Bir lanetle, kaderle, gölgelerle ve rüyalarla boğuşan Nina'nın sürükleyici macerasına sahne olan "Uykusuzlar", fantastik dünyaların felsefeyle yoğrulduğu bir aşk hikayesini konu alıyor
Dünya, yüzyıllardır efsunundan hiçbir şey kaybetmeden geceyi güne çeviredururken, ataları nice efsanelerle yoğrulmuş biz insanlar, gün geçtikçe onları utandırırcasına mekanikleştik. Çok büyük bir maharetmiş gibi, çocuklarımıza anlattığımız hikayeleri bile hep daha gerçekçi olanlarından seçtik. Peki bize esasında mekanik değil, maneviyatlı varlıklar olduğumuzu anımsatan kaç şey kaldı hayatımızda? Galiba iki. Yanıtı yüzyıllardır bulunamamış soruların peşinde inatla koşma cesaretini içimizde sıcak tutan iki şey: Aşklarımız ve rüyalarımız. İşte biz ‘faniler’in, birini tanımlamak için hep diğerinden destek aldığı ve birbiri ile özdeşleştirdiği bu iki olgudan oluşuyor Gülşah Elikbank’ın son romanı, “Uykusuzlar”ın iskeleti.
Yeni pencereler
Uzun yıllardan beri, sanat eserleri için ciddi bir besin kaynağı oluşturan rüyalar, bu mecralarda kimi zaman sorgulansa, kimi zaman sonsuz nimetlerinden faydalanılsa da bu iki fiili başarıyla bir araya getiren işlerle karşılaşmak her zaman mümkün olmamıştı. Fakat şimdi “Uykusuzlar”, bu yaratıcı dünyada kendine yeni zeminler bulurken, okurun zihninde de yeni sorular şekillendiren bir hikaye ile çıkıyor karşımıza. Binlerce farklı pencereden bakmanın mümkün olduğu rüya olgusuna birçok yeni pencere daha aralıyor. Yarattığı özgün karakterlerle de okuru ayık tutan fantastik bir kurgu sunuyor. Hikayeyi ise bize, rüyalarında yolculuğa çıkacağımız, romanın başkahramanı Nina aktarıyor.
Rüyaların erkeği
Rüyaların hayatımızdaki en keyifli yanı, hepimizi her gece sıradan biri olmaktan kurtarmalarıdır ya; kitabın başlarında oldukça sıkıcı bir karakter olan Nina için de aynı şey geçerli. Fakat o, çok geçmeden ‘rüyalarının erkeği’ ile karşılaştığında, aslında hiç sıkıcı ve sıradan biri olmadığını keşfediyor. Karşı koyamadığı bu aşk ile hayatındaki tüm tabular bir bir yıkılmaya başladığında, Nina da sahip olduğu düşsel kudreti anımsıyor ve kendini bir anda rüyalar aleminin gizemi içinde buluyor. Gördüğü tüm o tuhaf rüyalar birer birer anlam kazanmaya başlıyor. Hatta kısa süre içinde, uyanık kaldığı anlarda bile öyle esrarengiz şeyler yaşamaya başlıyor ki her şey, neredeyse o’nun “seçilmiş kişi” olduğunu ispat etmek istercesine şekilleniyor.
Bu gizem, giderek sıkı bir maceraya dönüşürken, okur için de dünyaya, yaratıcılara ve inançlara yönelik bir sorgulama süreci başlatıyor. Bu anlamda, hikayenin felsefe ile kesişen yollarını görmezden gelmek olmaz.
Gülşah Elikbank, “Uykusuzlar”da bir rüya bükücü sıfatına soyunuyor, felsefenin ve fantezinin yollarını aşındırarak bize 'rüya gibi bir aşk öyküsü' anlatıyor. Hem neredeyse ümidi kestiğimiz fantastik Türk edebiyatına can katıyor, hem de geleceğinden kaygı duyduğu insanlığa, Edgar Allan Poe'nun dediği gibi, "Rüyaların hayat kadar gerçek ama ondan daha ciddi" olduğunu anımsatıyor.