Uzun zamandır aradığım türde bir vazoyu bulamayınca sonunda onu kendim boyamaya karar verdim.

Ama öncesinde ham bir malzemeye ihtiyacım vardı. En uygunu gözüme sac gibi göründü. Bir şey bulabilirim ümidiyle bunaltıcı bir sıcakta sobacılar sokağının yolunu tuttum.

İlkokula giderken önünden kaç kez geçtiğim tatlı eğimli rampa yerli yerindeydi. Gerçi vaktiyle boydan boya sobacılarla dolu sokakta şimdi mini market, Japon pazarı, ucuz parfümeri dükkânları açılmış, sobacıların çoğu kapanmıştı. Hepi topu yan yana iki üç dükkân görebildim. Bana yakın olanı gözüme kestirdim. Kapı önüne yığılmış kendin pişir kendin ye mangallarının, sac ve emaye boruların arasından geçerek içeri girdim. Derince, hayli büyük bir dükkân. Görünürde boştu. Kimse yok mu, diye seslendim. Karşılık gelmedi. Ama sacın, demirin işlenmesinden kaynaklanan gürültülü patırtılı sesleri duyunca dükkânın arka tarafında küçükçe bir atölyenin girişini fark ettim. Öyle ya, sağı solu doldurmuş bunca eşyanın bir de imal edildiği yer olmalıydı. İki adım yaklaştım. Affedersiniz, diye seslendim.

Nur yüzlü bir ihtiyar göründü. Zayıf, küçümen bir adam. Dişsiz ağzının olanca sevimliliğiyle buyur kızım, dedi, ne istemiştin? Şöyle şöyle bir şey arıyorum, dedim. Aradığımın boyutunu, biçimini anlatırken o ilgiyle dinledi. Peki sen onu ne yapacaksın, dedi. Vazo, dedim. Hayretle gülümsedi. Büyük siparişlere alışmış esnafın küçücük işlerle kendisini oyalayan münasebetsiz müşterileri başından savma tavrından onda eser yoktu. Eski zamanlarda yaşıyordu. Her ayrıntıyı, Haa, diye tasdik etti. Fikir yürüttü, orası şöyle olsa daha iyi olur. Her cümlesinde yüzünden o tatlı tebessüm eksilmedi. En sonunda da, ama öyle bir şey yok bizde, dedi. Bir daha sorsam sanki yok olan şeyi bir köşeden bulup çıkarıverecekmiş gibi yineledim: Yok mu? O da yineledi. Yok.

Teşekkür ettim, boynu bükük, kapıya yöneldim. Dur, diye seslendi arkamdan. Sen şunun gibi bir şey mi istiyorsun? Kesik koni biçiminde bir ek boruyu gösteriyordu. Evet, dedim, bunun vazo şeklini düşünün. Ee, dedi, onu biz yapalım. Tamam, dedim sevinçle, yapalım. Ama, dedi, bana yarım saat müsaade et ya da yarın gel al. Yarım saat yeter mi, dedim. Yeter de artar manasında elini salladı. O içeri geçti, ben kaşla göz arasında söylenen çayı yudumlarken koca dükkânda bir başıma kaldım. Etrafı incelemeye başladım.

Çeşit çeşit sobalar. Kış başlarından hatırladığım kesif bir soba boyası kokusu bunca yıl üzerine bile genzimi yakarken aralarından bazısı epeyce tanıdık geldi. Şu annemin sevgili kömür sobası, şu komşumuzdaki “Ördek Soba”, şunlar kuzineler. Her çocuk gibi dışarıda kar yağarken kuzine alevine daldığım günlerim de vardı benim. Annemin poğaçaları, bir tepsi içinde fırın kısmına sürdüğü kekleri, patatesler, elmalar, kestaneler, dilim balkabağı gözümün önünden geçti. Ama bu dükkânda bir şey eksikti, bakır oda mangalı. Belli ki o tümden tarih olmuştu.

Ben hatıralara dalmışken çayın sonu geldi. İçerden duyduğum sesler çeşitlendi. İşte sac levhadan benim istediğim ölçülerde bir kısım kesilmişti. Araya çekiç sesleri karıştı. Daha fazlasını tanımadım. Yerimden doğruldum, atölyenin girişine doğru bir iki adım attım. Girebilir miyim, dedim. Tabii kızım, dedi yaşlı adam. İçeri girdiğimde benim vazo şekil almıştı bile. Maşallah, dedim, çok çabuk çıkmış ortaya. Boynundaki havluyla yüzünü silerken, şimdi eskisi gibi değil, dedi, makineler her şeyi bizim yerimize yapıyor.

Hiç de öyle olmadığını birazdan anladım. Vazoya süs olsun diye istediğim bombeleri yapmak için makine de olsa devasa bir presin koluna asıldığında kıpkırmızı kesilen yüzünden alnının teri ağustos sıcağında vazonun üzerine damladı. Kesik ve nasır içindeki ellerine baktım. Çoktandır unuttuğumuz bir dünyanın bir sahnesi açılmış gibi baktım gördüğüm şeye. Emeğine biçtiği fiyatın düşüklüğü karşısında ise hayretimi gizleyemedim.

Yakıcı ağustos sıcağında bir soba yazısı yazmanın yakışıksızlığının elbette farkındayım. Ama kutsal alın terinin en güzel yanı da ağustos sıcağında damlıyor olması.



Nazan Bekiroğlu