27 Mayıs 1960 darbesi ve 12 Mart 1971 muhtırasının ardından Türkiye Cumhuriyeti tarihinde silahlı kuvvetlerin yönetime üçüncü açık müdahalesi. Bu müdahale ile Süleyman Demirel’in Başbakan’ı olduğu hükümet görevden alındı, Türkiye Büyük Millet Meclisi lağvedildi, 1970 sonrasında değiştirilen 1960 Anayasa’sı tamamen rafa kaldırıldı ve Türkiye siyasetinin yeniden tasarlandığı bir baskı dönemi başladı.
Genelkurmay Başkanı Orgeneral Kenan Evren ve Kuvvet Komutanları tarafından oluşturulan askeri cunta Milli Güvenlik Konseyi adı altında 1983 genel seçimine kadar Türkiye’ye ilişkin tüm kritik kararları aldı.
Darbe ardından geçen 3 yıl içerisinde önemli kanunların tamamına yakını değiştirildi ve cuntanın belirlediği Danışma Meclisi tarafından hazırlanan Anayasa, 1982 yılındaki halk oylamasında, yüzde 92′lik “Evet” oyu ile büyük farkla kabul edildi.
Halk oylamasında ‘Hayır’ oyu kullananları sandık başında baskı altında tutmak için rengi dışardan görünen oy pusulaları kullandırıldığı iddia edildi ama bu, Anayasa’nın çok büyük çoğunlukla kabul edilmesini açıklayan tek neden değildi. Anayasa’nın kabulünün bir başka önemli etkeni olarak, ihtilal öncesi iç savaş ortamı nedeni ile vatandaşların kendi hayatlarından endişe etmesi de ifade edilir.
12 Eylül 1980 darbesi, Türkiye’de halkın önemli bölümü tarafından, siyasi ve ekonomik sorunların hiçbirine çözüm bulamayan iflas etmiş parlamenter rejimin ‘haklı’ alternatifi olarak görüldü. Bu nedenle, darbeye bir direniş olmadığı gibi, büyük çoğunluk, darbe liderlerini, ülkenin yeni liderleri olarak kısa sürede benimsedi.
Aynı halk oylamasında, Kenan Evren Cumhurbaşkanı seçildi. Kabul edilen Anayasa’da, cunta üyelerinin ömür boyu yargılanmasını engelleyen geçici 15. madde seçimlerle iktidara gelen hiçbir hükümet tarafından kaldırılmadı ve 12 Eylül liderlerinin dokunulmazlığı sürdü.
12 Eylül 1980 askeri darbesinin gerekçeleri arasında ülkede yaygınlaşan siyasi cinayetler, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin birçok tur ardından Cumhurbaşkanı’nı seçememesi ve 6 Eylül günü Konya’da Necmettin Erbakan önderliğinde yapılan ve darbe liderlerinin şerîat amaçlı bir kalkışma girişimi olarak nitelediği yürüyüş gösterildi.
Ülkede tırmandırılan sağ -sol ve alevi - sünni gerginliği bireysel ve kitlesel siyasi cinayetleri besledi. 12 Eylül 1980 öncesinde sağ ve sol siyasi hareketin önde gelen temsilcileri cinayetlere kurban gitti. Doç. Bedrettin Cömert, Abdi İpekçi, Gün Sazak, Nihat Erim ve tanınmış birçok kişi sağ ve sol gruplara mensup militanlar tarafından öldürüldü. Darbe öncesinde siyasi cinayetlerin sayısı her gün 30′a yaklaşıyordu.
12 Eylül 1980′e gelindiğinde 19 ilde sıkıyönetim uygulanıyordu.
Ülkede, yönetemeyen hükûmet, karar alamayan Meclis ve ardı arkası kesilmeyen siyasi cinayetlerin yol açtığı yılgınlık havası, 12 Eylül öncesi dönemin son Başbakanı Süleyman Demirel’in “70 sente muhtacız” sözü ile özetlenen işsizlik, kıtlık ve işyeri anlaşmazlıkları ile yoğunlaştı.
Darbe ardından, siyasi cinayetlerin çok kısa sürede sona ermesi, güvenlik güçlerinin şiddet eylemlerini darbe öncesinde neden önlemediği / önleyemediği sorularını da beraberinde getirdi. Amerika Birleşik Devletleri yönetiminin darbeden haberdar olduğu ve darbe gecesi Başkan Jimmy Carter’a “bizim çocuklar işi bitirdi” anlamında bir mesajın, bir toplantının ortasında iletildiğinin anlaşılması, 12 Eylül’de ABD’nin rolü konusunu da tartışmalara açtı.
Türkiye’nin Doğu ve Güneydoğusu’nda başlatılan ayrılıkçı silahlı hareket, 12 Eylül yönetiminin getirdiği Kürtçe konuşma yasağı ile güçlendirildi ve gerekçelendirildi. Diyarbakır Cezaevi başta olmak üzere bölge cezaevlerindeki kötü muamele, 1983 seçimlerinden sonra yoğunlaşacak Kürdistan İşçi Partisi (PKK) adına terör eylemlerini gerçekleştirenlerin gerekçelerinden biri oldu. Bu cezaevlerinde tutulan PKK militanlarının önemli bölümü, daha sonra, PKK yöneticileri arasında yer aldı.
12 Eylül 1980 ardından partiler lağvedildi, parti liderleri önce askeri üslerde gözetim altında tutuldu, ardından yargılandı. Bu durum, siyasi partilerin sürekliliği konusunda tarihsel sorunlar yaşayan Türkiye’de siyasi temsilin demokratikleşmesi önünde yeni bir engel oluşturdu, siyasi gelenekler geçici de olsa alt-üst edildi.
6 Kasım 1983 genel seçimine, kapatılan eski siyasi partilerin hiçbiri katılamadı; 1982 yılında hazırlattığı Anayasa’yı onaylayarak cuntayı destekleyen seçmen, cuntanın işaret ettiği emekli Orgeneral Turgut Sunalp liderliğindeki Milliyetçi Demokrasi Partisi yerine Turgut Özal liderliğindeki Anavatan Partisi’ni Türkiye’yi yönetmek üzere seçti. Daha sonra, siyasi yasakların kalkması ile eski liderler ve eski kadrolar, yeni partiler ile seçimlere katıldı.
Darbe, siyaseti yeniden tasarlama hedefi ile yola çıkarken, Amerika Birleşik Devletleri ile Sovyetler Birliği arasında gerilimin çok tırmandığı bir dönemde solu tasfiye etmek için sağı kullanma hedefine yöneldi. Aynı dönemde, açılan İmam Hatip Liseleri’nin sayısında büyük artış oldu aynı zamanda YÖK kuruldu ve şu anda ülkemizde süre gelen ’siyasal islam’ ‘okullarda türban’ gibi pek çok çatışma konusunun temeli atılmış oldu.
ABD’nin, Sovyetler Birliği’ni Yeşil Hilal ile kuşatma, yani Afganistan’dan başlayarak, Orta Asya’daki Türk ve Fars kökenli müslümanların dini inançlarını güçlendirerek zayıflatma tasarısı, Türkiye içinde de uygulandı. Bu uygulama, 12 Eylül 1980 sonrasında geçen 25 yıl içinde, İslamcı muhafazakarlığın yaygınlaşması ve AKP iktidarı ile sonuçlandı.
1983 yılındaki genel seçimde Turgut Özal’ın Başbakan olması ile Türkiye ekonomisinin küresel entegrasyonu başladı. Bu anlamda, tasarlamadan da olsa, 12 Eylül cuntası, içe dönük kapalı bir ekonomiye sahip olan Türkiye’yi olumlu ve olumsuz tüm yönleri ile küresel ekonominin bir parçası haline getiren gelişmeleri tetikledi.
“Bizim çocuklar işi bitirdi..”
İlk kez Mehmet Ali Birand’ın 12 Eylül Saat:04.00 (1984) adlı kitabında ortaya atılan, 12 Eylül Darbesi sırasında dönemin ABD Ulusal Güvenlik Konseyi Türkiye Masası Sorumlusu Paul Henze’in askeri müdahaleyi haber alırken haberi ulaştıran diplomatın yours boys have done it - seninkiler yaptı/bizim çocuklar işi bitirdi - anlamındaki konuşması, 12 Eylül Darbesi içinde ABD’nin rolü konusunda tartışmalara neden olmuştur.Henze’den sonra Ankara’daki çocuklar başardı şeklindeki mesaj Başkan Jimmy Carter’a iletilmiştir.
Paul Henze 2003 yılında bir türk gazetesine verdiği demeçte Bizim çocuklar işi başardı sözlerinin Mehmet Ali Birand’ın uydurması olduğunu belirtmiş.Ancak kısa bir süre sonra Birand 1997′de Henze ile yaptığı görüşmenin sesli ve görüntülü kayıtlarını yayınlayarak Henze’i yalanlamıştır.
12 Eylül’ün Sonuçları
650.000 kişi göz altına alındı
1 milyon 683 bin kişi fişlendi.
Açılan 210 bin davada 230 bin kişi yargılandı.
7 bin kişi için idam cezası istendi.
517 kişiye idam cezası verildi.
Haklarında idam cezası verilenlerden 50’si asıldı (26 siyasi suçlu, 23 adli suçlu, 1′i Asala militanı).
İdamları istenen 259 kişinin dosyası Meclis’e gönderildi.
71 bin kişi TCK’nin 141, 142 ve 163. maddelerinden yargılandı.
98 bin 404 kişi örgüt üyesi olmak suçundan yargılandı.
388 bin kişiye pasaport verilmedi.
30 bin kişi sakıncalı olduğu için işten atıldı.
14 bin kişi yurttaşlıktan çıkarıldı.
30 bin kişi siyasi mülteci olarak yurtdışına gitti.
300 kişi kuşkulu bir şekilde öldü.
171 kişinin işkenceden öldüğü belgelendi.
937 film sakıncalı bulunduğu için yasaklandı.
23 bin 677 derneğin faaliyeti durduruldu.
3 bin 854 öğretmen, üniversitede görevli 120 öğretim üyesi ve 47 hâkimin işine son verildi.
400 gazeteci için toplam 4 bin yıl hapis cezası istendi.
Gazetecilere 3 bin 315 yıl 6 ay hapis cezası verildi.
31 gazeteci cezaevine girdi.
300 gazeteci saldırıya uğradı.
3 gazeteci silahla öldürüldü.
Gazeteler 300 gün yayın yapamadı.
13 büyük gazete için 303 dava açıldı.
39 ton gazete ve dergi imha edildi.
Cezaevlerinde toplam 299 kişi yaşamını yitirdi.
144 kişi kuşkulu bir şekilde öldü.
14 kişi açlık grevinde öldü.
16 kişi kaçarken vuruldu.
95 kişi çatışmada öldü.
73 kişiye doğal ölüm raporu verildi.
43 kişinin intihar ettiği bildirildi.
12 Eylül 1980 faşist darbesi, geliyorum diye bağıra çağıra geldi. Partimiz ve diğer örgütler gelenin ne oluğunun bilincinde olmasına karşın, 12 Eylül’ü önleyici bir şey yapamadı. Faşizm, bir karabasan gibi gelip kentlerimize, caddelerimize, sokaklarımıza kara bayrağını astı. Artık radyolardan sürekli olarak Kenan EVREN’lerin sesini duyduk, televizyonlardan görüntülerini izledik, yazılı basından haberlerini okuduk.
1970′li yıllar dünyada ve ülkemizde, sosyalist savaşımın doruklara çıktığı yıllardı. Afrika’da, Asya’da, Güney Amerika’da emperyalist-kapitalist sistem sürekli olarak geriletilirken, SOSYALİZM geniş emekçi yığınların bir kurtuluş seçeneği olarak başarı üstüne başarı kazandığı bir gerçekliğe dönüşmüştü.
Ülkemizdeyse, geniş halk yığınları yüzünü sosyalizmden yana dönmüş, egemen güçlerin uykularını kaçırmıştı. IMF’nin, Dünya Bankası’nın politikaları, işbirlikçi erkler aracılığı ile uygulanamaz olmuştu. Başta İstanbul olmak üzere sanayi bölgelerinde fabrikaların neredeyse yarısından fazlasında işçiler greve çıkmışlardı. 24 Ocak Kararları’nı egemen erk uygulayacak durumda değildi.
Sermaye, gittikçe güçlenen sosyalistlerin atılımını önlemek için MHP ve yan örgütlerini harekete geçirmiş, onlara bol bol sokak çeteleri kurdurtmuştu. Hemen tüm kentlerimizde, günde 20-30 insanımız yaşamını yitiriyor, sokaklarda kanlı bir kapışma yaşanıyordu. Öğrenciler, polis müdürleri, savcılar, öğretim üyeleri, sendikacılar seçilerek birer birer katlediliyor, cinayeti işleyenlerse bir türlü bulunamıyordu.
Tuzakçıbaşı Demirel’in becerisi ile Milliyetçi Cepheler kuruluyor, siyasi gericilik her gün biraz daha tırmandırılarak, Sol’un ve sosyalistlerin üzerine çullanmakta bir çekince duymuyordu. Sermaye, bilerek ve isteyerek ülkemizi ateşe atmış, korku ve güvensizliğin dozunu her gün biraz daha arttırarak kitlelerin bıkkınlığından sonuç alma yolunu seçmişti. Ülkemizin, dini inanç ve etnik açıdan duyarlı kentleri bilinçli olarak seçilip iç savaş görüntülerini andıran kanlı katliamlar gerçekleştirilerek, yığınların korkuya teslim olmaları istenmişti. Maraş katliamı akıllara durgunluk verecek denli korkunç boyutlara tırmandırılmış, arkasından da Çorum olayları gelmekte gecikmemişti. Sivas’ta, Malatya’ da devletin gözetiminde faşist sokak çeteleri terör estiriyor, büyük kentlerde sıkıyönetim ilan edilmesine karşın olayların ardı arkası bir türlü kesilmiyordu. Özetle; karanlık güçler tarafından kendi çıkarlarına koşullar, adım adım olgunlaştırılıp geliştiriliyordu. Artık 12 Eylül 1980 Faşist darbesinin ucu görünmüş sayılırdı.
Ne var ki, sermaye kitle desteğini arkasına alarak faşist bir diktatörlük kuracak nesnelliğe sahip değildi. MHP ve kitlesi şiştiği kadar şişmiş olmasına karşın, sermaye MHP’ye dayanarak bir gün bile erkte kalamazdı. MHP, sermayeye olan borcunu ödemiş sayılırdı ve devre dışı bırakılmalıydı. Bırakıldı da. 1945 İkinci Paylaşım Savaşı sonrası faşizmin kitle desteği ile erki ele geçirmesinin koşulları yoktu. Dünyanın her tarafında kitleler önemli ölçüde faşizme karşı şerbetlenmiş sayılırdı. Bu yüzden de sermaye, dünyanın her tarafında askeri diktatörlükler aracılığı ile erke el koyuyordu. Üstelik bu konuda sermaye, 12 Mart 1971 faşizmiyle deney sahibiydi de.
Askerlere sıkıyönetim yetkileri verilmiş olması durumu değiştirmemişti. Olaylar önlenemediği gibi, sanki görünmez güçler tarafından sürekli olarak el altından kışkırtılıyordu da. (Bu savımızı, 12 Eylül 1980 faşist darbesinin arkasından olayların şıp diye kesilmesi anlatmaya yeter de artar bile.)
12 Eylül 1980 Sabahı alışık olduğumuz o sesi duyduk. Türk Silahlı Kuvvetleri erke el koymuştu ve bildirge üstüne bildirge yayınlayarak demir yumruğunu da solun ve sosyalistlerin tepesine indirmek üzere eyleme geçmişti. Artık Beşlilerin ağzından çıkan her söz yasa sayılıyor, zaman yitirmeksizin uygulamaya geçiliyordu.
Siyasi partilerin, demokratik kitle örgütlerinin, sendikaların üye ve yöneticilerinin evleri, işyerleri anında basılıyor, üye ve yöneticileri işkenceden geçirildikten sonra tutuklanarak cezaevlerine gönderiliyordu. Tutuklanan kimileri işkencede yaşamlarını yitirirken, kimileri gözaltında kayboluyor, kimilerinin izine ise aylarca rastlamak olası değildi. Ülke, dışarısı ve içerisi ile büyük bir cezaevine çevrilmişti. İşkenceler akıl almaz boyutlarda uygulandığı için bütün yasaklamalara ve saklamalara karşın yapılanların kokusu ta dünyanın öbür tarafında bile duyuluyor, dünyanın bütün gözleri ülkemizdeki faşist işkencecilere çevriliyordu.
12 Eylül faşizminden zarar görenler salt sosyalistler değildi. Zarar görmek için namuslu bir yurttaş olmak bile yeterli nedendi. İşte bu yüzden insanlara büyük acılar yaşatıldı. Biraz daha şanslı olanlar, yakalarını sürgün ve 1402′lik olarak işten atılarak kurtarırken, kimileriyse yıllarını cezaevlerinde geçirerek büyük bedeller ödemek zorunda kaldılar. Mamak, Metris, Diyarbakır ve daha başka cezaevleri bu uygulamaların devamı olarak dünya çapında nam saldı.
Tutuklananlar aylarca ve hatta yıllarca duruşmaya çıkarılmayarak bu cehennem ortamında yaşatıldılar. Sistemli olarak Cezaevlerinde yapılan işkencelerde yaşamlarını yitirenler oldu. İlhan ERDOST kaba dayak yüzünden Mamak’ta beyin kanaması geçirerek yaşamını yitirdi. Daha başkaları aynı sonu paylaşırken çokları da sakat kaldı.
Bütün bu yapılanlara karşı ilerici, devrimci, sosyalist tutuklulardan tavır gelmekte gecikmedi. Cezaevlerinde günlerce süren direnişler başladı. Bu direnişleri ve işkenceleri dışarı yansıtmaması için her türlü yazılı ve sözlü basına yasak kondu ve yıllarca sürecek olan insanlık suçları işlendi.
Artık sermaye rahatına ermiş, astığı astık, kestiği kestik vurgununa ve talanına kavuşmuştu. İşçiler haklarını almak için grev yapamadıkları gibi örgütlenme haklarından da yoksun kalmışlardı. Emekçi kitleler ekonomik boyunduruğa vurulmuş, açlık ve yoksulluğun pençesine atılmışlardı. İşbirlikçi sermayeye ve yabancı emperyalist ortaklarına gün doğmuştu. 24 Ocak kararları silahların gölgesinde uygulanmaya başlanmış, ekonominin dümeni Turgut ÖZAL’ın eline verilmişti. Talan ve köşe dönmecilik yediden yetmişe herkesin ereğine dönüşmüş, insani ne kadar değer yargısı varsa tersine çevrilmişti.
Kenan EVREN, dilinde Kuran ayetleri alanlarda kitlelerin karşısına çıkmış, kendini yalan ayetlere vermişti. Sözümona dinsel öğelerin yapıştırıcılığına soyunulmuş, her köşebaşı Kuran kurslarıyla donatılmıştı. İmamlara Suudi Arabistan kaynaklı parasal destek verilmesi günün modası sayılırdı. Laiklik iki yüzlü Atatürkçü’ler tarafından bol bol konuşulmasına karşın, toplum tarikatçıların otlağına çevrilmişti. O dönemde devlet tarafından iyice palazlandırılan köktendinciler, hem mali açıdan hem de kitle desteği olarak iyice güçlenmişler, yaşamın her alanına sızmışlardı. Gün onların günüydü ve toplumu çağdışı bir karanlık tehdit eder hale gelmişti. Fetullah Gülenler ve daha başka karanlık yüzlü hocalar kıyı bucağı iyice doldurmuşlardı. Amerika tarafından kuruluşu ve erke gelişi desteklenen ANAP tarikatların kontrolünde siyasi gücünün doruğuna gelmişti.
Hangi taşı kaldırsanız altından yolsuzluk fışkırıyordu. Beşlilerden Tahsin ŞAHİNKAYA, yolsuzluğun başını çektiği için, içinde uyuşturucu ticareti yapan Güney Amerika ülkelerindeki generaller de dahil, dünyada 25 zengin generalin arasına giren bir servete sahipti. Bakanların, bürokratların, milletvekillerinin adları yolsuzluklara karışmıştı. Bir başka deyişle; at binenin, kılıç kuşananın’dı. 12 Eylül ve onun himayesinde erkte oturanları en iyi anlatan sözcüklerden biri yolsuzluk sözcüğüydü.
İyice budanmış olan 1961 ANAYASASI, 1982 ANAYASASI ile yürürlülükten tamamıyla kaldırılmış, temel hak ve özgürlükler sonuna kadar kısılmıştı. Yasa yerini keyfiliğe bırakmış, Beşlilerin söyledikleri, yasa yerine geçmişti. 1982 ANAYASASI demokrasi karşıtı bir uygulama ile %90′ları aşan bir çoğunlukla kabul ettirilmiş ve 12 Eylülcülerin yaptıklarından dolayı yargı önüne çıkarılamayacaklarına dair bir yasa maddesi de Anayasa’ya konulmuştu.
Kurulan Sıkıyönetim Mahkemeleri, yöntem ve temel açıdan yasal dayanaktan yoksun olup keyfi bir işlerliğe sahipti. Sanık olarak mahkeme önüne getirilen kimseler düşman muamelesi gördüğü için hiç bir yasal haklarını kullanamaz durumdaydılar. Avukatlar savunmanlık görevini yapmaları için konuşma haklarını kullanamadıkları gibi sık sık yargı heyeti tarafından duruşma salonundan atılıyordu.
Yaşları küçük olmasına karşın, Erdal EREN ve Necdet ADALI ölüm cezası alıyor ve karar hiçbir aşamada düzeltilmeksizin ölüm cezaları infaz ediliyordu. Dönem; Yasaların hiçe sayıldığı bir dönem olup, uygulamalar neredeyse açıktan açığa öç alımına dönüştürülüyordu. Ülke içinde hiç kimse hak ve özgürlüklerini kullanamaz duruma getirilmişti. O dönem, başını Aziz NESİN’in çektiği ve AYDINLAR DİLEKÇESİ olarak bilinen dilekçeciler bile cuntanın hışmına uğramaktan kurtulamamıştı. Tutuklamalar, yargılamalar yıllarca sürmüş, baskı ve yıldırma politikası bir karabasan gibi ben aydınım diyenlerin tepesine çökmüştü.
İç ve dış borçlar 12 Eylülcülerin döneminde neredeyse üçe katlanmış ve ülkenin öz kaynakları faiz ödemelerine harcanır olmuştu. IMF’den, Dünya Bankası’ndan ve emperyalist güçlerden gelen istekler tartışmasız uygulamaya konulmuş, özelleştirme talanını yeni liboşlar bir kurtuluş gibi savunmaya başlamışlardı. Dört eğilimi partisine taşıdığını söyleyen Turgut ÖZAL’ın parlamentoyu taktığı falan yoktu. Bütün kararların ağababası ÖZAL sayılırdı. Ve zaten parlamentodan dişe dokunur bir karar çıkması da eşyanın doğası gereği olanaksız gibiydi. Turgut ÖZAL, partisine dönekleri, dincileri, faşistleri, tatlısu liboşlarını doldurmuş bir padişah havası yaşıyordu.
Kitlelerin yoksulluk düzeyi gitgide artmasına karşın zamların önünü almak olası değildi. Türk parası sürekli olarak değer yitirerek eriyor, dışa bağımlılığın dayanakları her geçen gün biraz daha güçlendiriliyordu. Türk Parasını Koruma Kanunu da iptal edildiği için, Amerikan Doları günlük yaşamımıza neredeyse tamamıyla girmiş bulunuyordu. Artık, Amerika bizi bir kağıt parçasıyla soyup soğana çevirmeye başlamış, üretmeden tüketmek moda bir hastalık haline gelmişti.
Koskoca ülke ekonomik, sosyal, siyasal açıdan 12 Eylülcülerin cenderesi altında iyice sıkıştırılmış, yozlaşmalar uç safhaya varmıştı. Zenginler bir eli yağda bir eli balda dikensiz gül bahçesinde har vurup harman savuruyorlardı. Bütün bunlara karşın bunlara; birisi çıkıp bu suyun bolluğu nereden geliyor diyemiyordu. Kitlelerin uyutulması için bol bol milliyetçilik ve dincilik yapılarak toplum içten içe çökertiliyordu.
Sonuç olarak 12 Eylülcüler ülkemizin kentlerine, sokaklarına, caddelerine faşizmin kara bayrağını asmışlar emekçi kitleleri inim inim inletmişlerdi. Bugün çektiklerimizin neredeyse tamamı 12 Eylülcülerin suçuydu ve yaptıkları yanlarına kar kalmamalıydı.
Tarihimizin yüz karalarından sadece birtanesi olan 12 Eylül darbesi ile ilgili bir yazıyı hem kızarak hemde utanarak yayınladım.Ama bilinmelidirki bugün bunu yapanlar aramızdalar ve kendilerini büyük sanan zavallı küçük adamlar olarak dolaşmaktadırlar.Mutlaka bunun hesabı yargı ile sorulmalıdır.
İDAM EDİLENLER
Adı Soyadı
Tarih
Yer
Necdet Adalı (sol görüşlü)
7 Ekim 1980
Ankara
Mustafa Pehlivanoğlu (sağ görüşlü)
7 Ekim 1980
Ankara
Serdar Soyergin (sol görüşlü)
25 Ekim 1980
Adana
Erdal Eren (sol görüşlü)
13 Aralık 1980
Ankara
Cevdet Karakaş (sağ görüşlü)
4 Haziran 1981
Elazığ
Veysel Güney (sol görüşlü)
10 Haziran 1981
Gaziantep
Ahmet Saner (sol görüşlü)
25 Haziran 1981
İstanbul
Kadir Tandoğan (sol görüşlü)
25 Haziran 1981
İstanbul
Mustafa Özenç (sol görüşlü)
20 Ağustos 1981
Adana
İsmet Şahin (sağ görüşlü)
20 Ağustos 1981
İstanbul
Seyit Konuk (sol görüşlü)
13 Mart 1982
İzmir
İbrahim Ethem Coşkun (sol görüşlü)
13 Mart 1982
İzmir
Necati Vardar (sol görüşlü)
13 Mart 1982
İzmir
Fikri Arıkan (sağ görüşlü)
27 Mart 1982
Ankara
Sabri Altay (adli suçlu)
23 Nisan 1982
Adapazarı
Cengiz Baktemur (sağ görüşlü)
30 Nisan 1982
Elazığ
Şahabettin Ovalı (adli suçlu)
12 Haziran 1982
Sinop
Ednan Kavaklı (adli suçlu)
18 Haziran 1982
Ankara
Ali Bülent Orkan (sağ görüşlü)
13 Ağustos 1982
Ankara
Veli Acar (adli suçlu)
13 Ağustos 1982
Isparta
Eşref Özcan (adli suçlu)
19 Ağustos 1982
Kayseri
Halil Fevzi Uyguntürk (adi suçlu)
29 Aralık 1982
Afyon
Kazım Ergun (adli suçlu)
29 Aralık 1982
Akşehir
Muzaffer Öner (adli suçlu)
29 Aralık 1982
Amasya
Adem Özkan (adli suçlu)
13 Ocak 1983
Balıkesir
Hüseyin Çaylı (adli suçlu)
13 Ocak 1983
Afyon
Osman Demiroğlu (adli suçlu)
13 Ocak 1983
Isparta
Ahmet Mehmet Uluğbay (adli suçlu)
22 Ocak 1983
Akşehir
Ali Aktaş (siyasi)
23 Ocak 1983
Adana
Duran Bircan (adli suçlu)
23 Ocak 1983
Denizli
Levon Ekmekçiyan (Asala)
28 Ocak 1983
Ankara
Ramazan Yukarıgöz (sol görüşlü)
29 Ocak 1983
İzmit
Ömer Yazgan (sol görüşlü)
29 Ocak 1983
İzmit
Erdoğan Yazgan (sol görüşlü)
29 Ocak 1983
İzmit
Mehmet Kambur (sol görüşlü)
29 Ocak 1983
İzmit
Ahmet Kerse (adli suçlu)
30 Ocak 1983
Gaziantep
Rıdvan Karaköse (adli suçlu)
5 Şubat 1983
Akşehir
Cavit Karaköse (adli suçlu)
5 Şubat 1983
Akşehir
Süleyman Karaköse (adli suçlu)
5 Şubat 1983
Akşehir
Fatih Laçinligil (adli suçlu)
24 Şubat 1983
Keşan
Faik Görünmez (adli suçlu)
24 Şubat 1983
Kilis
Mustafa Başaran (adli suçlu)
30 Mart 1983
Edirne
Hüseyin Üye (adli suçlu)
30 Mart 1983
Nazilli
Şener Yiğit (adli suçlu)
20 Nisan 1983
Isparta
Cafer Aksu Altıntaş (adli suçlu)
20 Nisan 1983
Ordu
Abdülaziz Kılıç (adli suçlu)
26 Mayıs 1983
Edirne
Halil Esendağ (sağ görüşlü)
5 Haziran 1983
İzmir
Selçuk Duracık (sağ görüşlü)
5 Haziran 1983
İzmir
İlyas Has (sol görüşlü)
6 Ekim 1984
İzmir
Hıdır Aslan (sol görüşlü)
24 Ekim 1984
İzmir