Ne kadar acı… Ne kadar da talihsiz bir kader…
Kaybettiklerinizi kazandıklarınızın yanına koysanız, kimden ne kadar gitmiştir hesaplamak mümkün müdür acaba.
İftiranın, yalanın, gıybetin dedikodunun Bizans’ı bile yerle yeksan ettiğini İstanbul’un fethedilişinden duymamış mıydınız?
Oysaki benim gönlüm bir imparatorluktu, bir ummandı, bunu siz de iyi bilirdiniz, okları savururken bu imparatorluğun hangi
zırh ile karşılık verebileceğini hiç düşünmediniz mi? Zerre kadar kötülük bulunmayan yüreğimizin içerisinde kimlere ne gizli
kapılar , kimlere ne gizli ummanlar, kimlere ne şaşırtan duygular bulunduğunu göremediniz mi? Oysaki sözlerin demlerinde
kaybolmak için ne de çok rekabet vardı değil mi sizin diyarlarınızda? Hep mi vardı bu riyakârlık, hep mi konuşan en gereksiz
tarafınızdı, hiç mi gönlünüzün gözüyle bakamadınız sözleri demlerken?
Gereksiz…
Sözlerin bir araya getirilip anlatılmaya çalışılması bile gereksiz…
Bizim çabamız Allah görür gibi yaşama çabasıdır. Allah’ın duyduğunu bilerek konuşma duyarlılığıdır. Allah’ın işitmesine göre
nefes tüketme inceliğidir. Allah işitmiyor gibi konuşmak günah değil mi? Yüzüne başka, arkadan başka söylemek; iki yüzlülük
mü yoksa iki sözlülük mü? Biri riyakârlık, birisi gıybet değil mi? İkisi de zinadan bile günah değil mi?
Ne mutlu hesabı hesap olmayanlara, ne mutlu hesabını yalnızca kendisiyle ilişkilendirip, idealist davranarak sadece duruşları ve
davranışları ile varlık kazanmaya çalışanlara. Ne mutlu iftira ve riyakârlıklarla beslenerek en uygun bulduğu zamanda konfeti gibi
irinlerini saçanlara pirim vermeyenlere. Ne mutlu gönlünden hiçbir zaman “Beddua” dilemeyenlere, ilahi adalete sonsuz güvenenlere,
ne mutlu kapalı kapıların bir gün açılıp da içeriden çıkarken Yalan ve İftira isimli iki kardeşi görenlere, ne mutlu helallik vermeyecek
kadar yapılanların farkında olanlara… Ne mutlu…