Edinburgh‘da geçen Ağustos ayının güneşli bir sabahında,George Caddesi’nin doğu ucunda dikilmiş, Dundas‘a ait anıtın bulunduğu St. Andrew Meydanı‘na bakıyordum. Oluklu devasa yapı yeni doğmuş güneşe karşı kapkara bir görüntüyle suluboya rengindeki göğe doğru yükseliyordu. Ben manzaraya dalmış bir haldeyken, en fazla dört yaşında küçük bir kız çiğ tanelerinin hâlâ parladığı çimler üstünde koşmaya başladı. Tek başınaydı, Üstünde pembe bir tişört ve bayaz kot bir pantolon, tıpkı Shirley Templegibi sapsarı bukleleri vardı. Koskoca sütuna doğru atıldı ve birkaç metre kala durdu. Devasa yükseltiye aşağıdan yukarı doğru bakrken başının aldığı açıdan gözlerini tepedeki kararmış figüre diktiğini anladım. Sırtı bana dönük olduğu için yüzünü göremedim; ama bedeninin duruşundan huşu içinde kaldğı apaçıktı. Tam fotoğraflık bir görüntüydü. Yanımda bir fotoğraf makinesi olmamasına karşın, o gürünt şu anda önümdeki bir perdeye düşmüşçesine zihnimde hâlâ bütün berraklığıyla duruyor. Durum tam bir metafor[¹] da sayılırdı. İnsan hayatının iki uç noktası vardı karşımda. Ta yukarıda çoktan ölmüş, görkemli taşa dönüşmüş ve şimdi çok azımızın adını duyduğu bir adam, Aşağıda ise (ben dahil) hepimiz için adı tamamen meçhul olan, ama kendisi farkında olmasa bile tarihteki en ünlü kadın olma potansiyelini taşıyan ve dünyaya bağlı, yaşayacağı bir sürü şey olan ufacık, canlı bir insan duruyordu.
Belki gökteki ürkütücü şahsiyeti süzdüğü o kısa sürede, bir şey kızcağızın beynindeki dişlileri çevirerek, saklı bir kilidi açtı ve ona gelecekteki şahaneliğin ilhamını verdi. Belki de kız bilinçaltı bir düzeyde birdenbire Yunan filozof Epiktetos‘la aynı sonuca vardı; Şöhret “delilerin şamatası” dır. Ne de olsa, iyi ve yaşanmaya değer bir hayat sürmek için dünyanın kim olduğunuzu bilmesine gerek yoktur.