçeleriyle ünlü Andre Le Nötre'u, ressam Nicolas Poussin ile Le Lorrain diye anılan ressam Claude Gellee'yi sayabiliriz.

Kesinlik ve Açıklık

Bununla birlikte, klasikçilik kavramı yalnız Louis XIV saltanatıyla sınırlandırılamaz. Daha geniş anlamda, büyük ve güzel olan, üstünlüğünü yüzyılların yargısına kabul ettiren her eser, bir saflık, zarafet ve belirginlik olduğu ölçüde klasiktir. «Klasik müzik» kavramı işte bu anlamda alınmıştır.

Klasikçilik aynı zamanda kusursuzluğun aranmasıdır: sanatçı eksik ve tutarsız olan her şeyi bir düzene sokmak, ona bir tutarlılık, bir birlik kazandırmak çabasındadır. Klasik eser, küçük ayrıntılarla, çok özel ya da rastlantılı olaylarla oyalanacak yerde ölümsüz şeyleri değerlendirmeğe çalışır. Sanatçıların gücünü kısıtlayan bu katı kurallar, XVIII. yy.da yeni bir akademik üslûbun doğmasına yol açmıştır: çoğu zaman soğuk bir anlatımın izlerini taşıyan yeni klasikçilik.

Fransız yazarı Boileau'nun (1636-1711) portresi. Edebiyatı ilkelere bağlamak, hattâ yazarın uymak zorunda olduğu yaşam ve ahlâk kurallarını (dürüstlük, doğruluk, çalışma zevki v.b.) belirlemek isteyen Boileau, giderek varacağı aşırılık derecesinde akademik üslûbu yaratacak olan «seçkin beğeni» kavramını da tanımlamıştır.

(Sağda) 1675-1683 yularında Mansart tarafından yapılan Dampierre Şatosu. Bu yapı, pencerelerinin katları belirleyen düzenli sıralanışı ve önü merdivenli geniş ve anıtsal girişiyle, klasik üslûbun tipik bir örneğidir. Şatonun ön yüzü sütunlarla ve İlkçağ tarzı bir alınlıkla süslenmiş

Fransa'da Klasik Akım, onaltıncı yüzyılda, ve kuramcı Joachim du Bellay ve şair François Ronsard'ın önderliğindeki, ülkeye antik yunan ve antik kökenli yabancı şiiri sokan Pleiade Okulu'nun kurulmasıyla başladı. Gerard de NERVAL, "Onaltıncı Yüzyıl Şiiri" başlıklı yazısında, Orta Çağ Fransız yazınını, Klasik Akım'ın başlangıcı olan Pleiade Okulu'nun nasıl bir ortamda kurulduğunu eleştirel bir bakış açısıyla çok iyi anlatır. Önce bu yazıyı olduğu gibi aktarıyorum:
"Büyük çağın şairlerine saygımızın sonsuz olduğunu söyleyerek şu gerçeğe dokunmamız : Şiir yapıtlarının çemberini çok fazla daralttılar; ellerinde yeteriyle malzeme olduğunu, önlerinde geniş bir alan bulunduğunu biliyorlardı. Bu nedenle de kendilerinden sonra gelecekleri asla düşünmediler. Metromane'ın deyimiyle yeğenlerini soyup soğana çevirdiler. Öyle ki, onlardan alacak bize ancak iki şey kaldı. Ya onları aşıp geçmek, ya da kölecesine taklitçi bir yazını varabileceği yere kadar izlemek (...)
"Kuşkusuz bu tür gözlemler yeni değil, çok eski. Ama yine de, sürekli, bu gözlemleri bıkmadan usanmadan halkın önüne koymak gerekiyor. Zira bu gözlemlerin uzun zamandan beri çürüttüğü safsataları bıkmadan usanmadan yineleyen kimseler var. Genellikle, yazında haklı nedenlerin sürekli söylenmesinden korkulur, bilenler üstüne ise hayli şeyler yazılır. Öyle bir an gelir ki, her gün bu büyük tartışmaya tanık olan yeni okurlar, yeni dinleyiciler, kısaca yeniler, ya sürüp giden tartışmadan artık hiçbir şey anlamazlar ya da çağlardan beri kabul edilmiş ilkelerin yeniden ortaya sürülmesinden, bilinmez nedendir, nefret ederler.
elbette böyle bir düşüncede değiliz, Fransız Edebiyatını onurlandıran nice büyük yazarların değerine gölge düşürmek değil sözkonusu olan. Onların yaptıklarından daha büyüklerini yapacağımızı da umut etmiyoruz. Burada sözkonusu olan daha başka şeyler yapabilmenin yollarının aranması ve onların üstüne eğilmedikleri, kendilerini vermedikleri, edebiyatın bütün türlerine değinmektir.
"Amacım yabancılara öykünülmesini önermek de değil. Ancak, yabancıların yaptıklarını görelim, bizlere sundukları deneyimleri izleyelim, nasıl onlar ilk ozanlarını incelemiş, onlardan yararlanmışsa, biz de tıpkı onlar gibi ilk ozanlarımızı derinlemesine inceleyelim.
"Neden mi? Çünkü her ilkel yazın, bir gereksinimi yanıtlamak için ve onu benimseyen halkın karakterine ve gelenek göreneklerine uygun yaratıldığından, ulusaldır. Bundan şu sonuç çıkar. Nasıl bütün bir ağaç bir tohumun içindeyse, bir edebiyat da gelişiminin, tam ve kesin gelişiminin bütün tohumlarını kendi içinde taşır.
"Bunu açıklamak için dost ülkelerde olanları anımsamak yeter: klasik adını verdiğimiz bizim yazınımız gibi, yabancı yazma öykünen edebiyattan, Pope ve çağından sonra, Wieland ve Lessing çağından sonra, bazı kısa görüşlü kimseler, İngiltere ve Almanya üstüne söylenecek her şeyin söylendiğini sandılar...
"Her şey! ve Byron'un baş yapıtları dışında, Schiller ve Goethe'nin baş yapıtlarının dışında. Birinciler çağlarının ve topraklarının kendiliğinden doğan ürünleridir. Ötekiler eski katmanların yeni ve güçlü sürgünleridir.Hepsi de geleneklerin kaynağından doğma, Hippocrene'in kaynağından çok kendi yurtlarının ilkel esinlerinden kaynaklanma.
"Yani, kimse sanata: " daha uzağa gitme!" demeye kalkmasın; "Senden önceki çağları aşamazsm"demesin!.. Antikitenin, Hercule'ün sınır taşlarını koyarak ileri sürdüğü buydu: Ortaçağ bu sınırlamalara boş verip, yeni bir dünya buldu.
"Belki artık yeniden bulunacak, keşfedilecek dünyalar yok; zeka alanı günümüzde belki de eksiksiz, kendini tamamladı. Ama şu da bir gerçek, her şeyin bulunmuş olması yetmez. Her şey bulunsa bile, işlenmemiş ya da yetkinleşmemiş olanı işlemek ve yetkinleştirmek gerek. Haşatın verimli kılabileceği daha nice ovalar var. Nice zengin malzemeler onları kullanacak usta elleri bekliyor: nice eksik kalmış anıt örenleri var... Çok uzun zamandan beri bazı kral bahçelerini görkemle süslemekten, onları büyük giderlerle korunmuş yabancı bitki ve ağaçlarla doldurmaktan, içlerine tıka basa taştan tanrılar, fıskiyeler ve revakla yontulmuş ağaçlar yerleştirmekten başka bir şey yapmadık.
"Burada biraz duralım. Kökene dönük bir inceleme ve araştırmayı fransız yazınına yasaklayan önyargıya açtığımız savaşta fazla ileri gidip hayaletlere kılıç sallamak ya da havada kılıç sallamak gafletine düşmelerim; bu ilkeye karşı itirazlar bir zamanlar daha fazlaydı. Ünlü bir Alman yazarı fransız şiirinin geleceğine şöyle dokunuyordu.
"Shlegel'in yazdıklarını aynen çeviriyoruz: "Eğer Fransa'da şiir sonradan yeşerdiyse, bu başarıya ne ingilizlere ne de bir başka halka öykündüğü için kavuştu. Bu sonucu, genel planda şiirin ruhuna, özel planda ise eski çağların fransız yazınına dönüşle elde etti. Öykünme yolu ile asla bir ulus şiirini son hedefe yöneltemez. Hele de yabancı bir yazına yönelerek, ona öykünerek böyle bir amaca erişilemez, çünkü o yabancı yazın gelişimini kendi aydınlarının çabası ve kendi toplumunun gelenek ve göreneği, ahlak anlayışı sayesinde sağlamıştır. Her halkın, şiirinin kaynağına, kendi geleneklerine yönelmesi yeterlidir. Kendi gelenekleri konusunda ise, özellikle kendine değgin olanlardan başka uluslarla ortak olanı ayırmasını bilmeli. Şöyle ki, dinsel esinlenmeler herkese açık, herkesin ortak malı ve her zaman bundan, yeni bir şiir, bütün düşüncelere, bütün zamanlara uygun bir şiir yapılabilir: Lamartine bunu anlamıştı ve yapıtları da Fransa'ya yeni bir şiirsel çağı muştular. "
"Ancak, la Harpe'ın yazın kurallarını izleyen bazı kararsızlar, Malharbe'den önce gerçekten bir yazınımız var mıydı? gibi bir gözlemde bulunuyorlar. -Sıradan bir okuyucu için, yok! Rabelais ve Montaigne'i çağdaş fransızcaya uyarlanmış görmek isteyenler, la Fontaine'in, Moliere'in üsluplarının ufak tefek kusurlar taşıdığını sananlar için, yok! Ama, eski bir sözcüğün korkutamadığı o gözüpek şiir ve dil amatörleri, kaba bir deyimin güldüremediği, oncques'lerin, ainçois'larm, ores'larm güç duruma sokmadığı gözüpek şiir ve dil amatörleri için, var. Bu kaynaktan nice yararlanmış yabancılar için var!.. Ayrıca, yabancılar bunu kabul etmekten de hiç korkmuyorlar. Hem, onların atalarımızdan aşırdıklarını bizimkilerin onlardan aldıklarını görünce gülmekten kırılıyorlar.
"Şimdi biz şunu söylüyoruz: Ronsard'dan önce ulusal bir yazın, eksiksiz, kendi kendine yeterli, dehaların yalnız ondan esinlendiği, geniş kapsamları yalnız ondan aldıkları bir yazın var mıydı? Vardı. Tıpkı ait olduğu ulus gibi o da iki ayrım gösteriyordu. Bunlardan biri, alman eleştirmenlerin Yiğitlik yazını dedikleri yazındı. Kökeni normand'lara, breton'lara, provence'lılara ve franc'lara dayanıyordu. Öteki, Fransa'nın yüreğinden doğmuştu, özünde halk yazınıydı ve buna da Calya yazını deniyordu.
"Rou'nun (Rollon) ve Brut'ün (Brutus) romanları, Philippi-de, 30 Breton'un Savaşı, Saint Graal, Tristan, Parlenopex, Lancelot gibi; GüVün, Tilki'nin romanları gibi kahramanlık şiirleri; ve hafif şiirlerden oluşan şarkılar, ballade'lar idylle'ler(ı)' kraliyet türküleri, bütünüyle Provence ya da onbirinci ve onikinci yüzyıl şiiri, yiğitlik yazını (chevaleresque) türündendir.
"Mystere'ler(2)/ moralite'ler(3) ve Palelin de dahil farce'lar(4); fabliau'lar(5), öyküler, facetie'ler(6), yergi betikleri ve ilahiler: genellikle eğlendirici konuların egemen olduğu, anlamlı, uçarı ve aşırı kıvanç dalgaları arasında yüksek bir ahlak eğitiminin yer aldığı bütün diğer yapıtlar da galya yazını'dır.
"Öylesine güçlü ve çeşitli elemanlara sahip böyle bir edebiyattan parlak bir gelecek beklenirken, bir avuç yenilikçinin, onaltı yüzyıldan beri ölmüş Roma'yı, romalıların Roma-sını hortlatıp, giysileri, yaşam biçimleri ve tanrılarıyla, yarısı cermenlerden oluşan bir halkın içine, tümüyle hristiyan bir topluma saltanatla soktuğunu, eski yazını yerle bir ettiğini görünce kim şaşmaz? Kimdi bu yenilikçiler? Ronsard ve arkadaşları. Onların yazınımıza soktuğu akım günümüze dek sürdü.
"Şiirin Fransa'daki öyküsünü uzun uzun anlatıp boşuna zaman yitirmeyelim, zira Ronsard'm çağında tam bir yıkım içindeydi. Yeşermeden solmuş, gelişmesi gerekirken ölmüştü, çünkü yazgısı saray şairlerinin elindeydi, onlar da bu yazm'm içinden yalnızca, işlerine gelen bayram şarkılarını, dalkavuk ezgileri, açık saçık, uçkur edebiyatını almışlar, onlarla oyalanıyorlardı. Süregelen yazını anlayacak, onun sunduğu zengin malzemeleri işleyip değerlendirecek dahiler yoktu. Ama yabancı ülkeler bu dahilere sahipti, özellikle İtalya Orta Çağ'da yetişmiş büyük şairlerini bize borçludur. Öte yandan, Fransa'da, onikinci ve onüçüncü yüzyılın yüksek şiirinden renksiz, özden yoksun, ölçü ve uyaklara, kuyumculuğa gömülmüş gülünç bir şiir çıkmıştı ortaya; benzetmelere, eğretilemelere dayanan, karanlık ve yavan uzun şiirler, ağır ve dağınık efsaneler, tatsız, kuru, uyaklı tarihsel öyküler. Ve bütün bunlar, düzyazı ve konuşulan dilden yüz yıl eski bir şiir diliyle yazılıyordu. Çünkü zamanın şairleri körü körüne kendilerinden önceki şairlere öykünüyor ve onların zamanaşımına uğramış ölü dillerini kullanıyorlardı. Herkes ciddi şiirden nefret ediyor, artık yalnız gün geçtikçe kendini daha bir kabul ettiren düzyazıyla, onikinci yüzyılın uzun şiirlerini ve romanlarını çeviriyordu. Sonunda, fransızcanın şiir dili olmadığı, bu dille büyük şiir yazılamayacağı kararına varıldı. Bilgeler dört elle sarıldılar bu düşünceye, ve hemen, şiirlerin artık yunanca ve latince yazılması gerektiğini ileri sürdüler.
"Halk şiirine gelince, Villon ve Marot sayesinde, Joinvil-le'lerin, Froissart'ların ve Rabelais'lerin dehasıyla ünlenmiş düzyazıyla yan yana varlığını sürdürüyordu. Ama Marot öldü, okulunun şairleri de onun gücünü ayakta tutacak solukta değillerdi. Ustaların çoğu yaşamasa da, Ronsard'a karşı en ciddi direniş yine de Marot Okulu şairlerinden geldi. Yergi alanında ünlerini koruyorlardı, en görkemli anında Ronsard'ı öylesine kıskaca almışlardı ki Mellin'in() kıskacı deyimi atasözü olmuştu.
Kullandığım birkaç tümce, zamanın edebiyatının büyük bir dahinin ölümünden sonra içine düştüğü durumu, parlak bir edebiyat döneminin sonunu -ki aynı şey daha sonra da yinelendi- göstermeme bilmem yetti mi? Geride kalan ikinci sınıf yazarlar, şaşkın, bir sağa bir sola dönüp önder arıyorlardı. Bazıları, artık hayatta olmayan büyük adamların anısına bağlı, onun gölgesiyle yaşadı, bazıları, gülünç ürünler sergileyerek yenilik tutkusuna kapıldılar. En bilgeleri ise kuramsal yazılar yazıp çeviri yapmakla yetiniyordu... Aniden güçlü sesi kitleler üstünde yükselen bir adam çıkar ortaya. Sanat dünyası ikiye ayrılır ve savaş başlar. Savaşı dahi kazanır ama daha becerikli ve daha usta biri onun omuzlarından sıçrayıp, asıl dahinin kendisi olduğunu dört bir yana duyurur.
"Burda duralım: 1549'dayız, birkaç ay arayla iki yapıt yayınlanıyor: Fransız Dilinin Savunması(), ve Pindare'vari Ode'lar. Ronsard'm arkadaşlarından ve öğrencilerinden J.du Bellay'nin Fransız Dilinin Savunması adlı kitabı, Fransız dili şiire elvermeyecek kadar yoksul, bırakalım halkın konuşma dili olarak kalsın, dizeleri Yunanca ve Latince yazalım diyenlere karşı bir bildiridir. Şu yanıtı verir onlara du Bellay: "Diller, ot gibi, kök gibi, ağaç gibi kendiliğinden doğup yeşermezler. Kimi diller enez, cılız ve güçsüz olarak sürüp gelirler, kimileri ise diri, sağlam ve gürbüzdür, tüm kavramların yükünü taşıyacak güçtedir. Ne var ki dünyamızda tüm dillere erdemlerini kazandıran, insanların, ölümlülerin istek ve egemen çabalarıdır. Dillerin hepsi aynı kaynak ve kökenden akıp gelirler, bu nedenle bazı dilleri iyi diye överken, öteki bazılarını da hor görmek, yermek yanlıştır. Dil insanların imgelem gücünden doğar. Aynı yargı ve aynı amaçla yaratıldı. Zihnin kavramlarını ve kavrama yeteneğini sergiler, anlaşmamızı sağlar. Zaman içinde kimi diller şaşılacak derecede iyi bir düzen içine girip ötekilerden daha zengin hale gelirler. Ama bu mutlu son o dillerin kerametinden değil, onu konuşanların çaba ve çalışmalarından doğar. Sözü kendi halkıma getirmek istiyorum; yunanlılar ve latinlerden hiç aşağı kalır bir yanı olmadıkları halde, fransızca yazılmış her şeyi, umursamaz, kibirli bir tavırla, ya bir yana atıyor ya da onların hakkını vermiyor bu halk, ne kadar kına-sam azdır."