Babası.................... : İkinci Bâyezîd Han

Annesi.................... : Âişe Hâtûn

Doğumu.................. : 10 Ekim 1470

Vefâtı..................... : 21/22 Eylül 1520

Tahta Geçişi............ : 24 Nisan 1512

Saltanat Müddeti..... : 8 sene 4 ay 28 gün

Halîfelik Sırası......... : 74



Osmanlı sultanlarının dokuzuncusu ve İslâm halîfelerinin yetmiş dördüncüsü. Sultan İkinci Bâyezîd Han’ın oğlu. 10 Ekim 1470’de Âişe Hâtun’dan Amasya’da doğdu. Küçük yaşta İstanbul’a gönderilen Selîm, dedesi Fâtih Sultan Mehmed Han’ın terbiyesinde yetişti. Şehzâde Selîm; Kur’ân-ı kerim, tefsir, hadîs ve fıkıh dersleri yanında yüksek fen ilimlerini de öğrendi. Diğer taraftan ata binmek, güreş tutmak, ok atmak ve kılıç kullanmak da öğretildi. Çok çevik ve zekî idi. Kısa zamanda Arabî ve Fârisi’yi en iyi şekilde öğrendi. Zamanın velîleriyle görüşür, sohbetlerini kaçırmazdı. Babası ikinci Bâyezîd pâdişâh olduktan sonra, askerî sevk ve idare ile devlet yöneticiliğini öğrenmesi için, şehzâde Selîm’i Trabzon’a vâli tâyin etti.

Trabzon’da devlet işlerinin yanında ilimle uğraşır ve büyük âlim Mevlânâ Abdülhalîm hazretlerinin derslerini tâkib ederdi. Bu arada edebiyat ve târih üzerinde de çalıştı. Trabzon’u çok güzel idare eden Selîm’in bu sırada komşu devletler ile de münâsebetleri oldu.

Nitekim o, vâliliği sırasında Trabzonluları rahat bırakmayan Gürcüler üzerine üç sefer yaptı. Bunların en meşhuru 1508 Kütayis seferidir. Bu seferlerde bugün Türkiye toprakları içinde bulunan Kars, Erzurum, Artvin illeri ile on beş mahalli fethederek Osmanlı topraklarına kattı. Buralarda yaşayan Gürcülerin hepsi müslüman oldu. Diğer taraftan İran’da Safevî Devleti’nin başına geçen Şâh İsmail, ülkesinde sünnîliği yok etmek için her türlü zulmü ve işkenceyi yapıyor, onları kendi bozuk fırkaları olan râfiziliğe girmeye zorluyordu. Bununla beraber Şâh propagandacıları vasıtasıyla Anadolu’ya nüfuz ediyor, bu memleketi de hâkimiyeti altına alarak, Osmanlı Devleti’ni yıkmak ve burada da sünnîleri imha etmek istiyordu. Ayrıca onun izinsiz Osmanlı topraklarından geçerek Dulkadiroğulları ülkesinde tahribatta bulunması üzerine şehzâde Selîm de emrindeki cüz’î kuvvetlerle hareketle Akkoyunlu topraklarından Bayburt, Erzincan, Kemah, İspir, Gümüşhane ve Çemişkezek çevresini ele geçirdi. Fakat bütün Akkoyunlu mirasına sâhib olduğunu iddia eden Şâh İsmail, bu toprakları geri almak için kardeşi İbrâhim Mirzâ’yı bölgeye gönderdi. Şehzâde Selîm ise, hızla hareket ederek Erzincan yakınlarında Safevî ordusunu perişan etti ve İbrâhim Mirzâ’yı esir aldı. Şâh’a karşı bu başarıları şehzâde Selîm’e büyük prestij kazandırdı.

Şehzâdenin bu faaliyetlerinden telâşa kapılan Şâh İsmail, Bâyezîd Han’a bir nâme göndererek yaptıklarından özür dilemiş ve şehzâde Selîm’den de şikâyet etmiştir. Nitekim sultan İkinci Bâyezîd’in emri üzerine şehzâde Selîm, Şâh’ın kardeşini serbest bıraktığı gibi; Erzincan, Kemah, Bayburt ve İspir’i Safevîlere geri verdi.

Bu duruma rağmen Şâh İsmail, sultan Bâyezîd’in Anadolu alevîlerine Erdebil’i ziyaret etmelerine izin vermesinden faydalanarak onları kendilerine bağlıyor ve Osmanlı Devleti’ni içerden çökertmeye çalışıyordu. Öte yandan Mısır Memlûklülerini de rakibi Osmanlılar aleyhine daimî olarak kışkırtıyordu. Şahın bu faaliyetleri sonucunda Anadolu’da ortaya çıkan Şahkulu, Baba Tekeli ve Nur Halîfe isyânları binlerce masum kişinin ölmesine sebeb oldu. Şehzâde Ahmed ve vezîriâzam Hadım Ali Paşa kumandasındaki kuvvetler âsîler karşısında bozguna uğradı ve Osmanlı ülkesinde bir otorite boşluğunun doğmasına sebeb oldu. Neticede sultan Bâyezîd’in üç şehzâdesi arasında saltanat mücâdelesi baş gösterdi. Şehzâde Ahmed’in Şâhkulu karşısındaki muvaffakiyetsizliği, şehzâde Korkut’un ise yumuşak tabiatlı olması dolayısıyla yeniçeriler Selîm tarafdârı idi.

Ancak sultan Bâyezîd Han’ın vezirleri şehzâde Ahmed’in pâdişâh olmasını istiyorlardı. Şehzâde Ahmed, pâdişâh olursa yine vezir olabileceklerini, azledilmeyeceklerini biliyorlardı. Pâdişâh’ın meyli de, yaşının büyüklüğü sebebiyle şehzâde Ahmed’e idi. Bu sırada Selîm’in ziyaret maksadı ile Kırım’a gitmesi, aleyhindeki devlet adamlarını harekete geçirdi. Bunlar Selîm’in saltanat için hazırlandığını ileri sürerek, üzerine Rumeli beylerbeyi Hasan Paşa’nın gönderilmesini sağladılar. Hasan Paşa muhârebeye girmeyerek geri çekildi. Bunun üzerine Pâdişâh’ın bizzat Selîm’e karşı harekete geçmesi sağlandı.

Ancak Rumeli akıncı ve sancakbeylerinin istirhamlarıyla muhârebeden vazgeçilerek Sarı Gürz diye meşhur Mevlânâ Nûreddîn ismindeki âlim aracı gönderildi. Şehzâde onu çok iyi karşılayıp, tek düşüncesinin Safevî tehlikesinin kaldırılması ve böylece sünnî müslümanların haklarının korunması olduğunu bildirdi. Ayrıca; “Pâdişâh babamın istekleri benim başımın üzerinedir. Sağlığına duâcıyız. Pâdişâh pederimin sağ kaldığı müddet içinde kimseyi velîahd îlân etmemesini ve Rumeli’de bir eyâletin uhdemizde olmasını isteriz” dedi. Sarı Gürz, durumu Pâdişâh’a bildirdi. Pâdişâh, şehzâdenin bu arzularını kabul etti. Rumeli’de Semendire sancağı tevcih olunarak berâtı gönderildi ve bu sancağa Alacahisar ve İzvornik sancakları îlâve edildi. Sonra da velîahd tâyin etmeyeceğini bildiren bir ahid-nâme yayınladı.

Bu arada vezirler, şehzâde Ahmed’e acele İstanbul’a gelmesi için haber gönderdiler. Şehzâde Ahmed Maltepe’ye kadar geldi ise de ordu, veliahdın İstanbul’a girmesini istemedi. Dîvân, veliahdın sancağına dönmesini emretti. Öte yandan şehzâde Ahmed’in İstanbul’a çağrılması şehzâde Selîm tarafdârlarını harekete geçirdi. İstanbul’da ordu açıkça şehzâde Selîm lehine büyük gösteri yaptı (6 Mart 1512). Büyük oğlunu desteklemekle kan döküleceğini anlayan Sultan, oğlu Selîm’i İstanbul’a davet etti. Şehzâde Korkud çok seviliyorsa da, erkek evlâdı olmadığından ikinci plânda kalmıştı. Şehzâde Selîm, 19 Nisan’da İstanbul’a geldi. Üç yaş büyük olan ağabeyi Korkud, kendisini karşılayarak tebrik etti. Bundan sonra Selîm, Yenibahçe’de kendisi için kurulan çadıra geldi. 24 Nisan 1512’de babası sultan Bâyezîd’in huzuruna girerek el öptü. Sultan Bâyezîd Han, oğlu Selîm’e; “Adaletten ayrılma, âcizlere ve bîçârelere karşı merhametli ol, kimsesizlere şefkat göster, herkesin sana râm olmasını istiyorsan, ulemâya çok saygı göster, zaruret olmadıkça kimseye karşı sert davranma!..” dedikten sonra çok duâlar etti ve pâdişâhlığını Allahü teâlânin mübarek etmesi dileğiyle saltanatı kendisine teslim etti.

Yavuz Sultan Selîm Han, aynı gün, vezirleri, komutanları ve devletin ileri gelenlerini toplayarak; “Pâdişâh olduğum zaman Arabistan’ı Çerkezlerden, Acem ülkesini râfizîlerden temizlemeye ahdettim. Şark ve garbta î’lâ-yı kelimetullah (Allahü teâlânın ismini yüceltmek) için çalışacağım; zâlimlere, evlâdım bile olsa, merhamet etmeyeceğim. Zamanımda boş oturmak ve ahâliye zulmetmek mümkün olmaz, işte, benim hâlim budur. Biraderim ise, rahatı sever ve yumuşak huyludur. Seferden korkmaz ve haddi aşmak istemezseniz bana bîât ediniz. Aksi takdirde şehzâde Ahmed’i seçiniz ki, onun zamanında o da, siz de zevk ve safânızla meşgul olasınız...” diyerek üstün gayretlere îtinâ gösterdiğini, fakat dünyâ devletini arzulamadığını açıklamış oldu. Babası İkinci Bâyezîd Han’ı, yılda iki milyon akçe tahsisatla Dimotoko’ya, büyük hürmet göstererek maiyyetiyle beraber yolcu etti. İkinci Bâyezîd Han, 26 Mayıs 1512’de yolda vefât edince, cenazesini İstanbul’a getirtti. Bâyezîd Câmii yanına defnettirip, üzerine bir türbe yaptırdı.

Sultan Selîm Han, tahta geçtikten sonra, önce devletin iç işlerini yoluna koymaya çalıştı. İsyan çıkarmak için harekete geçen, Anadolu’da kendilerine pek çok tarafdâr toplayan kardeşlerine birer mektup yazdı. Mektubunda; “Yaptığınız bu hareketler ve devletin paylaşılması gibi istekleriniz, hiç bir suretle kabul edilemez. Bir kaç günlük ömür için fitne ve fesat çıkararak, memleketi harâb etmektense, Allahü teâlânın takdîrine boyun eğmek en iyi hareket olur. Böyle yapılıp, husûmetten el çekildiği ve bir müslüman ülkesinde oturmayı kabul ettiğiniz takdirde, aramıza düşmanlık girmeyecektir. Ayrıca ihtiyaçlarınız tamamen karşılandığı gibi bu tarafta kalan mal-mülk ve çoluk-çocuğunuz için de, arzunuz yerine getirilecektir. Aksi takdirde, Allahü teâlânın irâdesi ne ise o olacaktır” yazıyordu. Buna rağmen kardeşleri şehzâde Ahmed ve şehzâde Korkud, etraflarına asker toplamaya devam ettiler. Yavuz Sultan Selîm Han, memleketin birlik ve beraberliğini sağlamak, isyânı bastırmak için, kardeşleri ile mücâdele etmeye mecbur kaldı. İstemeyerek, üzülerek, yaptığı bu mücâdelelerde galip gelerek isyânları bastırdı. Elebaşlarını öldürttü. İsyanı kışkırtan, kendisini istemeyen sadrâzam Mustafa Paşa’yı îdâm ettirdi.

Yavuz Sultan Selîm Han, ülke içinde hâdise çıkartan ve ilerisi için büyük tehlike olabilecek râfizî faaliyetlerin teşvikçisi, doğudaki Safevî Devleti’ne karşı sefere çıkmadan, batı, kuzeybatı ve güney hududlarını emniyete aldı. Eflâk, Boğdan, Macar, Venedik ve Mısır elçileriyle sulhun devamını, te’yîd eden anlaşmalar imzaladı. Bu sırada, Akkoyunlu Devleti’ni ortadan kaldıran, Azerbaycan, Irak-ı Acem, Irak-ı Arab ve İran’ı ele geçirerek Ceyhun nehrine kadar hududunu genişleten Şâh İsmail, sünnî özbekleri de yendikten sonra, Anadolu’ya yönelmişti. Gönderdiği dâî ve halîfeleri vasıtasıyla Osmanlı hududları içinde yaşayan şiîleri kendisine bağlıyor ve fırsat buldukça da isyânlar çıkarıyordu.

Yavuz Sultan Selîm Han ise, Şâh İsmail’in bu tehlikeli teşebbüslerini önlemenin tek çıkar yolunun, Anadolu’da Şiîliğin gelişmesini önlemek, hattâ kökünü kazımak olduğunu biliyor, İslâm’ı bütün dünyâya hâkim kılabilmek için Osmanlı Devleti’nin dünyânın en büyük ve kudretli devleti hâline gelmesi zaruretine inanıyordu. Bunun için İran’da kurulan şiî devletlerin ikide bir Osmanlı Devleti’ni tehdîd etmesine ve batıya karşı açılan her seferde Osmanlıyı arkadan vurmasına son vermek emelinde idi Zîrâ Osmanlı Devleti’nin en büyük asker kaynağı Türk ve müslüman nüfûsun yaşadığı Anadolu idi. Buranın emniyette olmaması, devletin başına her an büyük gaileler açabilirdi. Sultan Selim, bütün bunları düşünerek Trabzon vâliliğinden beri Şâh İsmail’in Osmanlı ülkesindeki faaliyetlerini yakından takip etmiş, İran içlerine seferler düzenleyerek şiîlerin Anadolu’daki faaliyetlerine mâni olmaya çalışmıştı. Pâdişâh olduktan sonra, bu faaliyetlerin önüne bütünüyle geçmek için köklü tedbirler almaya başladı. Topladığı olağanüstü dîvânda, Şâh İsmail’in İslâm’a verdiği zarar ve Ehl-i sünnete yaptığı saldırıları inceden inceye bir bir anlattı. Dîvânda yapılan uzun müzâkerelerden sonra, İran’a sefere karar verildi. Dîvânın bu karârı üzerine görüşleri alınan o devrin âlimlerinden Molla Arab lakabıyla meşhur, Muhammed bin Ömer, Sarı Gürz lakâbıyla meşhur Nûreddîn Hamza, Zenbilli Ali Cemâli Efendi, Ahmed ibni Kemâl Paşa ve daha pek çok âlim böyle bir cihâdın farz olduğuna, Şâh İsmail’e haddinin bildirilmesi lâzım geldiğine dâir fetva verdiler.

Bu sırada Şâh İsmâil Anadolu’ya sapık inanışlarını yaymak için şeyh kılığında gönderdiği dâîler vasıtasıyla geniş bir propagandaya girişmiş, aslından uzaklaşıp sapıtan bektâşî tekkelerini ele geçirerek, bâzı saf kimseleri kendi tarafına çekmişti. Şehzâdeliğinden beri bu şiî dâîlerini takip ve bir kısmını tespit eden Yavuz Sultan Selim Han, İran’la yapılacak harpte, memleket içinde bulunan şiîliği benimsemiş kişilerin isyânlar çıkararak devletin başına büyük gaileler açabileceğini düşünmüştü. Bu sebeple Anadolu’daki beylerbeyi ve sancakbeylerine nâmeler göndererek, bölgelerindeki Şâh İsmâil tarafdarlarının listesini istedi. Tesbit edilenleri şiddetle cezalandırıp faaliyetlerine son verdi.

Yavuz Sultan Selîm hazırlıklarını tamamladıktan sonra. 20 Nisan 1514’de Üsküdar’a geçerek, ordu-yı hümâyûn ile İran seferine çıktı. İzmit’e vardığında, Şâh İsmail’e bir mektup göndererek, üzerine yürüdüğünü resmen bildirdi. Ordu-yı hümâyûn Yenişehir’e geldiğinde Anadolu ve Rumeli beylerbeyleri kuvvetleri ile orduya katıldı. 20.000 tımarlı sipahiden meydana gelen öncü ordusuna vezir Dukakinzâde Ahmed Paşa tâyin edildi. 2 Haziran’da Sivas’a varan Sultan, 140.000 asker 5.000 zahireci ve 60.000 deveye yüklenen orduyu yoklamaya tâbi tutup, muhtemel bir şiî ayaklanmasını önlemek ve yiyecek tedâriki yapmak üzere İskender Paşa kumandasındaki 40.000 askeri burada bıraktı.

Koçhisar (Hafik) kazasına gelinince harp tertîbâtı alındı ve bundan sonra bu tertip üzere gidildi. Akşehir ve İran’la hudut olan Su şehrinden îtibaren Safevî Devleti’nin topraklarına girildi. Bundan sonra Safevîlerin, geçiş yollarını tahrip etmelerinden dolayı ordunun durumu müşkülleşmeye başladı. Osmanlı hükümdarı, bu sefere giderken Dulkadir beyi Alâüddevle’ye nâme yollayarak kendisini harbe iştirake davet ettiyse de, Alâüddevle bu teklife yanaşmadığı gibi, zahîre kollarını da vurmak suretiyle orduyu sıkıntıya soktu.

Osmanlı ordusu mütemadiyen ilerliyor ve bu harabelerde yiyecekten sıkıntı çekiliyordu. Fakat bu sıkıntı darlık olup kıtlık değildi. Çünkü ihtiyat olarak gemilerle Trabzon’a naklolunan erzak ve mühimmatdan bir çoğu deve ve katırlarla orduya sevk olunmakta idi. Bundan başka Gürcü hükümdarına da orduya yiyecek yollaması için nâme gönderilmişti.

Ordunun harap yerlerde müşkilâta düşmesi Şâh İsmâil ile muhârebe aleyhdârlarına fırsat verdi ve yavaş yavaş askeri tahrik ettiler. Fırat kenarına ve Erzincan’a gelindiği zaman asker, kumandanlar ve vezirler düşmanın meydanda olmamasından dolayı daha ileri gidilmiyerek geri dönmek hususundaki arzularını Pâdişâh’a söylemek istediler. Pâdişâh bir münâsebetle Erzincan’dan Azerbaycan’ın merkezi plan Tebriz’in kırk merhale olduğunu beyân edip o tarafa gidileceğini söylediği zaman devlet erkânı muzdarip oldu ise de korkularından bir şey söyleyemediler. Ancak daha ileri gidilmemesi için, Karaman vâlisi olup Pâdişâh’ın pek sevip itimât ettiği Hemdem Paşa’yı ileri sürdüler. Hemdem Paşa, durumu Pâdişâh’a îzâh ederek geri dönmenin daha uygun olacağını söyleyince, sultan Selîm onu derhâl öldürttü. Şeyhülislâm; “Hemdem Paşa’yı hangi hükme dayanarak katlettirdiniz?” diye sorunca; “Allahü teâlâ meâlen buyuruyor ki: “(Ey Peygamberim! Eshâbının) iş hususunda fikirlerini al (müşavere et)! Müşavereden sonra da bir şeyi yapmaya karar verdin mi, artık Allahü teâlâya güven ve dayan! Gerçekten, Allahü teâlâ tevekkül edenleri sever” (Âl-i İmrân sûresi 159) âyet-i kerîmesine muhalefet ettiği için öldürttüm. Biz bu cihâda çıkarken vezirler, âlimler ve komutanlarımızla müşavere ettik. Karar verdik. Allahü teâlâya tevekkül ederek yürüdük. Hemdem’in yerine oğlum Süleymân bile olsa, aynı şekilde boynunu vurmaktan asla çekinmezdim” dedi. Bunun üzerine yeniçeri bir müddet şikâyetlerini bıraktı.

Ordu, 14 Ağustos’ta Eleşkirt civarına geldiğinde, yeniçeriler yeniden isyânkâr konuşmalarına başladılar. Nihayet beş yüz kadar yeniçeri, konaklanan bir yerde Pâdişâh’ın otağına ok atıp, ateş açmaya başladılar. Bunun üzerine çadırından dışarı çıkan sultan Selîm Han, derhâl atına binerek askerin içine girdi ve; “Bre câhiller! Karar verdik, İ’lâ-yı kelîmetullahı yaymak ve yüceltmek için yola çıktık. Düşmanla karşılaşmadan da geri dönmemiz mümkün değildir. Ne gariptir ki, Şâh’ın adamları bâtıl inanışları uğrunda efendileri için can verirken, içimizdeki bazı gayretsizler bizi hak yoldan döndürmeye uğraşıyorlar. Fakat biz yolumuzdan aslâ dönmeyecek, emre itaat edenlerle birlikte hedefimize kadar gideceğiz. Bâzıları hanımını hayâi edip, yol yorgunluğunu bahane ederek; “Bundan öte gidemeyiz” derler. Bunun gibiler, kendilerini bilirler. Geri dönerlerse, dîn-i mübîn yolundan dönmüş olurlar. Eğer er iseniz benimle geliniz. Yoksa Şâh oğlunun karşısına tek başımıza çıkarız” diyerek atını ileri sürdü. Bu dokunaklı sözlerden sonra, hiç kimse muhalefet etmedi ve Sultan’ın arkasında yürümeye başladı.

Sultan Selîm Han, ordusuyla Kazlıgöl mevkiine geldiğinde, Şâh İsmail’in Çaldıran’da olduğu haberi geldi. Osmanlı ordusu, 22 Ağustos günü Çaldıran’ın Akçay vadisi tepelerinde konakladı. Toplanan dîvânda bâzı vezirler askerin yirmi dört saat dinlendikten sonra muhârebeye girilmesini tavsiye ederlerken, bâzıları derhâl muhârebeye başlanılmasını, yoksa şiî casusların ordunun maneviyâtını bozacağı görüşünde idiler. Pâdişâh da derhâl savaşma fikrinde olduğu için, ertesi sabah muhârebeye karar verildi. Yavuz Sultan Selîm o geceyi, sabaha kadar ibâdet ve Allahü teâlâya yalvarmakla geçirdi. 23 Ağustos sabahı Osmanlı ordusu harb nizâmı aldı. Ordunun sağ kolunu Anadolu beylerbeyi Sinân Paşa ile Zeynel Paşa’nın emrindeki Anadolu ve Karaman kuvvetleri, sol kolunu ise Rumeli beylerbeyi Hasan Paşa kumandasındaki Rumeli askerleri teşkil ediyordu. Sultan merkezde, her zamanki gibi sipâhî, silahdâr, ulûfeci ve gurebâ bölükleri ile çevrilmiş olup, yanında sadrâzam Hersekzâde Ahmed Paşa, vezir Dukakinoğlu Ahmed Paşa, vezir Mustafa Paşa, Ferhad Paşa, Karaca Paşa gibi devlet ricali bulunuyordu.

Yorgun Osmanlı piyadelerini, ordusunun büyük bir kısmını meydana getiren süvariler ile imha etmek düşüncesinde olan Şâh, 23 Ağustos sabahı hücum emri verdi. Askerleri “Şâh, Şâh!” sesleri ile saldırdılar. Yavuz Sultan Selîm Han ordusunu son bir kez gözden geçirdikten sonra; “Yâ Allah! Bismillah! Allahü Ekber!” diyerek hücum emrini verdi. Osmanlı ordusu; tekbîrlerle çığ gibi Şâh’ın ordusuna yüklendi. Osmanlı ordusunun ustaca manevraları sayesinde İran ordusu kısa zamanda dağılmaya başladı. Askerinin dağıldığını gören Şâh, durumun kendisi için çok tehlikeli olduğunu anlayınca, yaralı bir vaziyette taht ve hanımını harb meydanında bırakarak kaçmak zorunda kaldı. Savaş, Osmanlıların galibiyeti ile bitti. Târihin en büyük meydan muhârebelerinden birini, Allahü teâlânın izni ile kazandığını gören Yavuz Sultan Selîm Han, şükür secdesine kapandı. Sevinç göz yaşları dökerek, Allahü teâlâya hamd etti (Bkz. Çaldıran Muhârebesi).

Yavuz Sultan Selim Han bu zaferi ile; Anadolu’da müslümanlar arasında yayılarak Eshâb-ı kiram düşmanlığını körükleyen, Türk dünyâsının inanç birliğini bozmaya çalışan sapık inanç sahiplerini temizledi. Bu bozuk inancın yayılmasını önledi. Böylece Ehl-i sünnet itikadını kuvvetlendirerek, İslâm’a büyük hizmette bulundu.

Çaldıran zaferinden sonra, Yavuz Sultan Selîm ordusu ile Tebriz’e girdi. Büyük Câmii’de kılınan ilk Cuma namazında hutbe sultan Selîm adına okundu. Selîm Han, Tebriz’de câmiler ve medreselerin îmârı ile uğraştı. Şehirdeki bütün âlimlere ve san’at sahibi olgun kimselere pek ziyâde alâka ve iltifat gösterdi. Sultan Selîm Han, 15 Eylül’de Tebriz’den ayrılarak Karabağ’a oradan Amasya’ya geldi. Kışı burada geçiren sultan, ilkbaharda tekrar İran seferine çıkacağı için top ve cephaneyi Şarkî Karahisar’da bırakmıştı. Ancak 1515 Şubat’ında Sultan’ı İran seferinden alıkoymak isteyen bâzı devlet adamları tarafından yeniçeri tekrar ayaklandırıldı. Ayaklanma sebebini araştıran Yavuz Selîm, sadrâzam Dukakinzâde Ahmed Paşa’nın bu olayda parmağı olduğunu görerek îdâm ettirdi ve bir müddet sadârete kimseyi tâyin etmedi.

Kışı Amasya’da geçiren Yavuz Sultan Selîm Han, askerin vaziyeti sebebiyle İran üzerine tekrar sefer yapılamıyacağını anladıktan sonra, doğu ve güney hududlarına âit bâzı yerleri ele geçirmedikçe emniyet sağlanamıyacağı için Kemah seferine çıktı ve kaleyi fethetti. Sultan’ın niyeti bütün Anadolu’yu düşmandan temizlemekti. İran seferi sırasında Dulkadiroğlu Alâüddevle’nin Şâh’a karşı harbe iştiraki istenmişti. O bunu kabul etmediği gibi kendisine bağlı bâzı aşiret reisleri de Osmanlı zahire kollarını vurmuştu. Ayrıca Alâüddevle, Safevîlere ve Mısır Memlûklülerine yardımda bulunuyordu. Hâlbuki Dulkadiroğlu Alâüddevle’nin ablası Yavuz Sultan Selîm’in babaannesi idi. Buna rağmen Alâüddevle, sultan Selîm’e karşı düşmanca hareketlerden geri durmadı. Sultan Selîm, Dulkadiroğlu’nun üzerine Şehsüvaroğlu Ali Bey’i gönderdi. Ali Bey, kısa zamanda Dülkadiroğullarına âid toprakları Osmanlı Devleti’ne kattı.

Safevî Devleti’nin batı sınırındaki şehir ve kalelerden en önemlisi Diyarbakır idi. Sultan Selîm, Diyarbakır’ın alınmasına karar verip, Osmanlı Devleti’ne gelmiş olan meşhur âlim İdris-i Bitlisî vasıtasıyla bu şehri sulh yoluyla almaya çalıştı ve bunda muvaffak oldu. Diğer taraftan yine İdrîs-i Bitlisînin yardımıyla Mardin de Osmanlı topraklarına katıldı. Sultan Selîm, aslen Diyarbakırlı olan Ahmed Bey’i vâli tâyin etti. İdrîs-i Bitlisî, bölgenin Ehl-i sünnet olan yerli beyleri ile görüşerek onları Osmanlı Devleti tarafına çekti. Böylelikle Urmiye, İtak, İmadiye, Siirt, Eğil, Hasankeyf, Palu, Bitlis, Hizran, Meyyâfârikîn, Cizre vesaire yirmi beş bölge beyi devlete itâat edip, eskisi gibi yerlerini idare etmek üzere berâtlar gönderildi.

Temmuz başlarında ordu ile İstanbul’a dönen Yavuz Sultan Selîm Han, ilk iş olarak, yeniçeri ordusunda ıslâhat yaptı. Çaldıran savaşında yeniçeriyi isyâna sevkeden vezir İskender Paşa’yı sekbanbaşı Balyemez Osman Ağa’yı îdâm ettirdi. Sultan, bu hâdiseden sonra askeri tahrik edeceklerini göz önüne alarak ocaktan yetişenlerden yeniçeri ağası olma usûlünü kaldırdı ve saraydan yetişme, itimâda lâyık olanlardan ağalığa tâyin usûlünü getirdi. Fitneyi yatıştırdıktan, askerin itaatinden emin olduktan sonra, tekrar doğu seferine çıkmak için hazırlıklara girişti. Osmanlı Devleti’nin Ortadoğu’daki hâkimiyetinin genişlemesi, Suriye, Filistin, Arabistan yarımadası, Mısır ve Kuzey Afrika’nın doğusuna hâkim Memlûklü sultânı Kansuh Gorîyi harekete geçirip, tedbir almaya sevk etmişti. Şâh İsmâil de Memlûklü sultânına elçiler göndererek sıranın Memlûklülere geleceğini bildirmesi üzerine, Kansuh Gorî, Şâh İsmâil ile ittifak kurdu.

Sultan Selîm Hân, istihbarat teşkilâtı vasıtasıyla Şâh İsmâil Kansuh Gorî ittifakını haber alınca, 1516’da sadrâzam Sinân Paşa’yı kırk bin kişilik bir kuvvetle Safevîler üzerine gönderdi. Sinân Paşa Diyarbakır’a kadar giderek, burada orduyu dinlendirecek ve geriden gelecek olan sultan Selîm Han’ı bekleyecekti. Sinân Paşa ordu ile Maraş’a geldi. Maraş’tan Diyarbakır’a gidebilmesi için Memlûklü idaresinde bulunan Malatya’dan geçmesi gerekiyordu. Sinân Paşa, hududdaki Memlûklu beylerinden geçmek için izin istedi. Memlûklü sultanı Kansuh Gorî buna izin vermediği gibi, elli bin kişilik bir ordu ile Şam’a geldi. Sinân Paşa durumu Yavuz Sultan Selîm’e bildirdi. Bunun üzerine Selîm Han, dîvân toplayıp, müslümanlara işkence ve eziyet edip, Eshâb-ı kiram (r. anhüm) ve Ehl-i sünnet âlimlerini kötüleyenlere karşı sefere giderken, buna mâni olmak isteyen müslüman bir devlete karşı girişileceği seferin meşruluğuna dâir fetva istedi. Devrin meşhur âlimlerinden olan şeyhülislâm Zenbilli Ali Efendi; “Sapıklara yardım eden de cezalandırılır” mânâsında fetva verdi. Sultan Selîm fetvayı almış olmasına rağmen, Memlûklülere Bursa kâdısı Zeyrekzâde ile Karaca Paşa’yı elçi gönderdi. Lâkin elçi hey’etinin Haleb’de Memlûk sultânı tarafından hakarete uğraması ve hapsedilmesi üzerine Sultan Selîm 1516 Haziran’ında Üsküdar’dan hareket etti. Ordu-yı hümâyûn yirmi beş günde Konya’ya ulaştı. Daha sonra Elbistan’da Sinân Paşa kuvvetleri ile birleşti. Bu sırada Şam’da bulunan Mısır sultânı ordusuyla Mercidâbık ovasına hareket edip karargâh kurdu. Yavuz Selîm de yol üzerinde bulunan Malatya’yı alarak Tel-Habeş mevkiine vardı. Ertesi gün Osmanlı ordusu Halep’ten geçerek, Dâvûd aleyhisselâmın makamı önünden Mercidâbık çölüne indi ve bir su kenarında karargâh kurdu. 24 Ağustos 1516’da iki ordu Mercidâbık çölünde karşılaştı. Her iki ordunun mevcudu 60.000 civarında idi. Osmanlı ordusu ateşli silâhlar, teşkilât, kumanda hey’eti, sevk ve idare; Memlûklü ordusu ise süvârî kuvvetleri bakımından üstündü.

Muhârebe günü Osmanlı ordusu hilâl şeklinde bir düzene geçti. Sultan Selîm her zamanki gibi yeniçeri ve azaplar ile merkezde idi. Sağ kanada Anadolu beylerbeyi Zeynel Paşa kumanda ediyordu. Karaman beylerbeyi Hüsrev Paşa, Şehsüvaroğlu Ali Bey ve Ramazanoğlu Mahmûd Bey, Zeynel Paşa’ya yardım edecekti. Sol kanada Rumeli beylerbeyi Küçük Sinân Paşa kumanda edecekti. Diyarbakır beylerbeyi Bıyıklı Mehmed Paşa, İsfendiyaroğlu Mehmed Paşa, Mengli Giray’ın çocukları, Saadet ve Mübarek Giray da Sinân Paşa’ya yardım edeceklerdi. Piyadenin önündeki zincirlerle birbirine bağlı olan üç yüz top zamanı gelince ateşlenecekti. Memlûklu ordusunda ise sultan Kansuh Gorî ordu merkezinde, Haleb naibi Hayırbay sağ kolda, Şam naibi Sibay ise sol kolda yer almıştı.

Şiddetle cereyan eden savaşın seyrini Osmanlı ordusunda bulunan toplar değiştirdi. Mısır askeri geri çekilmeye başladı. Bir ara Mısır askeri mızraklarının uçlarına Kur’ân-ı kerîm sayfaları bağladılar. Bu durumu gören Yavuz Selîm Han, derhâl ileri atılıp; “Bunlar hem râfizîye yardımcı olurlar, hem de Kur’ân-ı kerîmi hilelerine hüccet ederler” diyerek durulmaması emrini verdi. Memlûklü askeri perişan oldu. Ordusunun mağlûb olduğunu gören Kansuh Gorî kederinden öldü (Bkz. Mercidâbık Muhârebesi).

Mercidâbık’ta kazanılan zafer; Osmanlı Devletine dînî, siyâsî, askerî, iktisadî pek çok faydalar sağladı. Hilâfetin, Osmanlı hânedânına geçme yolu açılmış oldu. Doğuda Osmanlı Devleti’nin son rakibi Mısır-Memlûklü Devleti ortadan kaldırılma sınırına geldi. Güneydoğu Anadolu’nun Osmanlı topraklarına katılmasıyla Türk birliği tamamlandı. Mısır ve Arabistan yolu açıldı.

Yavuz Sultan Selîm Han, esir alınan son Abbasî halîfesine büyük hürmet göstererek Kahire’ye gönderdi. Muzaffer Osmanlı ordusu, 28 Ağustos’ta Haleb’e girdi. Yavuz Sultan Selîm 27 Eylül’de Şam’a geçti ve burada üç ay kaldı. Bu müddet zarfında askerini dinlendirdiği gibi hem de etrafındaki Safed, Nabtus, Kudüs, Adun, Gazze gibi şehirlerin kendisine itâatini sağladı.

Kansuh Gorî’nin ölümü üzerine, yerine vekil olarak bıraktığı Emîr Tomanbay Mısırda hükümdar îlân edildi (Kasım 1516). Bu sırada toplanan Osmanlı dîvânında Mısır’ın fethi için alınacak tedbirler görüşüldü. Bu itibarla Mısır’a yeni seçilen hükümdar Tomanbay’a bir elçi gönderilmesine karar alındı. 1516 Aralık ayında Tomanbay’a gönderilen nâmede, Yavuz Sultan Selîm Han kendisine tâbi olunduğu takdirde Gazze’den itibaren Mısır’ı kendisine bırakacağını bildiriyordu. Sultan Selîm, ayrıca Mısır beylerini Osmanlılara itaate davet eden mektuplar yolladı. Fakat yeni Mısır hükümdarı ve beyleri, Sultan Selîm’in Sina çölünü aşıp Mısır’a geleceğini sanmıyorlardı ve bu çok zor bir işti. Bu yüzden Tomanbay, Yavuz Sultan Selîm Han’ın gönderdiği elçileri öldürttü. Casusları vasıtasıyla durumu öğrenen Yavuz Selîm hiddetlenerek; “Bu Tomanbay hâlâ kim olduğumuzu bilmez. Vaktiyle bütün dünyânın, alınması imkânsızdır dediği İstanbul’u dedemiz Cennetmekân sultan Mehmed fethetmiştir. Biz de onun torunuyuz ve Mısır’ı bi-iznillah alacağız, Zirâ İslâm milletinin ikibaşlılığa tahammülü yoktur!..” demekten kendini alamadı.

Osmanlı ordusu, Şam’dan hareketle on beş günde Kudüs’e geldi. Bu sefer sırasında karşılaşılacak güçlükler hesâb edilerek, on beş bin deve ve otuz bin su kırbası te’min edilmişti. Kudüs-i şeriften ayrılan sultan Selîm Han, 9 Ocak’ta Sina Çölüne geldi. Bu kum deryası, bir yanardağ krateri gibi kaynıyordu. İmparator Tîmûr Han; Hindistan’ı, İran’ı, Anadolu’yu ve Bağdâd, Haleb, Şam gibi pek çok Arab şehirlerini fethedip geçmişti. Ancak buraya geldiği zaman, çaresiz kalarak geri dönmüştü.

Sultan Selîm Han, burada iken Mısır seferi harekâtı hakkında yanındaki devlet erkânıyla müzâkerelere başladı. Bu sırada vezir Hüseyin Paşa; ordunun yorgun olduğunu ve bugüne kadar yapılan fütûhatın kâfî geleceğini ileri sürerek, susuz çöllerden ordu geçirmenin imkânsızlığını ve geri dönmenin zamanı geldiği şeklinde sözler sarfetti. Bir konu hakkında karar verilmeden önce dîvânda bütün üyelerin görüşlerini alan, fakat karar verildikten sonra bunun aksine söz sarfedenleri şiddetle cezalandıran sultan Selîm, derhâl Paşa’nın çadırının yıkılmasını emretti. Bu onun îdâmına işaretti. Nitekim derhâl îdâm edildi. Pâdişâh’ın bu hareketi üzerine artık hiç kimsede îtirâz imkânı kalmadı.

Yavuz Sultan Selîm Han, ordusunu bütün mevcuduyla bu çölden geçirip Mısır’ı fethe niyet etmişti. Her zaman olduğu gibi keşîf kolu çıkartılarak, geçit yerleri tesbit edildi. Bu iş için vezir Hüsâm Paşa vazifelendirildi. Bir süre sonra Hüsam Paşa geri dönerek, Sultan’a; “Bizi af buyurunuz Sultân’ım! Velâkin bu kızgın çöl deryasını geçmek insanoğlu için mümkin değildir diye düşünürüz devletlüm. Hele hele piyade askeriniz çöl ortasına varmadan buharlaşırlar Sultan’ım!” dedi. Sultan Selîm’in hiddetten şah damarı kabardı ve Allahü teâlânın Kur’ân-ı kerîmde dünyâdaki her şeyi insanoğlunun emrine verdiğini bildirdiğini söyledi. Daha sonra Hüsam Paşa’yı azletti. Eğer Osmanlı Sultan’ı bir an tereddüt gösterseydi, Hüsam Paşa gibi düşünenlere engel olunamazdı.

Yavuz Sultan Selîm; “Allahü teâlânın yardımıyla bu çölü geçmek bize nasîb olur inşâallah” diyerek atını çöle sürdü. Arkasından Osmanlı ordusu, normal bir ovada hareket ediyorcasına alevli Sina çölüne girdi. Çölde, gündüzleri dayanılmayacak kadar sıcak, geceleri de dondurucu soğuk oluyordu. Bir ara Sultan Selîm, atından indi ve yaya olarak yürümeye başladı. Bunu gören devlet erkânı ve süvari birlikleri de atlarından inerek yaya yürümeye başladılar. Herkes bunun sebebini merak ediyordu. Durumu öğrenmek isteyen Hasan Can, Sultan’a yaklaşarak; “Hayırdır inşâallah Sultan’ım! Bütün ordu, devletlü Pâdişâhımız acep niçin yaya yürürler?” diye merak eder” diye sorunca, büyük Sultan şöyle cevap verdi: “İki cihân sultânı Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem önümüzde yaya yürürken, biz nasıl at üzerinde olabiliriz Hasan Can?..” Bir süre sonra Sultan tekrar atına bindi. Ordu-yı hümâyûn çölde büyük bir hızla ilerlerken, su bitmişti. Herkes susuz bir hâlde iken, yavaş yavaş başlayan yağmur, sağnak hâline çevirdi. Yıllardır yağmur yüzü görmeyen Sina çölünün kaygan kumları sertleşti, yürümek kolaylaştı. Osmanlı ordusu Sina çölünü günde ortalama otuz kilometre yürüyüşle bir haftada geçerek, harb târihinde rekor yaptı.

Osmanlı ordusu, 21 Ocak 1517’de Kâhire’ye çok yakın Birket-ül-Hac mevkiinde konakladı. Memlûklü sultânı Tomanbay, Sâlihiye’de mevzilenmek istedi ise de beylerinin isteği üzerine Ridâniye’de mevzîlenmek mecburiyetinde kaldı. Memlûklü ordusu elli bin kişilik bir kuvvet ve Avrupa’dan te’min edilen iki yüz toptan meydana gelmişti. Tomanbay’ın harb cephesi, Kâhire’nin kuzeydoğusundaki el-Mukattam dağından solda Nil nehrine kadar uzanmıştı. Bu mevziin önü açıktı. Sina çölünden gelen yolu kapsayan ve kontrol altında bulunduran bir durumda idi. Siperlerin gerisine sabit bir şekilde iki yüz top gömülmüştü. Tomanbay’ın hedefi, Osmanlı taarruzunu topçu ateşi ile kırdıktan sonra hassa kuvvetleri ve süvariler ile sarıp Osmanlı ordusunu tamamen imha etmekti.

Osmanlı ordusunun sağ kanadına Anadolu beylerbeyi Mustafa Paşa, sol kanadına Rumeli beylerbeyi Küçük Sinân Paşa, merkeze ise, sadrâzam Hadım Sinân Paşa kumanda ediyordu. Sultan Selîm Han, Tomanbay’ın tertibatını öğrendikten sonra, askerî dehâsını gösterecek olan bir plân tatbit etmek istedi. Araziyi tedkîk ettirip, ordusunun bir kısmını el-Mukaftam dağının arkasına geçirmek istedi. Nitekim Ridâniye mevzilerine cepheden taarruz vazifesi yapacak ihtiyati kuvvetleri bıraktıktan sonra, asıl kuvvetler ile 21/22 Ocak gecesi el-Mukattam dağını dolaşarak bir çevirme manevrası ile Memlûklü ordusunun gerisine geçti ve muhârebe düzeni aldı. Sultan Selîm Han, Memlûklülerin beklemediği bir istikâmetten taarruz etmekle, Mısırlıları baskına uğratıp, tatbik edecekleri plânları bozarak uzun zamandan beri büyük emekler ile hazırladıkları mevzii ve topları muhârebe dışı bırakacaktı. 22 Ocak sabahı harb başlamadan önce iki tarafın muhârebe düzeni bu hâldeydi.

Târihe Ridâniye muhârebesi olarak geçen muhârebe, 22 Ocak 1517 günü sabahı erken saatlerde başladı. Yavuz Sultan Selîm’in uyguladığı plândan dolayı, Tomanbay şaşırdı ise de kısa sürede şaşkınlığını atarak karşı saldırıya geçti. Merkezdeki saflar birbirine girip, iki taraf da kıyasıya bir muhârebeye tutuştu. Yakın muhârebe, her iki tarafın kayıplarının artmasına sebeb oluyordu. Tamamen Osmanlı ordusu tarafından kuşatılan Tomanbay, kumandanlarından Alanbay ve Kurtbay’ı alarak iki yüz seçme askerle, Osmanlı ordusunun merkezine hücum edip, sultan Selîm’i öldürmek istedi. Pâdişâh’ın ölmesiyle Osmanlı ordusunun dağılacağını hesaplamıştı. Ordunun merkezinde çarpışan ve askeri gayrete getiren Sinân Paşa’yı pâdişâh zannederek öldürdü. Bu sırada ordunun sağ kanadında karışıklıklar baş gösterdi. Sultan derhâl buraya Bâli Ağa kumandasında yardımcı kuvvetler göndererek durumu lehine çevirdi. Başarıdan ümidini kesen Tomanbay, muhârebe meydanından kaçtı. Ridâniye ordugâhı bütün topları ile birlikte ele geçirildi. Vezir Yûnus Paşa, Memlûklülere karşı zaferin kazanıldığını ve Tomanbay’ın kaçtığını sultan Selîm Han’a bildirdiğinde; “Lala, lala! Mısır’ı aldık ama, Sinân’ı kaybettik. Sinân’ı Mısır’a değişmezdim. Sinân’sız Mısır’da ne güzellik olur?” sözleri ile Sinân Paşa’nın, yanındaki kıymetini belirtti. Osmanlı ordusu 24 Ocak 1517 târihinde Kâhire’ye girerek, Mısır’ın fethi tamamlandı.

Kâhire’nin zabtından sonra, Yavuz Sultan Setîm, ordugâhı Bulak mevkiine kurdurdu. Bu sırada yakalanamayan Tomanbay, 27-28 Ocak gecesi yatsı namazından sonra, on bin kişiyle ansızın otağ-ı hümâyûna hücum edip kuşattı. Mücâdele ertesi gün de devam etti. Durumdan haberi olan Osmanlı ordusu gafil avlanmadı. Bu olaydan sonra Kâhire’yi ele geçiren Tomanbay, şehirde ele geçirdiği Osmanlı askerini öldürttü. Yûnus Paşa yeniçeri kuvvetleriyle Kâhire’ye girdi. Üç gün üç gece Kahire sokaklarında muhârebe oldu. Bütün şehir halkı Tomanbay’a yardım ediyordu. Tomanbay, kadın kıyafetine bürünerek şehirden kaçmayı başardı. Bunun üzerine mukavemetten ümidini kesen Memlûklü beyleri teslim oldular. Saîd taraflarına kaçan Tomanbay’a amannâmeler gönderilerek af edildi ise de, îtimâd etmeyerek kendisine gelen elçileri öldürttü. Bütün bu hâdiselerden sonra, Şehsuvaroğlu Ali Bey tarafından tâkib edilerek, Nil kenarında yakalandı. Şehsuvaroğlu Ali Bey, Tomanbay’ı Bâb-ı Züveyle’de astı. Cesedi üç gün asılı kaldıktan sonra hükümdarlara mahsus merâsimle defnolundu.

Yavuz Sultan Selîm Han, 10 Eylül 1517’ye kadar sekiz ay Mısır’da kalarak mahalli ıslâhat yaptı. Bu sırada Memlûklülere tâbi olan Mekke emîri Şerif Ebû Berekât, oğlu Şerîf Ebû Nümey vasıtasıyla Mekke’nin anahtarlarını Sultan’a gönderip Osmanlı Devleti’ne itâatini arz etti. 6 Temmuz 1517’de mukaddes makamların anahtarları, Mekke ile Medine’deki Emânât-ı mukaddese Selîm Han’a sunuldu. Mukaddes emânetlerin en mühimleri hazret-i Peygamberin (sallallahü aleyhi ve sellem) Sancak-ı şerifi ile mübarek Hırka-i saâdetidir.

Mukaddes emânetler içinde, hazret-i Osman ve hazret-i Ali’nin el yazıları ile iki de Kur’ân-ı kerîm vardı. Yavuz Han, bunlar için Topkapı Sarayı’nda Hırka-i Şerîf denen dâireyi yaptırmıştır. Sultan Selîm, Şerifin oğluna geri dönüşte babasına götürmek üzere, emirlik berâtı ile beraber bir çok hediye ile Mekke ve Medîne ahâlisine surre denilen para ve bol mikdârda zahîre gönderdi. Sultan, Mısır’dan ayrılmadan önce idâri bir takım tedbirler aldı. Kâhire’deki Memlûklü hânedânından olanları, halîfe ve akrabalarını, Mısır’da kalması uygun olmayan âlim, şeyh ve beyleri deniz yoluyla İstanbul’a gönderdi. Yavuz Sultan Selîm 10 Eylül 1517’de geri dönmek için Mısır’dan ayrıldı. Dönüş sırasında Sultan ile konuşarak gitmekte olan sadrâzam Yûnus Paşa, Mısır vâliliğinin kendisine verilmeyip, Hayır Bey’e verilmesinden dolayı üzgündü. Konuşma esnasında Pâdişâh’ın; “Mısır’ı arkada bıraktık” demesini fırsat bilerek Yûnus Paşa üzüntüsünü izhâr etti ve bu kadar zahmet çekip kazanılan Mısır’ın tekrar bir Çerkese verilmiş olmasını tenkidvârî bir şekilde söyledi. Bunun üzerine, Yavuz Sultan Selim derhâl sadrâzamı îdâm ettirdi. Yerine Şam’dan çağrılan Pîrî Mehmed Paşa sadârete getirildi. Şam’a uğrayan Sultan, Haleb’e geçerek burada iki ay kadar kaldıktan sonra, 6 Mayıs 1518’de İstanbul’a hareket etti. 25 Temmuz’da, İstanbul’un Anadolu yakasına gelen Yavuz Sultan Selîm, gece herkesin evlerine çekildiği vakit bir sandalla boğazı geçerek hiç bir merasim yaptırmadan sarayına girdi. Zîrâ kendisine gösterilen teveccühün, İhlâsını zedeleyeceğinden korkuyordu.

İstanbul’a gelen Mısır âlimleri ile Osmanlı âlimleri toplanarak, hilâfetin resmen sultan Selîm Han’a devredilmesine karar verdiler. Bu haber Selîm Han’a ulaştığı zaman gözleri yaşararak Allahü teâlâya şükretti. Böylece Selîm Han; Halîfe-i müslimîn sıfatını kazandı. Bu târihten itibaren Osmanlı Devleti’nin yıkılmasına kadar bütün Osmanlı pâdişâhları halîfe olarak vazife yaptılar.

Sultan Selîm Han, İstanbul’a döndükten sonra Osmanlı Devleti ve bütün İslâm âlemi için tehlikeli olan Safevî hükümdarı Şâh İsmail’in faaliyetlerinin önüne geçmek istiyordu. Fakat Safevî ordusu, Osmanlılar ile bir meydan muhârebesi yapmak cesareti gösteremiyordu. Buna rağmen Safevî propagandacıları, Osmanlı topraklarında faaliyet göstermeye devam ediyorlardı. Nitekim bunlardan Bozoklu Şeyh Celâl ismindeki Safevî propagandacısı, bozuk itikat sahiplerini etrafına toplayarak, Mehdî olduğunu ilân etti ve Turhal’da yeni bir isyân çıkardı. Ankara üzerine doğru yürüdükleri sırada, Maraş vâlisi, Şehsuvaroğlu Ali Bey âni baskınla isyâncıları bozguna uğrattı. Bozoklu Şeyh Celâl, bozgun sırasında kaçmak istedi ise de, yakalanıp öldürüldükten sonra, kesik başı İstanbul’a gönderildi. Yavuz Sultan Selîm Han Şehsuvaroğlu’nu bu hareketi bastırdığından dolayı mükâfatlandırdı.

Diğer taraftan Sultan, donanmaya önem vererek büyük bir hızla hazırlık yapıyordu. Bu hazırlığın neticesinde ne tarafa sefer yapılacağı belli değildi. Fakat ilk önce Venedikliler telâşa düşüp, hemen Kıbrıs’a âid vergiyi İstanbul’a gönderdiler ve Avrupa devletlerinden kendilerine müttefik aradılar. Hazırlıklar büyük bir hızla devam ederken Sultan, Edirne’yi çok sevdiğinden bu eski Osmanlı başşehrine gitmek, Edirne’de, yapacağı işler hakkında kesin karar vermek istiyordu. Sadrâzam Pîrî Mehmed Paşa’yı ordu-yı hümâyûn ile önceden Edirne’ye gönderdi. Kendisi 18 Temmuz 1520’de İstanbul’dan Edirne’ye gitmek için hareket etti. Yola çıkmadan önce Sultan, sırtında çıkan bir çıbandan rahatsızlanmıştı. Bu yüzden yolda ağır gidiliyordu. Çorlu’da başhekim Ahmed Çelebi tarafından kırk gün süreyle tedavi edildi. Büyümüş olan yara açıldığından, Sultan hareket edemeyecek kadar takatsiz düşmüştü. İki ay kadar hasta yatan Sultan, vasiyetini yaptıktan sonra, 22 Eylül 1520 Cuma akşamı Osmanlı karargâhının bulunduğu Çorlu’nun Sırt köyünde Yâsîn-i şerîf okurken ruhunu teslim etti. Manisa vâlisi bulunan tek oğlu Şehzâde Süleymân gelinceye kadar vefâtı gizli tutuldu. Cenazesi İstanbul’a getirilerek, inşâatını başlattığı Sultan Selîm Câmii yanına defnedildi. Yerine geçen oğlu Süleymân Han tarafından câmî tamamlanıp, kabri üzerine türbe yapıldı.

Uzun boylu, iri kemikli, omuzlarının arası gayet geniş olan Yavuz Sultan Selîm Han’ın mütenâsib bir vücûdu vardı. Yüzü yuvarlaktı. Alnının düzgünlüğü ve nûrâniyeti, büyüklüğünü açıkça belli ederdi. Yüce bir himmet, sağlam azim, vekar, geniş tasavvur, keskin zekâ, ileri görüşlülük, çabuk kavrama, tahminde isabet, fıtrî kahramanlık, her türlü silâhı en mükemmel kullanma, harp mahareti ve büyük değişiklikler yapma kabiliyeti, süratli manevra yapma, mukavemet etmedeki kuvvet, güçlükleri yenme, çok az bir kuvvetle büyük bir orduyu yenme gibi bir kahramana iftihar vesilesi olacak pek çok üstün meziyetlere sahipti. Allahü teâlânın emirlerini yapma, İslâmiyet’e hizmet etme ve insanların Cehennem’den kurtulması için gayreti o derecede idi ki, çıktığı yolda her türlü arzu ve hislerine kolaylıkta galebe çalardı. Gayesi; müslümanları ve İslâm devletlerini bir bayrak altında toplamak idi.

Sultan Selîm Han, ilim öğrenmeye çok meraklı idi. Geceleri üç veya dört saatten fazla uyumaz, vaktini ilim öğrenmekle geçirirdi. Bu hâl müsait zamanlarda da devam ederdi. Binlerce cild kitap okudu. Okumaya o kadar meraklı idi ki, savaşa gidiş ve dönüşlerinde bile yanında kitap bulundurur, müsait zamanlarda okurdu. Mısır seferi dönüşünde, İstanbul’a gelinceye kadar İbn-i Tagriberdî’nin Nücûm-üz-zâhire isimli eserini, Ahmed ibni Kemâl Paşa ile mütâlâa etmiştir. Kemâl Paşa, Osmanlı târihi eserini onun emri ile yazmıştır. Her fırsatta kitap okumanın yanında şiir de yazardı. “Osmanlı sultanları arasında; tefsir, hadis, fıkıh, târih, edebiyat gibi zahirî ilimlerde ve bâtın ilimlerinde en yüksek olanı Yavuz Sultan Selim’dir” diyen âlimler pek çoktur. İyi bir tahsil görmüş olan sultan Selîm Han’ın Arabî ve Fârisî şiirleri vardır. Kendi el yazısı ile olan Farsça manzumeler Topkapı Sarayı arşivlerîndedir. Farsça dîvânı Almanya’da yayınlanmıştır. Türkçe tercümeleri de vardır.

Yavuz Sultan Selim, ihtişam ve debdebeye hiç bir zaman ehemmiyet vermezdi. Dâima sadeliği sever ve sâde giyinirdi. Bir defasında oğlu Şehzâde Süleymân huzuruna çok süslü bir elbise ile girdiği zaman; “Süleymân annen ne giysin” diyerek sitem etmişti. Mısır seferinde iken kendi askerinin demir, Memlûklülerin ise zînet ile süslü olduğunu görünce de hayret etmişti. Kendisi için, fazla para sarfiyle köşk ve lüks şeyler yapılmasını istemezdi. Devletin bir kuruşunun dahi boşa harcamasına rızâ göstermez, buna riâyet etmeyenleri şiddetle cezalandırırdı. Hazînenin devamlı dolu olmasına dikkat ederdi.

Sultan Selîm Han, evliyâya çok rağbet ederdi. Onların sohbetlerine katılmayı, bulunmaz bir nîmet sayardı. Şam’ı Osmanlı topraklarına dâhil ettikten sonra, büyük âlim Muhyiddîn-i Arabî’nin kabrinin bu şehirde bulunduğunu ve “Sin, Şın’a gelince Muhyiddîn’in kabri meydana çıkar” sözünü kitaplarda okuduğunu hatırladı. Şamlılar kabrin üzerine çöp dökmüşlerdi. Bu yüzden kabri belli değildi. Araştırmalar neticesinde kabir bulundu. Sultan Selîm Han, çöpleri temizleterek kabrin üzerine güzel bir türbe, yanına bir câmi ve imâret yaptırdı. Böylece Sin’den maksadın Selîm, Şın’dan maksadın Şam olduğu anlaşılmıştır.

Devlet işlerinde kat’î bir programla hareket eden Yavuz Sultan Selîm, herhangi bir devlet işini kesin olarak ortaya koymadan önce, muhtelif yollarla onun hakkında vezirlerin ve diğer ilgililerin fikirlerinden istifâde ederdi. Uzun süre düşündükten sonra son karârını verir ve ondan dönmezdi. İrâde ve azim kudreti, derin görüşü ve yüksek dehâsıyla babasının devrinde durgunlaşan idareyi kısa zamanda hareketli bir hâle getirdi. Muntazam bir casus teşkilâtı vardı. Bu teşkîlât vasıtasıyla ülke içi ve dışında geçen hâdiseler hakkında malûmat alırdı. Önemli işlerde bizzat kendisi araştırma yapardı. Bütün hiddet ve şiddetine rağmen kadirşinas bir zât olup, fikrini açık söyleyenin mütâlâasını kendi fikirlerine ters olsa bile dînler ve uygun görürse onu yapardı.

Yine devrin büyük âlimlerinden Kemâlpaşazâde atını sürerken Pâdişâh’ın üzerine çamur sıçratınca çok üzülmüş fakat haşmet sahibi Pâdişâh; Alimlerin çamuru ile iftihar ettiğini ve kaftanını bu sebeple muhafaza edeceğini söylemişti. Âlimler gibi devlet adamlarının da kadrini bilirdi. Ridâniye muhârebesinde şehîd olanlar arasında Sinân Paşa’yı görünce; “Mısır fetholdu ama, Sinân gitti” diye üzüldü. Dünyânın iki cihângire kifâyet edecek kadar geniş olmadığını söyleyen sultan Selîm’in, ömrünün dünyâ fethine vefâ etmiyeceği endişesini taşıdığı rivayet edilmektedir.

Yavuz Sultan Selîm mektup ve fermanlarında “Pâdişâh-ı Hilâfetpenâh Saye-i ilâh, Sultan Selîm Şah ve Hakân-ı a’zam, Sultânü’l-berr ve’lbahr, Şehinşâh-i kişvergîr, Ebü’l-Muzaffer Sultan Selîm Han, İftihâr-ı Âl-i Osman gibi ünvân ve lakaplar kullanırdı. Cenâb-ı Hakk’ın ismini bütün cihâna yayma dâvasında bulunan sultan Selîm, kendisini Rodos seferine teşvik edenlere; “Biz bütün Efrencin (Avrupa) fethine hazırlanmakta iken siz himmetimi küçük bir adanın fethine hasretmek istiyorsunuz” cevâbını vermiştir.

Yavuz Sultan Selîm, İslâm ülkelerinin fethinden sonra, bir gün vezîr-i âzam Pîrî Paşa’yı çağırır; “Pîrî lalam! Allah’ın izni ile Mısır’ı fetheyledik. Hâdim-ül-Haremeyn ünvânı ile muazzez olduk. Her gittiğimiz tarafta fetihler nasîb oldu ve emrimize muhalefet edecek kimse kalmadı. Bu vaziyette devletin zevali ihtimâli var mıdır” diye buyurmuşlar. Vezir de cevâbında; “Yüce cedlerinizin koydukları kânun ve kaideler icra olundukça bu devletin zevali muhaldir” der ve “Evlâtlarınızın hilâfeti zamanında akılsız vezîriâzam tâyin olunur, rüşvet kapıları açılarak mansıplar ehline verilmez, devlet işlerinde kadınların hükmü yürürse, o zaman bu devletin yıkılması kaçınılmaz olur” diye ilâve eder. Bunun üzerine düşünceye dalan Yavuz Sultan Selîm; “Allah’ım bizi koru!” duâsını yapar ve Pîrî Paşa’ya ihsânlarda bulunur.

Yavuz Sultan Selîm Han vefât ettiği zaman 50 yaşında idi. 8 senelik saltanat içinde yaptığı işler baş döndürücü oldu. Osmanlı Devleti’nin topraklarını 2,5 mislinden fazla genişletti. Yaptığı büyük fütûhatı Osmanlı Devleti 4 asır muhafaza etti. Babasından devraldığı 2. 373.000 km2 ülke topraklarını; 1.702.000 km2’si Avrupa’da, 1.905.000 km2’si Asya’da, 2.250.000 km2’si Afrika’da olmak üzere 6.557.000 km2’ye çıkardı. Yavuz Selîm Han, Avrupa’daki vaziyeti olduğu gibi muhafaza ederken, asıl tehlikenin doğudan geleceğini tahmin ettiğinden saltanatı müddetince bütün gücünü o tarafa sarfetti. Böylece kendisinden sonra oğlunun Avrupa’da ve Akdeniz’de daha emniyetli faaliyette bulunmasını sağladı. Şehzâdeliği ve sultanlığı zamanlarında at üstünden inmeyen Yavuz Sultan Selîm Han, ömrünün çok az bir kısmını İstanbul’daki sarayında geçirmiştir.