Bir belgesel için giydirebilmeyi isterdim en güzel elbiselerini sözcüklerimin. O belgeselden önce bu yazı yok saydı onları.
Siz de bazı kelimeleri özellikle sever misiniz sebepli, sebepsiz? Kimi zaman sırf güzel tınladığını düşündüğünüz için, bazen birinden duyduğunuz ilk anda söyleyişi hoşunuza gittiğinden ya da çok anlamlı bulduğunuzdan, bazen de “tanışma” ya da “ayrılma” zamanları gibi –görece- önemli zamanlarda kullanıldığından aklınızın bir köşesine yerleştiğinden.
Meraktan mı, bencillikten mi yoksa bu gerçekten bir klişe midir bilmiyorum; üretken insanların, üretim aşamasında sağlamaya çalıştıkları şartlar ya da bulundukları ortamlar üzerine genel bir ilgi vardır, insanlar ne yazdığınızdan ya da niçin yazdığınızdan ziyade nasıl yazdığınızla ilgilenirler en çok. Üstelik buna cevaben sunduklarınız da pek tatmin etmez çoğu zaman, yemek tarifine benzer, kesin cevaplar beklerler.
Oysaki “ilham perisi” herkesin kapısını farklı durumlarda çalar. Kimisi fonda hafif bir müzik varken çağırır onu, kimisi gürültülü bir ortamı tercih eder onu davet ederken. Bazısı ışıkla ilgisi olduğunu düşünür ve masasını ışığın tamamından yararlanacak şekilde yerleştirip öyle bekler onu, bazısı ışıktan uzak bir ortamda buluşur onunla. Kimi kalemini kağıdını hazırlar ve öylece bekler buluşma anını, bir öğrencinin sınav saatinin gelmesini beklediği gibi, kimi cebinde küçük kağıtlar taşıyıp yakaladığı her yerde notlar alır ve sonra birleştirir onları. Kimileri de kalem kağıt devrini çoktan kapatmıştır, önündeki klavyeye döker kafasından geçenleri.
İlham perisi varsa –böyle bir şeyin varlığından emin değilim- çağrıldığında gelen bir şey mi yoksa aşığını peşinden koşturan bir maşuk mu bilmiyorum henüz, çözemedim. Bir metafor olduğunu düşündüm bugüne kadar, herkesin farklı anlamlar yüklediği. Yazmanıza sebep olan nedenler silsilesi işte. Ben, çok üst düzey bir terapi yapılması gerektiğine inanmayanlardanım onunla buluşabilme adına. Sessiz olması, ışıktan biraz uzak, nispeten loş bir ortam olması tercih sebebimdir olsa olsa. Benim için en önemlisi, kafamda -teması, alt başlıkları ve genel şablonuyla- o yazının bittiğini hissediyor olmam ve yazıya dökme süresince biraz hüzünlü bir moda girebilmiş olmam olsa gerek. Beni acıtan belli başlı şeylerin düşünülmesi akabinde yazabiliyorum yalnızca. Çünkü yalnızca o “mod” bana yazdırabiliyor. Aslında hayata dair genel düşüncemin de bir parçası bu, mutlu olduğunuz zamanlar genele vurulduğunda azdır ve öyle zamanlarda bir şeyler yazarak bu özel vakitleri harcamak yerine tadını çıkarmayı istersiniz yalnızca. Ya da gerçekten ciddi bir sıkıntıyla karşı karşıyaysanız eğer, o sorunu ortadan kaldırmaya harcarsınız enerjinizi, yazmazsınız. Dolayısıyla suni bir acı yaratarak, doğumu hızlandırmakla eş değer benim için yazmak.
Yazarken içinde bulunduğunuz ruh hali, yazının tümüne siniyor en nihayetinde ve bugüne kadar yazdıklarım beni şu sonuca götürüyor; içinde hüzün ve melankoli barındıran yazılar, okuyucu tarafından daha çok tercih ediliyor, beğeniliyor ve daha fazla geri dönüş sağlıyor. Çünkü yukarıda da belirttiğim üzere bu tarz ruh hali, hayatımızda daha geniş bir yer kaplıyor haliyle daha tanıdık geliyor.
Hüzünle gelen ilham, daha çok hüznü yazdırıyor ve okuyucu kendinden bir şeyler buldukça o hüznün içinde, yazanı ve yazılanı kendine daha yakın buluyor sanırım. Ajite edilmiş, hüznü ısrarla kaşıyan tamamen ağlak yazılardan da bahsetmiyorum ama. Onlar zaten hemen kendini belli ediyor.
İşte tüm bu sebeplerden; onlar ayrılmaz bir ikilidir benim için, bana ilham hep hüzünle gelir, “ilham” ve “hüzün” sebepsiz sevdiğim kelimelerden ikisidir…