Asya hun medeniyeti asya hun kültür ve medeniyeti




M. ö. 204 senesinde kurulan Büyük Hun İmparatorluğu, Japon denizinden Volga nehrine ve belki de daha batıya kadar uzanan büyük bir imparatorluktu. Devletin kurucusunu biz, daha çok Çinlilerin yazdıklarına göre Mete diye anıyoruz. Herhalde onun Türkçe adı Bahadır’dan başka bir şey değildi. Eski Türkler Bahadır’ı, Bagatır şeklinde söylerlerdi.


Hunlar, daha bir yüz yıl, doğudan gelen Çin ordularına karşı direnmişlerdi. Bu büyük imparatorluk, 200 sene müddetle bütün Ortaasya halklanm bir bayrak altında toplamıştı. Disiplinli ve büyük bir devlet hayatı büyük halk kitlelerini, her bakımdan birbirleri ile kaynaştırmıştı. Bu bakımdan insanların yaşantıları ile inançlan arasında bir benzerlik ve birlik meydana gelmişti. Yüzyıllar boyunca yaşanan müşterek felâket ve zaferler, onlan ister istemez bir millet olma yoluna doğru itmişti. Milletler, birkaç yıl içinde ve tesadüfen doğmuş toplumlar olamazlar.


Milletler, tarih içinde oluşmuş ve gelişmişlerdir. Bunun İçin de, tarihin türlü tehlikeleri içinde kaybolup, gitmemişlerdir, üstelik tarihi yapanlar da, yine bu büyük milletlerdir. Büyük Hun devletinin kuruluşu üe, bağımsızlık ve üstünlük için yaşayan bir millet meydana gelmişti. Bu birlik ve beraberlik, onlara mahsus, yeni bir kültür ve sanat da meydana getirmişti. Hunlann bu disiplinli hayatından, yüzyıllar boyunca yaşayacak olan bir aile düzeni de doğdu. Bu düzen, sonraki Türk toplum ve devletlerini de kuracak bir çekirdek oldu. Türk tarihinin mayası, büyük Hun devletinin yarattığı düzen ve inançla kararını bulacaktı, işte bunun içindir ki, yalnızca Türk tarihini değil; kendimizi anlamak için de, çağlara bakmak zorunda kalıyoruz.


Altay dağlarının güney-batı etekleri Türk kültürünün geliştiği yerlerdi: Aşağıda da sık sık göreceğimiz gibi Altay dağları, tarihin her çağında en yüksek bir kültür ve medeniyeti temsil etmiştir. Burada oturan insanlar beyaz, geniş kafalı, yani Brakisefal ırktan geliyorlardı. Bu ırk aşağı yukarı sonraki çağlarda Göktürklerde ve Oğuzlarda da kendi özelliklerim devam ettirmişti. Altay dağlarında, M. ö. çağlarda, birçok zengin kurganlar ele geçmişlerdi. Bu kurganların çoğu da mezar hırsızları tarafından soyulmuş ve bulunan eşyalar dünyanın büyük müzelerine satılmışlardı. Bütün Ortaasya Türkleri ölülerini mezara gömdükten sonra, üzerini de taş veya toprak bir tümsek ile kaparlardı. Ortaasya kültürü ile uğraşan bilginler bu tip mezarlara genel olarak “kurgan” deyimini kullanmışlardır. “Kurgan” sözü, kök itibariyle Türkçedir ve “korumak” fiilinden kale veya müstahkem mevkii anlamına gelir. Bu kurganlarda bulunan ölüler, boy itibariyle çok uzun boylu ve iri kemikli şövalyeler idiler. Bulunan iskeletlerden en küçüğü, 1.80 cm. boyunda îdi. Artık bu çağlarda, eğri Türk kılıçlan da kurganlarda gelişmiş olarak, yavaş yavaş görülmekte idiler. Bilindiği üzere “eğri kılıçlar” Türkler tarafından icâd edilmiş ve geliştirilmişlerdi. Bu eğri kılıçların kesme kuvvetleri, diğer düz kılıçlarla mukayese edüemeyecek kadar büyüktü.


Türkler çok eski çağlardan beri doğuya, yani güneşin doğduğu yöne büyük bir saygı gösterirlerdi. Bu saygı, devlet teşkilatı ile resmî törenlerin her yönünde, açık olarak görülüyordu. Bunun için de Hun çağında yaşayan Altay’lar, ölülerinin başını genel olarak doğuya doğru çevirirler ve böylece gömerlerdi. Altay Kurganları altın eşya bakımından, Ortaasya’nın diğer buluntu yerlerine nazaran çok daha zengindiler. Altaylıların kuzeyinde ve bilhassa Kırgız bölgesinde, zengin altın madenlerinin bulunması da, bu altın zenginliğinde rol oynuyordu. Altay Kurganlanın bu zenginliğini, yalnızca Kırgızların altın madenleri ile açıklamak da doğru olmayacaktır, öyle anlaşılıyor ki, devleti kuran ve idare eden bu prensler, devletin akınlarından da bol bol istifade ediyor ve bu yolla zenginleşiyorlardı. Büyük Hun Devletinin başkenti, Orhun nehrinin kaynaklannda bulunuyordu. Başkentin burada olmasına rağmen bu bölgede ele geçen Hun kurganları, Altaylarla karşılaştırılamayacak kadar fakir ve boştu. Bundan sonraki bölümlerimizde de göstereceğimiz gibi, başkentin Orhun kıyılarında bulunmasına rağmen, devleti kuranların Altaylarda oturmaları sebebiyle zenginlik, bu bölgeye doğru akıyordu. Göktürk çağında da bu, böyle olmuştu.. Altaylarda oturan Hun prensleri, gözlerini özellikle batıya dikmişler ve daha çok Batı Türkistan ,ile bağlar kurmuşlardı. Bu çağda, Batı Türkistan’da, bazı İran tesirlerini de içinde toplayan eski bir kültür yaşamakta idi. Batı Türkistan’ın bu eski kültür özelliklerini iyice tanımayan bilginler, Altay-lardaki bu Türkistan tesirlerini, İran’a bağlamışlar ve Altayları bir nevi İran kültürünün bağlı bir bölümü halinde düşünmek istemişlerdir. Gerçi bu çağda eski İran motiflerine benzeyen elbise süslerine de rastlanmıştır. Fakat bu elbiseleri meydana getiren kumaşlar ise, tamamiyle Altayların yerli dokuma tekniğine göre dokunmuşlardı. Bunların yanında bol miktarda Çin ipeklilerini de görmüyor değiliz. Bu ipekliler doğrudan doğruya Çin’den getirilmiş ve Hun soyluları bunları zaman zaman giyinmişlerdi. Altaylarda oturan Hun prensleri, at yetiştiren ve atlı kavimlerin başkanları idiler. Bu sebeple atlı kavimlerin kültürlerinin en önemli ve özel eserleri keçe yapımıdır. Gerçi bu keçeler yünden yapılmıştı. Fakat teknik bakımından onları diğerlerinden ayıran, üzerlerindeki süsler ve işlemeler idiler. Bu çağda Hunlar keçeleri çıplak olarak kullanmıyorlardı. Herkes zenginliğine göre, keçelerin üzerini ” a p l i k e ” tekniği ile ya iplikle, veyahut da altınla kaplıyorlar ve bundan sonra da türlü işlerde kullanıyorlardı. Bu süslemelerde, birçok din anlamalarım gösteren resimler de vardı.


Elbetteki Altaydaki prensler daha ziyade avcı idiler. Bu resimlar arasında av sahneleriçoğunluğu meydana getiriyordu. Bunlar arasında kaplan avları ve hattâ arka arkaya dizilmiş arslanlar bile görülüyordu. Elbetteki bu kompozisyonların kökleri güney-batı ve ön-asya kültürlerinden geliyordu. Fakat bu resimlerin içi ve kenarları, Altay kültürüne mahsus motiflerle çevrilmişti. Altay dağlan üe Güney Rusya arasmda her zaman için bir kültür bağı bulunmuştur. Altaylar ile Güney Rusya arasında uzanan büyük Kazakistan bozkırları, bu iki bölge için, âdeta bir kültür köprüsü vazifesini görüyordu. Bu bağ yalnızca kültür bakımından değil; kavimlerin göçmesi ve karışması yönünden de önemli bir rol oynuyordu. Altay dağlarındaki kavimler, daha çok yukarı Volga ve Ural bölgesindeki milletlerle karışıyorlar veya onlara, kültür bakımından tesirlerde bulunuyorlardı. Bu konu üzerinde Göktürk çağı ile ilgili bölümümüzde daha geniş olarak duracağız. Bir gerçek varsa, Volga ve Ural nehirleri arasının, çok eski çağlardan beri, Altay’da oturan Hun prenslerinin de kültür tesirleri altına girmiş olduğu idi.


Altay Dağlarındaki Pazırık bölgesi, doğu ve batı kültürlerinin kaynaşması ile, yepyeni bir medeniyete kavuşmuş idi: Bu mezarlarda da bulunan insan iskeletleri, daha sonraki Göktürk ve Oğuzlara benzer bir ırktan geliyorlardı. Kendileri beyaz, güzel, uzun boylu ve çok güçlü insanlar idiler. Bu bölgede artık mezarlar bir ev halini almış ve birçok odalardan meydana gelmeğe başlamıştı. Hattâ,bazı mezarlar ise, birkaç kat olarak yapılmışlardı. Bu mezarların çoğu, ağaç tomrukları ile meydana getirilmiş bulunuyorlardı. Daha sonraki, Türkler gibi Hunlar da, kendi büyüklerinin mezarlarım yüksek dağ başlarına yapar ve onları halktan saklı tutarlardı. Yüksek dağ başlarında hava genel olarak soğuk olduğu için, mezarlara sızan sular donar ve asırlarca çözülmeden, böylece kalırlardı. Mezarların içindeki buzlar, kumaşlar ile iskeletler ve hattâ hayvanların derilerini bile çürütmeden korumuş ve zamanımıza kadar gelmelerine imkân vermişlerdir. Tabii olarak mezar kalaslarının çoğu, baltalarla kesilmiş ve çivilerle birbirlerine bağlanmıştı. Fakat mezarların içinde bulunan birçok ağaç eserler, bu Altaylı Hun-ların torna işlerinde de çok ileri gittiklerini bize göstermekte idiler. Batı Türkistan’da, Hunların ortaya çıkışından Önce, Büyük İskender ile beraber gelen Yunanlılar oturuyor ve bu bölgeleri idare ediyorlardı. Elbetteki Yunanlılar daha ziyade yüksek tabakayı teşkil ediyorlar ve halk ise, Batı Türkistan’ın asırlar öncesi meydana gelen bir ırkını temsil ediyorlardı. Bu sebeple Yunanlı idareciler, Batı Türkistan sanatına bol miktarda Yunan kültürü ve sanatının tesirlerini de vermiş ve yepyeni kbir medeniyet meydana getirmişlerdi. Bu Yunan tesirleri, daha sonra da kaybolmayacaklardır. İşte Altaylı Hun prensleri de, bu eski Yunan sanatından istifade ederek, birçok motifler almış ve bu motifleri kendilerine benzeterek, yepyeni bir üslûp meydana getirmişlerdi. Düşünmeliyiz ki, eski Yunan motiflerinin çoğu, keçeler üzerine işlenmiş olan süslerde görülmekteydiler. Keçe de Ortaasya kültürünün yerli bir san’atı idi. Bu san’at yerli ustalar tarafından bir meslek haline konmuştu. Bunun içindir ki, yerli ustalar Yunan motiflerini alarak kendilerine benzetmişlerdi. Bunun yanında, Batı Türkistan’ın İran’dan aldığı tesirler de Ortaasya’ya gelmiş ve kolaylıkla Ortaasyalılaşmış-lardı.


Çin tesirleri daha çok, ticaret yolu ile gelen ithal mallan içinde görülmekte idiler. Bununla beraber Altaylılar birçok Çin motiflerini de almışlar, keçeler üzerine işleyerek kendilerine benzetmişlerdi. Meselâ Cennet kuşu, Altaylarda bulunmayan bir kuş idi. Bu kuş, Güney-Doğu Asya’da yaşar ve bu bölge halkları da onlara büyük bir önem vererek, saygı duyarlardı. Cennet kuşu resimleri, Ortaasya’ya gelince eski özelliklerini kaybetmişler, ya kırlangıçlara veyahut da horozlara benzemişlerdi. Ortaasya Kültürünün en önemli sahneleri, daha ziyade hayvan resimleri ile hayvan mücadelelerini anlatan tablolar idiler. Altay dağlarındaki Hun kültüründe, ehli veya dağlarda yaşayan her türlü hayvanın resimlerini ve heykellerini bulmak mümkündür. Bunların çoğu bronzdan yapılmıştı. Fakat tahta oymacılarda boş durmamışlardı. Geyik ve ceylânların güzelliğini gösteren san’at eseri sayılabilecek birçok heykelcikler de bulabiliyoruz. Fakat bunların yanında, zaman zaman geyikler, kutsallaştırılmış ve korkunç hayvanlar halinde şekillendirilmişlerdir. Meselâ uzun ve sivri boynuzlu teke geyiklerin, ağızları kaplan şeklinde yapılmış ve tırnaklan da kaplanın pençelerinden daha sivri olarak gösterilmişti. Yarı insan, yan geyik halinde gösterilmiş ruhlar da yok değildi.


Geyik, Anadolu’da olduğu gibi Ortaasya’da da, Türk halklarının zihinlerini ve hislerini ençok harekete getiren hayvanlardan biridir. Bu sebepte geyik, Ortaasya sanatının her yönünü kaplamıştır. Geyikler çoğu zaman vahşi hayvanların pençeleri arasmda gösterilmiş ve yüzlerinde de, can veren bir geyiğin hisleri canlandırılmıştır. Bu geyikleri yakalayan hayvanlar, bazan büyük kulaklı kartallar olurlar ve bazan da Ortaasya’ya mahsus grifonlar şekline girerlerdi. Ortaasya’da kaplanlar da, çok tanınmış ve yırtıcı hayvanlar arasında idiler. Ortaasya’da da, benekli ve küçük boyda birçok kaplan cinsteri vardı. Türkler, bu kaplanlara “yölbars” adım verirlerdi. YoZbars’lar kolaylıkla eh-lüeştirüebüen ve av içüı de kullanılmağa elverişli hayvanlardı. Bunların da bol miktarda resimlerini ve heykellerini görebiliyoruz. Altay dağlarında görülen hayvanlar ile savaş rahnelerinin, din bakımından ifade ettikleri anlamlar da vardı: Elbetteki Altaylarda oturan Hunlar bu eserleri, sırf sanat içüı olsun diye, anlamsız bir şey olarak yapmıyorlardı. Bulunan her eserin, kendine göre dinsel bir anlamı ve ifadesi de vardı. Bu eserlerin hangi anlamı ifade ettiklerini açıklamak, elbette ki kolay bir iş değüdir. Meselâ, gerek Hun çağında ve gerekse ondan daha önceki çağlarda, birbirleriyle güreşen pek çok at resimlerine rastlıyoruz. Bunlar bronzdan dökülmüştür. Daha sonraki Çin kaynakları da, bize at güreşleri hakkında bilgi vermekte ve bu güreşlerin Türkler arasında, ne için yapıldıklarım da anlatmaktadırlar. Eski Türkler, güzel ve güçlü at yetiştiren dünya kavimlerinin başında geliyorlardı. Sonbaharda genel olarak atlar güçlenir ve kuvvetlenirlerdi. Bunun için de Türkler, büyük bir tören yaparlar ve bu törende her bölgenin at yetiştiricisi, seçkin atlarını getirerek güreştirirlerdi. Bütün bölgeler içinde birinci gelen at, toplum içinde de büyük bir değer ve ayrıca da saygı kazanırdı.


Bahaddin öğel / Türk Kültüründe Gelişme Çağları