Aynalara bakmaya utandığım, kendi adıma değil sizin adınıza yandığım için beni öldürmelisiniz. Doğru söylemem yüzünden dokuz köyden, yedi şehirden, bir ülkeden kovulduğum için, beni mutlaka öldürmelisiniz. Karşılıksız, çıkarsız, ölümüne ödünsüz sevdiğim için…
Ben kendime anlatamadığım serüvenimi size nasıl anlatayım? Benim anneme büyüdüğümü söyleme şansım olmadı. On iki yaşımda hayata haykırdım: “Ben büyüdüm eyyy hayat, ölünceye kadar hiçbir çirkinliğine sessiz kalmayacağımı bil!” diye… Beni hiç kimse taşımasın, ne bir bardak demli çayda ne dost sofralarında ne de yüreğinde…
Ben evreni sığdırdım yüreğime. Bana hiç kimse bir adım atmasın, ben ışık hızında koşarım tüm insanlara, isteyen istediği kadar sevsin ve istediği kadar öldürsün… Beni öldürmelisiniz, size tüm kapılarını açtığım için sevgi evreninin. Sizi şiirlerime, öykülerime, türkülerime kattığım için. Acılarınızı, kederlerinizi, göz yaşlarınızı paylaştığım için beni öldürmelisiniz.
Asarak, yakarak, kurşunlayarak değil; sizi çok sevdiğimi bilip de bilmemezlikten gelerek ya da öğrenmeyerek öğrenmeniz gerekeni… Bırakın korkunuzu avuçlarınıza, kırın kalemlerinizi, yalnızlığınızı kuşanın. Tüm güzellikleri öldürün. Çiçekleri, kuşları, mevsimleri, umutları, şiirleri, türküleri…
“Yitirilmiş her şeyde kazanılmış bir şey var” dedim kendime, “direnmeli yalanlara, yalnızlıklara. Kendimden başka sığınacak ülkem yok” dedim. “Bir kıpkızıl yazmak istiyorum hayata” dedim, sevmek kadar ölmeyi de ezberledim.
“Bildik coğrafyada kalalım, yaşamın en onurlusunda kalalım, ellerimizin sesine umudu katalım, gülelim, somurtup yüzümüz paslanmasın” dedim kendime…