Aşkla Öğütünce Yüreği
Yaşam bir değirmen olmalı, biz buğday taneleri. Öğütüp duruyorken bizi, ekmek olmak için aşkla karıştırıyor olmalı özümüzü. Yoksa sevda dediğin hangi cennetin vaadi?
Adım başka benim, dilim, sözüm, rengim başka. Senden farklıyım mesela, hepimizin ederi başka. Ama yine de gözlerinde kayboluyor ruhum, ne garip değil mi?
Hiç sana benzemeyen bir şeye nasıl aşık olursun? Peki, benzeyene neden aşkla dolasın?
Hepsi koca bir karmaşa değil mi? Bende olmayana kayıyorsa yüreğim, balıklara sevdalanmak gerekmez mi? Gökyüzüne mesela veya bir kuşa?
Demek yine de ortak bir şeyler olmalı sevdalanmak için, en azından çıkardığımız sesler birbirine benzemeli veya gözlerimiz…. Yoksa bir masaya aşık olmak işten bile değil!
Ölümsüz aşklar ne zaman sona erdi? Leyla ile Mecnun’dan sonra her şey bitti mi? Kerem ile Aslı, Ferhat ile Şirin, Romeo ve Juliet, hepsi birer efsane miydi?
Belki aşkı yanlış yerde arıyoruz, olamaz mı? Belki aşkı yanlış tanıyoruz….
Belki sadece umutsuz bir bekleyişin adıdır sevda çünkü gelince kirleniyor sonra hem gece, hem o kara sevda….
Ömrümüzün bir yerinde, bir şeyleri yanlış yapıyoruz, sonra sürüp gidiyor zinciri hayatın. Bir yanlıştan bazen tek, bazen hiç doğru çıkmıyor. Öğrenmek bu mu?
Tecrübe, ne ağır işçilik değil mi? Taşı taşı bitmeyen ödevlerin sonunda, hiç lüzumu olmayan bir sona varmak gibi….
Aşk; ne ağır bir kelime değil mi? Herkese sadece bir defa verilen bir hediyeyi, sevda sandıklarınla harcamak, ne büyük müsriflik, öyle değil mi?