1934 yılı, Mayıs ayı... Ankara, önemli bir konuğunu ağırlamaya hazırlanıyor. İran Şahı Rıza Pehlevi, Türkiye’ye gelecek ve pek çok merak ettiği Mustafa Kemal’in devrimlerini yerinde gözleriyle görecek, inceleyecek.

Mustafa Kemal, çok önem verdiği konuğunun ağırlanması hazırlıklarıyla yakından ilgileniyordu. Bu konuda görüşmek üzere bir akşam Çankaya Köşkü’ne davet ettiği yakın arkadaşlarına içtenlikle sordu:

“Şah Pehlevi’yi derinden etkileyecek bir program için neler yapmamızı önerirsiniz?” dedi. “Bana bu konudaki görüşlerinizi açıklamanızı istiyorum.”

Arkadaşları, birbirinden çok değişik önerilerde bulundular. İçlerinden kimi, bu önemli konuğu Orman Çiftliği’ne götürmeyi önerdi, kimi Merinos Fabrikası'nı gezdirmenin daha uygun olacağını söyledi. Mustafa Kemal, bu öneriyi ve buna benzer önerilerin hiçbirini beğenmedi:

“Bütün bunlar İran’da da var” dedi. “Onlarda olmayan öyle birşey yapmalıyız ki, farkımızı ortaya koyabilelim.” Arkadaşları, onun aklında önemli bir önerinin saklı durduğunu anladılar. Ve bu kez, onlar kendisine sordular:

“Siz nasıl birşey düşünüyorsunuz bu konuda Paşam?” dediler.

Mustafa Kemal, tüm davetlilerini büyük bir şaşkınlğa uğratan şu düşüncesini açıkladı:

“Bir Türk operası yapacağız!..” dedi.

Sofrada evsahibi dışında herkes faltaşı gibi açılmış gözleriyle birbirine bakıyor ve hiçbiri seslendirmeden; fakat hepsi içlerinden, sorular üstüne sorular soruyordu:

“Opera mı? Hem de bir Türk operası mı? Yazarımız yok, bestecimiz yok, koromuz yok, sanatçımız yok, orkestramız yok... Bir Türk operası ama, nasıl, neyle, kimle?..”

Mustafa Kemal, arkadaşlarının suskunluğunu bir süre “dinledikten” sonra, önerisini değil, kararını yineledi:

“Bir Türk operası yapacağız!..” dedi.

İlk Türk operasının “doğuş” öyküsü, işte böyle başladı.
Mustafa Kemal, önemli konuğu için yazılacak ve bestelenecek operanın konusunu da kendi belirledi:

İranlılar’ın “Şeyhname”sinden esinlenerek oluşturulan bir destanın konusu, bu operanın da konusunu oluşturacaktı.

Destandaki Hakan Feridun’un ikiz oğulları Tur ile İraç’ın, doğduklarında şeytanın gazabıyla birbirlerinden ayrılmaları, ayrı yollara gidip birbirlerinden uzaklaşmaları, yüzyıllar sonra ise buluşup, kardeş olduklarını anlamaları öyküsü, iki kardeş ülke Türkiye ile İran’ın, ayrı yollara gitmelerine karşın, kardeş olduklarını bilmeleri olgusuyla eşleştirilerek işlenecekti.


Konu güzeldi de bunu, “operanın sözü” olarak adlandırlan “libretto” olarak kim kaleme alacaktı?

Aranılan yazar, iki gün sonra bulundu: Bu görev, Münir Hayri Egeli’ye verildi.

Peki, kim besteleyecekti bu librettoyu? İlk Türk operasının bestesini yapmak şerefi kime verilecekti?

“Bir çocuk vardı Paris’e gönderdiğimiz” dedi Mustafa Kemal. “Şimdi Musiki Muallim Mektebi’nde (Müzik Öğretmen Okulu) öğretmenlik yapıyor olmalı. O bu iş için yeterlidir bence...”

Çoksesli batı müziği öğrenimi yapmak üzere devlet bursuyla Paris’e gönderilen Saygun, bu öğrenimini tamamlamış, kısa bir süre önce yurda dönmüş ve şimdi de “Musiki Muallim Mektebi”nde öğretmenlik yapmaktaydı.

Mustafa Kemal’in işareti üzerine 27 yaşındaki bu genç öğretmen davet edildi ve Münir Hayri Egeli’nin librettosu verilip, kendisinden bunu bir opera olarak bestelenmesi istendi.

O anını Ahmet Adnan Saygun, yıllar sonra şöyle anlatmıştır:

Yaşamımda en çok sevinç duyduğum iki günden biri, müzik öğrenimi yapmam için devlet tarafından Paris’e gönderileceğimi öğrendiğim gün oldu, biri de benden "Özsoy" operasını bestelemem istendiği gün oldu. Birincisinde, öğreneceklerim nedeniyle çok sevinmiştim, ikincisinde ise, öğrendiklerimle ulusuma ve devletime hizmette bulunacağım nedeniyle çok sevinmiştim.”

Saygun’un o günkü sevincini, bir kuşkusu izlemiş.

“Solistimiz yok, koromuz yok, orkestramız yok” demiş. “Ben bu besteyi yapsam bile müziği çalacak orkestra nerede, oyunu oynayacak, aryaları söyleyecek solist nerede, koro nerede?”

Ona bu şerefli görevi iletenler, bu “yok”ları duymamışlar, bir “var”dan söz etmişler:

“Yalnızca bir ay zamanınız var” demişler.
Adnan Saygun, o var olan bir ayın gündüzlerine gecelerini de kattı ve kendisine iki aylık bir zaman var etti. Sonra da, “işte ilk operamız” dedi.

Ortada bir opera yapıtı vardı; ama bu operayı seslendirecek solistler ve koro elemanları yoktu, bir orkestra yoktu.

Orkestranın yaylı sazlar grubu, İstanbul’dan Cemal Reşit Rey’in kurmuş olduğu yaylı sazlar orkestrası ile takviye edildi.

Borulu sazlar grubu da Ankara’daki asker bandolarından sağlandı.

Koro, Ankara Kız Lisesi, İsmet Paşa Kız Enstitüsü ve Gazi Terbiye Enstitüsü Beden Terbiyesi Bölümü’nün, üstelik nota bilmeyen öğrencilerinden kuruldu.

Nimet Vahit, Nurullah Taşkıran, Semiha Berksoy ve Halil Bedii Yönetken de solist olarak görev aldılar.

Provalar başladığında, Riyaseti Cumhur Orkestrası şef Zeki Üngör’ün, çalışmalarda kendinden beklenen yardımı göstermediği saptandı.

Bu durum Mustafa Kemal’e iletildiğinde, provaları kendisinin de izlemek istediğini söyledi. Türk Ocağı’ndaki locasından Zeki Bey’in genç Saygun’a çıkarttığı zorluklara bizzat tanık oldu ve kızmanın da ötesinde, öfkelendi.

Zeki Üngör bu davranış biçimi nedeniyle orkestranın başından uzaklaştırıldı, şefliğe genç müzisyen Saygun getirildi.

Atatürk ve Şah Rıza Pehlevi, Çankaya Köşkü'nün terasında

Oluşturulan “mucize”yi ve uykusuz geceleri Adnan Saygun, ileride şöyle yazdı:

“Ah bu çalışma!.. Zaman kısa, imkanlar son derece sınırlı. (...) Ama içimiz coşkun. Yalnız benim değil, bütün görev almış arkadaşlarımın içi şevkle kaynıyor. Acaba o atılım üstüne atılım yıllarında, içimizde duyduğumuz dinmek bilmez heyecan, sönmek bilmez ateşi şimdiki kuşaklar nasıl duyuyorlardır?”

Ve “Özsoy” 19 Haziran 1934 gecesi, iki devlet adamının huzurunda sahnelendi. Mustafa Kemal, bu mucizenin yaratıcılarını o gece temsilden sonra Çankaya Köşkü’nde kutladı, ağırladı ve bu işin olamayacağına inanan kişilere duyurmak istercesine, coşkusunu salonda yüksek sesle şöyle dile getirdi:


“Bu, bir devrim hareketidir!”


Mustafa Kemal, “Özsoy” operası başarısı nedeniyle Ahmet Adnan Saygun’a özel kutlamasını ise, ondan ikinci bir opera bestelemesini isteyerek yaptı. Konu yine Mustafa Kemal’den gelmişti. İnsanın yeniden doğuşu fikri, bir büyük önderin yeni bir ulusu yaratışı, yeni cumhuriyet insanının doğuşu, Saygun’un eşsiz müziği ile ikinci Türk operası “Taşbebek”de canlandı.


Saygun’un genç yaşta ve tüm olanaksızlardan olanaklar üreterek bestelediği bu iki Türk operası, Mustafa Kemal’in müzik devriminin en somut örnekleri olarak, kültür hazinemizdeki onurlu yerlerini bugün de korumaktadırlar.