Galata Kulesi, Göklerin ve Sonsuzluğun Tam Arası
Koskoca bir şehrin ortasında yapayalnız. Sultanahmetle Ayasoyfa birbirlerine bakar, onunla Kız Kulesi ise yalnızca birbirlerini seyreder. Aralarında yarımca bir deniz var. Kıskanç değil, asaletini tarihinden alır. Ama biraz kibirli. Hayatı boyunca tek öykündüğü isim Ferhat, dağları delen hani. Ruh eşini ne zaman özlese onu hatırlar. Hemen ardından da Neyzen'in ilgili şiirini. Sonra da "Başlarım Ferhat'ına şimdi" der, okkalı bir küfür eder. Dedim ya, kibirlidir ihtiyar, taviz vermez kendinden.
İstanbul'a daha taa Constantinople iken tepeden bakabilmenin kibri bu. Kız Kulesi'ymiş... Koskoca Galata Kulesi bu be, elini sallasa ellisi değil mi, ne yapsın milattan önce kalan bir kuleyi? Böyle dediğine bakmayın, yine de çok sever eşini. Sultanahmeti, Topkapısı, Dolmabahçesi, hiçbiri yokken o vardır. Hiçbirinin görmediğini o görmüştür. Onlar kimdir de kendisinin tarihine meydan okuyacaktır? Hele şu yeni uzunca gökdelenler? Hiçbiri kendisi kadar estetik midir? Onun güzelliği üzerine şiirler, yazılar kaleme alınmıştır, o gökdelenlere bakıp kah hüzünlenip kah mutlu olan kim vardır ki. Hele şu önünü kapatan çirkin binalar, etrafındaki derme çatma çay bahçeleri...
Huysuz ihtiyar. 1500 yıldır bütün İstanbul'u teknolojik olmadan gözetler. Sabah akşam söylenir. "Ulan İstanbul sen mi büyüksün ben mi" dizesi Attila İlhan'a değil, ona aittir. Attila İlhan ondan duyduğunu aktarmıştır sadece. Hepsine rağmen, yine de tonton bir gülüşü var. Kendisine gelen hiçbir sevgiliyi hor görmez. Açar kapılarını, bin beş yüz yıllık manzarasını onlarla paylaşır. Hikayeler anlatır. Çok konuşur biraz, ama boş konuştuğu daha görülmemiştir. Yüzyıllardır en sadık dostları kuşlar. Herkes bıraksa onlar bırakmaz. En çok onlar gelince güler yüzü.
sonsuzluguntamarasi
Bazen bir caddenin tam ortası, bazen bir delinin havalimanı. Bazense, bir şairin hayatının dönüm noktası. Göklerin ve sonsuzluğun tam arası.
Kimdir o deli? Hezarfen Ahmet Çelebi, bin fenli yani. Malum, hezar Farsça'da bin demek, fen ise bildiğimiz gibi. Yani çok ilimli. çok irfanlı. İsminin anlamının pek bilinmemesi, tavlada o kadar büyük zar atılamamasından ileri gelir. Yine de yaptığı işin büyüklüğünü gölgelemeye yetmemiştir. Yıl 1632, kollarına iki tane kanat takar binfenli, çıkar bizim ihtiyarın tepesine. Konuşurlar. "Ne yapacaksın o kanatlarla?" der, bizimki. Ahmet Çelebi onun kadar yaşlı değildir ama, en az onun kadar hazır cevaptır, "Senin yapamadığını" diye cevaplar. "Neymiş benim yapamadığım?" diye sorar bizim yürüyen tarih, biraz burnunu büyüterek, "Eşine uçacağım, ve hatta geçeceğim onu. Öyle bir geçeceğim ki, yüzyıllar sonra senin hikayeni anlatanlar, benim hikayemi anlatmadan sözlerini bitiremeyecekler." yanıtını alır. Ve Hezarfen bırakır kendini göklere, bırakır, bırakır, bırakır, çırpar kanatlarını, artık uçmaktadır. Cezayir'e kadar uçar. Uçmaktan sıkıldığında da, veda eder dünyaya. Gözü göklerde kalmadan, ve Sunay Akın üstadın da anlattığı gibi, kafasında yeni bir düşle.
kizkulesi
"Sürgüne gönderildiği kentin
limanı gören bir balkonunda
istanbul'a giden gemilere bakarak
karşılarken akşamı
konuverdi hezarfen'in masasına
üst üste
iki kelebek,
yeni bir düşü vardı,
uçarken sevişmek!"