hadi bugün eğri oturup, doğru konuşalım...sonra da doğrulalım.

son günlerde kiminle tanıştıysam, konuştuysam insanlıktan yana dertli. meşhur soru: ne olacak bu gidiş hal?

arkadaşlarım, dostlarım, canlarım hadi şimdi aynayı kendimize doğrultma zamanı.
bak bakalım bir yüzüne, iyice bak gözlerinin içine. sorarlar adama "ne verdin de ne istiyorsun?" diye. hatta atalarımız daha önce davranmış; soruya cevap da bulmuş. "ne ekersen onu biçersin" demiş. biz bu lafları çocukken deftere yazılıp, öğrenilip geçilecek atasözleri sandık. keşke ilkokul fişlerinde yazsaydı hayatın zor olduğu, zor geçeceği, yazsaydı da küçük yaşta küçücük hafızamıza kazınsaydı. öğrenmek daha kolay olurdu belki. 1 yıl önce en büyük ağlamamı kimseyi suçlayamayacağımı öğrendiğimde yaşadım, eğer o gözyaşlarımı bir kavanoza koyma şansım olsaydı, inci gibi saklardım inanın. bakar bakar ders alırdım. çünkü öylesine kolay ki insanın bir başkasını suçlaması, asıl zor olan herşeyin kendi içimizde olduğunu kabul etmek. ben ne zaman,
-"ne yani bunca şeyi ben mi seçtim, istedim?" sorusunu sordum yüzleştim, işte o gün ayıldığım gün oldu. o gün 37 yılı bir anda ağladım ben.
şimdi içimdeki tüm kızgınlıklar kendime çıkıyor o yüzden. o, bu, şu... herkes, kendi seçtiklerini yaşıyor, bende öyle. şeffaf kalmaktan korkmadım hiç, ha elbet bunun için çok yara aldım, kabul; ama yine de insanım dememi sağlayan şey olduğundan şeffaf kalmaktan korkmadım. şimdi bunları yazıyor olmakta korkutmuyor beni. ben kime ne faydanız oldu derken, bunları kendime sormuyorum mu sanıyorsunuz? tam da bunların farkında olduğum için gösteriyorum bütün hassasiyetleri. canınızın yandığı yerden gösterin karşınızdakine özeni.

peki gelelim yazının başına, insanlığın çöküyor olmasından dem vuran arkadaşlarıma.
bende şikayet ediyorum elbet ama kuru bir sızlanma, oturduğun yerden ahkam kesmek kurtarmayacak bizi. dünya kirlendi malum bizde içinde yoğrulup, o bok rengine bulanıyoruz. (kabaca oldu biraz ama gerçekler sert söylenmeli).

bir merhamet gelse de bizi yıkasa diyorum...

hepimiz kendi rengimizle kalsak ortada, önce ne renk olduğumuzu anlasak sonra kaldırıp kafalarımızı birbirimize baksak; birbirimizin renklerinden gözlerimiz kamaşsa.

herkesin insan olma değeri, derecesi farklı. ona ben karışamam, ona kimse karışamaz ama şikayet ettiğin şey için doğrul, ufakta olsa bir çaban olsun. denedim de en azından, çabaladım de.

büyük büyük ordular kaybedeceklerini bile bile çıkmadılar mı meydanlara?

onları orada var gücüyle savaştıran şey neydi?

ya da sevdiğiniz insanın bir kazada sakat kalacağını, öleceğini bilseniz önceden, en başından onu sevmeyi seçer miydiniz yine de?


hadi eğri oturup, doğru konuşuyoruz ya... seçmezdik, seçemezdik. o kadar cesur, o kadar insan mıyız biz?

Tolstoy soruyor:
-insana ne verilmemiştir?
sonra da cevap veriyor:
-insana neye ihtiyacı olduğunu bilme yetisi verilmemişti.

ben mideme yumruk yemiş gibi uyandığım her sabah, bu soruları soruyorum kendime. soruyorum ki; kendimi sınayayım, kırgınlıklarımı silip atayım, insan olmayı asla unutmayayım. karşımdakilerin insan olduğunu unutmayayım. ben ne kadar değer verirsem hayatımda o kadar olduklarını unutmayayım. benim bir mücadelem var yolumdan sapmayayım.
soruyorum ki; gerçekler canımı acıtsın, iyice acıtsın ki kanasın. kanamayan yer kabuk bağlamaz.
soruyorum çünkü; insan sorularla yaşar. soracak birşeyimiz kalmadığı an; kendimize birbirimize bittiğimiz an çünkü sorular biterse düşünmekte biter. düşünmek biterse insan zaten biter.

hani hep dedim ya; benim hipokrat yeminim insan kalmak adına;
arkadaşlarım, dostlarım, canlarım...
eğer istemeden de olsa yaktıysam canınızı özür dilerim. her ne olursa olsun kapılarım size hep açık...
kapımı kapatırsam benimde çalacak bir kapım olmayabilir...


o yüzden insanım, insanız, insan kalmalıyız.