Babası.................... : Murâd Han-II

Annesi.................... : Hadîce Âlime-Hüma Hâtûn

Doğumu.................. : 30 Mart 1432

Vefâtı...................... : 3 Mayıs 1481

Tahta Geçişi............ : (ilk) defa) Ağustos 1444 (ikinci defa)18 Şubat 1451

Saltanat Müddeti..... : 31 sene



Yedinci Osmanlı Pâdişâhı ve İstanbul fâtihi. Sultan İkinci Murâd Han’ın oğlu olup, 30 Mart 1432 Pazar günü Hadîce Alime-Hüma Hâtun’dan Edirne’de doğdu. Fâtih Sultan Mehmed Han’ın doğum târihi, bâzı kaynaklarda küçük farklarla değişik rivayet edilmiştir. Bâzı gayr-i müslim tarihçiler, Fâtih’in annesinin Türk olmadığını iddia ederler ise de, anası Türk ve müslüman kızı olduğu, ilgili mahkeme kayıtları ile Bursa’daki Muradiye Câmii’nin yüz metre kadar doğusunda bulunan Hâtuniyye Türbesi’nin 1449 senesinde yazılmış olan kitabesinin okunması ile isbatlanmıştır. Hadîce Âlime-Hümâ Hâtûn, İsfendiyâroğulları da denilen Candaroğullarına mensuptur.

Küçük yaşta tahsiline ve yetişmesine çok ehemmiyet verilen şehzâde Mehmed, devrin en mümtaz âlimlerinden ilim öğrendi. Okumaya başlayacağı gün Çandarlı Halil Paşa kendisine sırmalı bir cüz kesesi gönderdi. İlk hocası Molla Yegan’dı. Daha sonra, meşhur din ve fen âlimi, zahirî ve bâtınî ilimlerde mütehassıs Akşemseddîn hazretlerinin terbiyesine verildi. Akşemseddîn, şehzâdenin her şeyi ile bizzat ilgilenirdi. Şehzâde Mehmed, idarî yönden tecrübe kazanması için Manisa sancakbeyliğine tâyin edildi. Tahsiline çok önem verildiğinden, Molla Ayas gibi devrin meşhûr âlimleri şehzâdeye husûsî ders verdiler. O senelerde hacca giden ilk Osmanlı şeyhülislâmı Molla Fenârî, Mısır’da büyük âlimlerin derslerinde yetişmiş olan hadîs, tefsîr ve fıkıhta yüksek âlim olan Molla Gürânî’yi beraberinde Edirne’ye getirmişti. Sultan Murâd’a takdîm edilen Molla Gürânî, önce Bursa medreselerinden birine müderris tâyin edildi. Daha sonra da, şehzâdeyi iyi bir şekilde yetiştirmesi için, Manisa’ya gönderildi. Şehzâde Mehmed’in mîzâcının sertliği, Molla Gürânî’nin tatlı-sert eğitim metoduna yenildi ve şehzâde kısa bir süre sonra dört elle ilme sarılıp, dinlenirken de teknik işlerle uğraşmaya başladı. Güzel bir eğitimden geçip matematik, hendese (geometri), hadîs, tefsîr, fıkıh, kelâm ve târih ilimlerinde iyi şekilde yetişti. İdare edeceği memleketlerden kim gelirse gelsin, ona kendi dili ile hitâb etmek için Arabça, Farsça, Latince, Yunanca ve Sırpça öğrendi. Öğrendiği din bilgileri ile, kendi hayat tarzını, kânun ve nizâmını tanzim etti. Fen ve teknik bilgilerle, istikbâlde yapacağı savaşları, kolaylaştıracak teknikler geliştirmeye çalıştı. Târih ve coğrafya bilgilerinde kendini yetiştirip, geçmiş hükümdarların başlarından geçenleri öğrenerek tecrübe kazandı. Dünyâ cihângirlerinin hayatlarını dikkatle inceleyerek, bunların doğru ve yanlış hareketlerine hakkıyla vâkıf oldu ve tecrübelerinden istifâde etti. Bu hâdiselerin muhasebesi neticesinde, plânlı ve sistemli hareket etme fikrinin lüzumuna inandı. Kudretli bir asker olduğu kadar geniş görüşlü bir fikir adamı olarak yetişen Fâtih, şehzâdeliği ve pâdişâhlığı sırasında fıkıhda, Molla Hüşrev; tefsirde, Molla Gürânî, Molla Yegan ve Hızır Çelebi; matematikte, Ali Kuşçu; kelâmda, Hocazâde ve Ali Tûsî’den ilim öğrendi. Ayrıca Anconal Giriaco’dan batı târihini öğrendi.

Şehzâde Mehmed, Manisa sancak beyliğine getirildiği sene, ağabeyi Amasya vâlisi şehzâde Alâeddîn Ali Çelebi’nin vefâtı üzerine, yegâne velîahd durumuna geldi. Şehzâde Mehmed, 1444 senesinde Edirne’ye çağrıldı. Devletin, Anadolu ve Rumeli’den iki taraflı baskıya mâruz kalmasıyla, ömrünü muhârebe meydanlarında geçirmesinden dolayı rahatsızlanan sultan Murâd Han, oğlu şehzâde Mehmed’i tahta geçirmek istiyordu. Sultan Murâd, Macaristan ve Lehistan kralı ile imzaladığı Edirne-Segedin muahedesinden sonra, ikide bir Osmanlı topraklarına tecâvüz eden Karamanoğlu İbrâhim Bey’in üzerine gitti. Edirne’de oğlu şehzâde Mehmed’i yanında tecrübeli paşalar olduğu hâlde bıraktı. İbrâhim Bey’in özür dileyip anlaşma taleb etmesi üzerine müslüman kanı akmasını istemeyen Sultan, sulh anlaşması imzaladı. Sultan Murâd Han Edirne’ye dönmeyip, Manisa’ya çekildi ve saltanatı on iki yaşındaki oğlu şehzâde Mehmed’e bıraktığını açıkladı (Ağustos 1444).

Sultan Murâd Han’ın, yerini çocuk yaştaki oğluna bırakarak tahttan çekildiğini haber alan Avrupa devletleri, Osmanlı topraklarını taciz etmeye başladı. Ayrıca Osmanlıları Avrupa tarafından atmak için büyük bir haçlı ordusu hazırladılar. Sultan Mehmed, bir mektupla durumu babasına bildirdi. Devletin büyük bir tehlike içinde olduğunu anlayan Murâd Han, Anadolu askerleri ile birlikte Anadolu Hisarı’nın bulunduğu yere geldi. Kiralanan Ceneviz gemileriyle ordu Rumeli’ye geçirildi. Edirne’ye gelen Murâd Han, oğlunu tahttan indirmedi. Başkumandan sıfatıyla hareket etti. Sultan Mehmed’i, sadrâzam Çandarlı Halil Paşa ile birlikte Edirne’de bırakan sultan Murâd, kırk bin kişilik ordusunun başında hareket etti. Haçlı ordusu ile 10 Kasım 1444’de Varna ovasında karşılaştı. Muhârebe, Osmanlı ordusunun tam bir zaferiyle neticelendi. Sultan Murâd, tekrar Edirne’ye dönüp, bir sene kadar oğlu ile beraber kaldı. 1445 senesinde oğlu Mehmed’i Edirne’de bırakıp kendisi tekrar Manisa’ya gitti. Ancak Zağanos Paşa ile Çandarlı Halil Paşa arasında cereyan eden bâzı hâdiseler sebebiyle, sultan Murâd Edirne’ye gelerek, tekrar devletin başına geçti. Sultan Mehmed de Manisa’ya gönderildi. Babasının vefâtına kadar Manisa vâlisi olarak kaldı. Fâtih, Manisa’da geçirdiği bu ikinci şehzâdelik devresinde gerek şahsı, gerek Osmanlı Devleti için çok verimli oldu. Zîrâ genç şehzâde bu müddet zarfında akademik faaliyet devresine girerek, liyakatli hocalar karşısında bilgi ve tecrübesini arttırdı.

3 Şubat 1451 günü sultan İkinci Murâd vefât edince, Çandarlı Halil Paşa ve diğer vezirler, şehzâde Mehmed’e haber göndererek, babasından boşalan Osmanlı tahtına geçmek üzere derhâl hareket etmesini bildirdiler, iç ve dış tehlikeleri göz önünde tutan Çandarlı Halil Paşa, Sultân’ın vefâtını gizledi ve şehzâdenin Edirne’ye gelişine kadar devleti idare etti. Manisa’da, hükümdar olacağı zaman yapacağı büyük işlerin plânlarını hazırlayan genç Sultan, babasının vefât haberi gelir gelmez atına bindi ve; “Beni seven arkamdan gelsin” diyerek yola çıktı. 17 Şubat günü Edirne’ye gelen sultan Mehmed, muhteşem bir karşılama ile şehre girdi. Ertesi gün vezirler ve devlet erkânının hazır bulunduğu bir törenle tekrar Osmanlı tahtına geçti. Bu tören sırasında sadrâzam Çandarlı Halil Paşa ile vezir İshak Paşa, Sultan’ın biraz uzağında durmuşlardı. Halil Paşa, genç Sultan’ın tahttan inmesine sebeb olduğu için durumundan emin değildi. Sultan Mehmed, kızlar ağasına dönerek; “Babamın vezirleri ne için benden bu kadar uzak duruyorlar? Halil Paşa’ya söyle mutâd yerine geçsin. İshak Paşa da Anadolu orduları ve kumandanları ile beraber babamın nâşını Bursa’ya götürsün” dedi.

Saltanat değişikliği dolayısı ile fırsattan faydalanmak isteyen Karamanoğlu, yine Osmanlı topraklarına tecâvüz edip bir çok kasabayı ele geçirdi. Genç Sultan, Bizans hakkındaki karârını bir an önce uygulamak için, Anadolu’da bir mes’ele olmasını istemiyordu. Bunun için yeni pâdişâh ilk seferini Karamanoğlu üzerine yaptı. Ordusu ile Akşehir ve Beyşehir üzerine gelen genç Pâdişâh karşısında tutunamayan İbrâhim Bey, Taşeli’ne çekildi ve âlim bir zât olan Molla Velî vasıtasıyla sulh istedi. Akşehir, Beyşehir ve Seydişehir’i boşaltması ve seferlerde asker göndermesi şartıyla andlaşma yapıldı. Sefer dönüşünde Macaristan saltanat naibi Jan Hunyand ile üç senelik sulh andlaşması imzaladı. Ayrıca Eflak, Midilli, Sakız, Rodos ve diğer devletlerle de muahedelerini yeniledi. Karaman seferine çıkmadan önce Bizansla yaptığı andlaşmada, İstanbul’da bulunan Osmanlı hânedânına mensup şehzâde Orhan’a âit senelik üç yüz bin akçenin, önceki senelerdeki gibi verilmesini taahhüd etmişti. Karaman seferi sırasında, Bizans imparatoru bu durumdan istifâde etmek istedi ve şehzâde Orhan için verilen tahsisatın arttırılmasını taleb etti. Duruma sinirlenen sultan Mehmed, elçileri güler yüzle karşılayıp, az zaman sonra, Edirne’ye döneceğini ve orada görüşerek isteklerini yerine getireceğini söyledi. Edirne’ye döndükten sonra, ilk önce Orhan’ın tahsisatı için ayrılan Karasu mıntıkasına me’murlar göndererek varidatın verilmemesini emretti ve parayı toplamakla görevli Bizanslı me’murları kovdurdu. Bu, Bizans imparatorunun, şehzâde Orhan hakkındaki yersiz isteklerinin cevâbı oldu.

Sultan Mehmed Han, Karamanoğlu mes’elesini yoluna koyduktan sonra, kangren hâline gelen Bizans mes’elesini hâlletmek üzere bütün gayretini bu konu üzerinde topladı. İstanbul’un fethine başlangıç olarak, Anadolu Hisarı’nın tam karşısına Rumeli Hisarı’nı yaptırmaya karar verdi. Bu hisarın inşâsına 1452 senesi Mart ayının yirmi birinde başlandı. Hisarın yapılacağı yeri bizzat kendisi seçti. Burası İstanbul boğazının en dar yeriydi. Boğazkesen adı da verilen hisar, geceli-gündüzlü çalışmalar sonunda aynı senenin Temmuz ayında tamamlandı. Karşılıklı iki kale ile boğaz kontrol altına alınmış oldu. Hisarın kumandanlığı Fîruz Ağa’ya verilip, maiyyetine dört yüz yeniçeri ile silâh ve cephane verildi (Bkz. Rumeli Hisarı). Hisarın inşâ işi bittikten sonra genç Sultan, ordugâhını İstanbul surlarının karşısına kurdu. Buradan surları, surların zayıf ve kuvvetli taraflarını, arazi şeklini tedkîk etti ve Eylül ayının birinci günü Edirne’ye döndü.

Genç Sultan, 1452-1453 senesi kışını Edirne’de harb hazırlıkları ile geçirdi. Osmanlılara iltica eden, top döküm ustası Macar Urban nezâretinde muhasarada kullanılacak büyük toplar döktürdü. 1453 senesi baharında Pâdişâh, ordusuyla Edirne’den hareket etti. İstanbul çevresinde Bizanslılara âid yerleri fethetti. Tehlikenin yaklaştığını farkeden, Bizans İmparatoru, Avrupalı dostlarından yardım istedi ve Haliç’in girişini zincirlerle kapattırdı.

Şehzâdeliğinden beri bir an önce İstanbul’u fethetmek ve Peygamber efendimizin müjdesine mazhâr olabilmek arzusu ile tutuşan sultan Mehmed, bu mes‘elenin halli için büyük topları İstanbul surları önlerine yerleştirdi. Haliç üzerinde; Kasımpaşa tarafından başlanmak üzere boş fıçılar üstüne kalaslar bağlatarak beş buçuk metre eninde bir köprüyü Kasımpaşa-Ayvansaray arasında inşâ ettirdi. Bu çalışmaları gören Bizanslılar su üzerinde yüründüğünü zannederek, sihir yapıldığına hükmettiler. 6 Nisan’da İstanbul’u kuşatma başladı. 18 Nisan’da İstanbul adaları alındı. 22 Nisan gecesi Türk donanması karadan Haliç’e indirildi. 23 Nisan’da sulh teklifine gelen Bizans elçisine genç Pâdişâh; “Ya ben şehri alırım, ya şehir beni alır” dedi. 29 Mayıs sabahı yapılan son taarruzda İstanbul düştü. Böylece ortaçağ sona erip yeniçağ başladı (Bkz. İstanbul’un fethi).

İstanbul’u fethettikten sonra Fâtih ünvânını alan Sultan, Ortodokslara ve Cenevizlilere serbestlik tanıdı. Bâzı Avrupalı tarihçiler, Türklerin Avrupa’da sür’atli bir şekilde ilerlemesini, Avrupa’nın kolay bir şekilde fethini bu davranışa bağlarlar ve Türk İmparatorluğu, bu hâdise ile cihân şümul hâle gelmiştir, şeklinde yazarlar. 21 yaşında İstanbul’u fetheden Fâtih, katolik Avrupa’ya cephe aldı ve Ortodoks Hıristiyanlığın katoliklerle birleşmesini önledi. İstanbul’un fethi ile Osmanlı Cihân Devleti’nin temelleri atılmış oldu.

Fâtih Sultan Mehmed Han, İstanbul’un fethinden sonra, Balkanlarda hâkimiyetini genişletmek yollarını aradı. Sırbistan, Macaristan ile Osmanlı toprakları arasında tampon bir devlet durumunda idi. Sırp kralı Vilkoğlu Yorgi, İstanbul’un fethinden sonra, Edirne’de bulunan Fâtih’e bir hey’etle hem fethi tebrik ve hem de Osmanlı Devleti’ne âid iken, kendilerinin işgal ettiği bâzı kalelerin anahtarlarını gönderdi. Fakat diğer taraftan da Osmanlılar aleyhine hazırlanmak istenen bir haçlı seferine iştirak etmek için Macarlarla görüşüyordu. Fâtih, bu hareketleri, casusları vasıtasıyla öğrenmiş ve ona göre hazırlanmıştı. Osmanlı dîvânı, Sırp hey’etine kendilerine âid iken Sırplara geçen bu kalelerden başka yine kendilerinin olan diğer kalelerin anahtarını istedi. Red cevâbı ahnca, 1454 senesi baharında Sırbistan üzerine sefer düzenledi. Bu seferde Ostroviç, Omol ve Sivricehisar zaptedildi. Osmanlı ordusu Sırbistan topraklarından çekilir çekilmez, Vidin Niş bölgesinde kral Hunyad kumandasındaki Macarlar güneyden, Brankoviç emrindeki Sırplar ise diğer taraftan hareket ederek Osmanlı topraklarına girdiler. Bölgede bırakılan Fîruz Bey, düşmana mâni olmak istedi ise de mağlûb olarak esir düştü. Bunu haber alan Fâtih Sultan Mehmed, tekrar sefere çıkıp Şehirköyü’ne doğru geldiği sırada, Sırp despotu Hunyad anlaşmak üzere Osmanlı Sultânı’na elçi gönderdi. Yapılan andlaşmaya göre Sırplılardan alınan kaleler Osmanlılarda kalacak, Sırp despotu senede otuz bin duka altın harac verecek ve Osmanlı tabiiyyetini kabul edecekti. Andlaşma üzerine Osmanlı ordusu geri döndü.

1455 senesinde Sırbistan’ın ele geçirilmesinin kolay olacağı yolunda akıncı beylerinden Evrenosoğlu Îsâ Bey’den haber alınmıştı. Nihayet ikinci defa Sırbistan üzerine sefer düzenlendi. Gümüş mâdenleriyle tanınan Novoberda kuşatılarak Haziran ayında feth edildi. Yine mâdenleriyle meşhur Banice şehri de alındı. Fâtih, sefer dönüşünde ceddi Murâd Hüdâvendigâr’ın şehîd düştüğü yeri ziyaret ettikten sonra, Selanik üzerinden Edirne’ye geldi. Fâtih sefere çıktığı sırada kapdân-ı derya komutasındaki Osmanlı donanması Ege adalarına sefer düzenleyerek, bâzılarını zaptetti.

Osmanlı Devleti’nin, Sırbistan’ı elinde tutabilmesi için, kuzeyden gelecek tehlikelere karşı Tuna kıyılarını ve Özellikle Belgrad’ı ele geçirmesi lâzımdı. Osmanlı sultânı yapacağı seferin başarılı olması için esaslı bir hazırlık yaptı ve ordusunun başında 13 Haziran 1456’da Edirne’den hareket etti. Maiyyetinde 150.000 kişilik bir kuvvet ve üç yüz top olduğu hâlde Sofya üzerinden Sırbistan’a girdi. Aynı zamanda Vidin’de hazırlanan 200 çektiriden müteşekkil ince Osmanlı donanması da Sultan’a refakat ediyordu. Fâtih’in büyük bir ordu ile Belgrad üzerine yürümesi, Avrupa’da öğrenilince; Almanya ve İtalya, Belgrad’a 60.000 gönüllü gönderdiler. İstanbul’un fethine nisbetle bunun kolaylıkla tahakkuk edeceğine inanan genç hükümdar, babası tarafından 6 ay müddetle muhasara edilen Belgrad’ı kuşattı. Lâkin Osmanlı nehir filosunun Macar donanmasına yenilmesi ve Rumeli beylerbeyi Dayı Karaca Bey’in ölümü üzerine, Osmanlı kuvvetlerinde dağınıklık baş gösterdi. Fransisken tarikatı papaslarından Kapistrano’nun teşviki ile gayrete gelen haçlılar, Hunyad kumandasında topla yıkılmış gediklerden geçip, şehrin varoşlarına giren yeniçerileri mağlûb, azapları da geri çekilmeye mecbur ettiler. Bu durum karşısında Fâtih Sultan Mehmed, bizzat öne atılarak düşmana hücum etti. Türk ordugâhına hücum eden düşman kuvvetlerini geri püskürttü. Osmanlı ordusunun tekrar şehre gireceği sırada, Fâtih’in yaralanması ve yeniçeri ağası Hasan Ağa’nın ölümü, harekâtın başarısız kalmasına sebeb oldu. Bu taarruz sırasında Hunyad ve papas Kapistrano ağır yaralanarak, kısa süre sonra öldüler. 22 Temmuz Perşembe günü Belgrad muhasarası kaldırıldı. Osmanlı ordusunun bu muvaffakiyetsizliği Avrupa devletlerinin ümidlerini yükseltti. 1457 senesinde donanmasını Ege denizine gönderen papa üçüncü Calixtus, Osmanlılara başka müşkiller çıkarmak maksadı ile Uzun Hasan ve Gürcüler ile temasa geçti. Diğer taraftan Türk düşmanlığı ile tanınan papa İkinci Pius da aynı gâyenin tahakkuku için hıristiyan hükümetlerini bir kongreye çağırdı.

Avrupa devletlerinin hazırlıklarına rağmen Sırp mes’elesini kökünden halletmeye karar veren Sultan, Macarların Sırbistan’ı ilhak etme niyetleri üzerine, Sırp beylerinin Osmanlı Devleti’ne müracaat edip Sırbistan’ın teslimini teklif etmelerinden dolayı, 1458 senesinde sadrâzam Mahmûd Paşa’yı Sırbistan seferine tâyin etti. Aynı zamanda anarşi içinde olan Mora Ortodoks kilisesi bu karışıklığa son vermesi için Fâtih’in müdâhalesini istemişti. Sultan bu istek üzerine Mora seferine çıktı. Temmuz-Ağustos aylarında Mora’yı tamamen ele geçirip mezhep hürriyetini îlân etti ve Mora’yı Rumeli beylerbeyliğine bağlı bir sancak hâline getirdi. Eski Yunan medeniyetinin merkezi olan Atina şehri, Yunan halkının arzu ve temennisi üzerine Osmanlı Devleti’ne katıldı. Bunun üzerine Sultan, Atina’ya giderek tedkiklerde bulundu. Diğer taraftan sadrâzam Mahmûd Paşa kumandasındaki bir Türk ordusu da Sırbistan’da Rassava, Rudnik ve Kolumbaç şehirlerini zaptederek, Sırbistan’ın merkezi Semendire’yi muhasara etti. Mahmûd Paşa ayrıca Minnet Beyoğlu Mehmed Bey’i akıncı kuvvetlerinin başında Macar topraklarına akınlar yapmakla vazifelendirdi. Mora’dan çıkan Sultan, Sırbistan sınırına geldi. Mahmûd Paşa’nın harekâtı mükemmel idare ettiğini öğrenince daha fazla ilerleme ihtiyâcını duymadı. Mahmûd Paşa, 8 Kasım 1459’da Semendire’yi fethetti ve şehir Rumeli beylerbeyliğine bağlı bir sancak hâline getirildi.

Sırbistan mes’elesinin hâllolduğu sırada, Balkanların bâzı bölgelerinde, Osmanlı Devleti’nin müdâhalesini îcâb ettiren başka hâdiseler ortaya çıktı. Mora’da Fâtih’in tâbiiyyetinde olarak yerlerinde bıraktığı son Bizans imparatoru Konstantin Dragazes’in kardeşleri Thomas ve Dimitrios arasında çıkan ihtilâf dolayısı ile memleket karışmıştı. Aralarındaki mücâdele batılı devletlerin desteklediği Thomas’ın lehine gelişerek, Mora’ya hâkim oldu. Mora yarımadasını altüst eden bu karışıklığa son vermek için Fâtih 13 Nisan 1460 günü İkinci Mora seferine çıktı. Dimitrios derhâl Sultan’a bağlılığını arz etti. Thomas ise, İtalya’ya kaçtı. Böylece, sahildeki Venedik kaleleri hâriç, bütün yarımadayı feth eden Fâtih kendi topraklarına kattı. Despot Dimitrios ise, sadâkatinin mükâfatı olarak Enez Beyliğine tâyin edildi. Fâtih Sultan Mehmed, Anadolu’nun birliğini te’min maksadı ile kuzey Anadolu’da Ceneviz kolonilerini, İsfendiyâroğulları ülkesini ve Trabzon Rum İmparatorluğunu ortadan kaldırmaya karar verdiği için, Arnavutluk beyi İskender Bey’in mütâreke teklifini kabul etti.

Fâtih’in Anadolu birliğini sağlamak için ilk hedefi Karadeniz sahillerini Osmanlı hâkimiyeti altına almaktı. Bu bölgede bulunan Amasra, Cenevizlilerin kolonisi idi. Fâtih bu şehri ele geçirmek için hiç kimseye belli etmeden 1461 senesi baharında sefere çıktı. Denizden de sadrâzam Mahmûd Paşa’yı donanma ile gönderdi. Aniden Osmanlı ordusunu ve donanmasını karşılarında gören Amasra müdafileri, karşı koymanın gereksiz olduğunu anlıyarak teslim oldu. Böylece vuruşma olmadan Amasra Osmanlı topraklarına katılmış oldu. Daha sonra Fâtih, Candar veya İsfendiyâroğullarının merkezi olan Sinop üzerine yürüdü. Bu beylik uzun süreden beri Osmanlı Devleti’ne tâbi idi. Böyle olmakla beraber Anadolu birliği için bu beyliğin tamamen ortadan kalkması gerekiyordu. Son derece müstahkem olan Sinop kalesinde 400 top, on bin asker vardı. Fakat muhasara başlamadan sadrâzam Mahmûd Paşa’nın te’mînâtı ile İsmâil Bey, beylikten feragat ederek şehri mukavemetsiz teslim etti (Temmuz 1461). Bunun üzerine Fâtih kendisine hürmet ve itibâr göstererek, Yenişehir, İnegöl ve Yarhisar kazalarını dirlik olarak verdi. Daha sonra ise Filibe sancağına tâyin edildi.

Fâtih’in esas gayesi Trabzon’u fethetmekti. Fakat bu sırada Osmanlı topraklarını yağma ve tahrîb eden Akkoyunlu kuvvetlerini sınır dışı etmek için sahil yolunu bırakarak Sivas üzerinden yoluna devam etti. Akkoyunlu Devleti’ne âit Koyulhisar kalesini fethetti. Kendisine karşı koymak isteyen Uzun Hasan’ın amcasının oğlu Hurşid Bey kumandasındaki ordusu üzerine gönderdiği Gedik Ahmed Paşa, Akkoyunlu kuvvetlerini bozunca, Uzun Hasan telaşlandı ve sulh yapmak üzere annesi Sara Hâtûn ile Çemişkezek beyi Hasan’dan kurulu bir elçi hey’eti gönderdi. Fâtih gelen elçi hey’etini yanında alıkoyarak, yoluna devam etti. Trabzon imparatoru’nun herhangi bir yere kaçmasına mâni olmak için sadrâzam Mahmûd Paşa’yı Rumeli askerleriyle önden gönderdi. Kendisi sarp ve dağlık yollarda ilerleyerek Trabzon önlerine gelince imparator ümitsizliğe düştü. Hâmisi olan Uzun Hasan’dan yardım gelmeyeceğini anlayan imparator Dâvid Komnen, şehri anlaşma ile teslime razı oldu. Pâdişâh adına Mahmûd Paşa tarafından yapılan kayıtsız şartsız teslim teklifini kabûl etti. Böylece iki yüz elli sekiz sene devam eden Trabzon İmparatorluğu 15 Ağustos 1461 günü târihe karıştı. Fâtih, Trabzon’un fethinin arkasından Karadeniz kıyılarıyla meşgul olmaya başladı.

Trabzon seferi sırasında, Eflak Voyvodası metbûu (tâbi) olduğu Osmanlı Devletine baş kaldırmıştı. Türkler arasında Kazıklı Voyvoda adı ile bilinen üçüncü Wlad, Fâtih’in Karadeniz seferinde bulunmasından faydalanarak, Tuna’yı geçerek Dobruca’nın büyük bir kısmı ile kuzey Bulgaristan’ı yağma etti. Bu durum üzerine Trabzon seferinden dönen Fâtih, 1462 baharında Eflak üzerine sefere çıktı. Osmanlı ordusu Tuna’yı geçip Eflak topraklarına girince; Voyvoda, çeşitli hîlelere baş vurarak, Osmanlı ordusunu yıpratmak istedi. Ancak düşmanın gayesini fark eden Pâdişâh, dâima kaçan ve değişik yerlerde görünen voyvodanın askerlerini bir kaç kere yakalıyarak büyük zayiat verdirdi. Yapılan muhârebe çete muhârebesi şeklinde olduğu için, en iyi yetişmiş ve tecrübeli akıncılar kullanıldı. Mihaioğlu Ali ile Turahanoğlu Ömer beyler, Kazıklı Voyvoda’nın peşini bırakmadılar. Voyvoda tam ele geçeceği sırada Macaristan’a sığındı ve onlardan yardım istedi. Fakat Macar kralı Matyas, Osmanlılarla hiç yoktan bir anlaşmazlığa düşmek istemediğinden yardım yapmadığı gibi yakalatarak hapsetti. Fâtih Sultan Mehmed Han, Kazıklı Voyvoda’nın yerine kardeşi Radul’u voyvoda tâyin etti. 1479’da Radul öldüğü sırada, Kazıklı Voyvoda, Macaristan’dan kaçıp Eflak’a geldi ise de yeni voyvoda Basarab, Osmanlı kuvvetlerinin de yardımıyla kendisini yakalayıp öldürmeye muvaffak oldu.

Sırbistan’ın fethi ile Osmanlı Devleti’ne komşu duruma gelen ve Macaristan hâkimiyetinden çıkıp bağımsız olan Bosna krallığı orta çapta bir devlet idi. Ayrıca bogomiller ile katolikler arasındaki mücâdele Bosna’yı bir iç savaşa sürüklemişti. Bogomil mezhebinin ezilmesi, Bosna halkını Türk idaresini bekler duruma getirdi. Devlet ve hükümdardan nefret eden halk, aynı zamanda Macarlara karşı da kin duyuyordu. Türklerin getirdiği düzen, huzur, mal ve can emniyeti, din ve mezhep hürriyeti, halkın yanısıra asilzadelerini de Türk idaresini ister hâle getirdi. Bunun yanında pervasızca hareket eden Bosna kralı, Osmanlı Devleti’ne verdiği elli bin duka vergiyi vermedi ve gönderilen me’murları geri çevirdi. Bunun üzerine Fâtih, Venediklilerle yapılacak bir muhârebede kendisine önemli bir yol olacak olan Bosna’yı zapta karar verdi. Pâdişâh’ın kumandasında ordu Üsküp yolu ile hareket etti. Vilçitrin şehrine gelindiğinde, Bosna kralı Stefan Tomaşeviç’in Yayca kalesinde olduğu haber alındı ve sadrâzam Mahmûd Paşa, öncü olarak gönderildi. Bosna kralı Yayca’da tutunamıyacağını anlayınca, Kılaç kalesine çekildi. Krallığın merkezi Yayca, Fâtih tarafından muhasara edilirken, sadrâzam da Kiloç’u kuşattı. Yayça, su ve yiyecek kıtlığı yüzünden muhasaraya dayanamıyarak teslim oldu. Diğer taraftan Bosna kralı da Mahmûd Paşa tarafından ele geçirildi. Hiç durmadan Türk düşmanlığı yapan ve Avrupalıları Osmanlı Devleti aleyhine kışkırtan Bosna kralı, Şeyh Ali Bistâmî’nin fetvasıyla îdâm edildi. Fâtih Sultan Mehmed Han, Bosna’yı ele geçirdikten sonra, Hersek krallığının topraklarına girdi. Hersek kralı mukavemet gösteremeyerek kaçtı. Fakat Osmanlı himayesini kabul edince, topraklarının bir kısmı kendisine bırakıldı ve oğlunu rehin olarak pâdişâha gönderdi.

Birinci Bosna seferi dönüşünde, Bursa’ya giren Pâdişâh, Ayvalık’dan Midilli adasına asker çıkardı. Sadrâzam Mahmûd Paşa kumandasındaki donanma da adayı çepeçevre kuşattı. Mukavemetin fayda vermeyeceğini gören şehir kumandanı teslim oldu. Bu yüzden Midilli’de hiç kimse esir alınmadı. Fâtih, Midilli şehrini ziyaret etti (1462).

Osmanlı kuvvetleri ilk Bosna seferinden döndükten bir süre sonra 1463 Aralık ayında Venedikliler Mora’da, Macar kralı ise Bosna’da taarruza geçerek Türkleri buralardan çıkarmaya teşebbüs ettiler. Macar Kralı, Yayça’yı, Sırbistan hududundaki Serebriniçe’yi ve bâzı kaleleri alarak buraları tahkim etti. Durumu öğrenen Fâtih, kışı harp hazırlığı ile geçirdi. 1464 baharında pâdişâh ikinci defa Bosna üzerine yürüdü. Yayca önlerine gelerek burayı kuşattı. O sırada Bosna’ya gelerek İzvornik kalesini kuşatan Macar kralının üzerine de asker sevketti. Durumu öğrenen Macar kralı, iki ateş arasında kalmamak için İzvornik muhasarasını kaldırarak geri çekildi. Bu seferde Yayça alınamadı ise de ele geçirilen diğer kalelerin bir kısmı yıkıldı ve gerekli olanlarına asker ve mühimmat konuldu. Osmanlı Devleti’nin gösterdiği huzur, mal ve can emniyeti; kısa zaman sonra Bosna halkının İslâmiyet’i kabul etmesine sebeb oldu.

Venediklilerin Mora’da başlattıkları savaş; karada ve denizde olmak üzere, Osmanlı Devleti ile yirmi beşe yakın devlet arasında 16 sene sürecek olan büyük harbin başlamasına sebeb oldu. Sadrâzam Mahmûd Paşa derhâl Mora’ya gönderildi. Venedikliler Korint’de sadrâzam tarafından büyük bir bozguna uğratıldı. Mora’da muvaffak olamıyan Venedik kuvvetleri ve donanması Kalomata’ya çekildi. Burada da Osmanlı kuvvetlerinin baskınına mâruz kalarak büyük bir darbe yediler. Daha sonra donanma komutanlığına getirilen Victor Kapello, Taşoz, İmroz ve Semendire adalarını alarak, Atina’yı işgal etti ise de Türk akınları neticesinde çekilmek mecburiyetinde kaldı.

Bu arada Osmanlı Devleti’nin, Venedik, Napoli, Macar, Arnavutluk ve Papalık kuvvetleri ile savaş hâlinde bulunmasından istifâde ile Karamanoğlu Pir Ahmed Bey, daha önce Osmanlılara terk edilen yerleri geri almak istedi. Ancak Osmanlı Devleti’ne tek başına karşı koyamayacağını anlayınca, Akkoyunlu hükümdarı Uzun Hasan’dan yardım istedi. Bu durumun Anadolu’da Osmanlılar aleyhinde büyük bir huzursuzluğun başlangıcı olabileceğini düşünen Fâtih, 1466 senesinde Karaman üzerine sefer düzenledi. Konya’ya girerek Karamanoğullarr beyliğinin topraklarını, merkezi Konya olmak üzere, bir beylerbeyilik olarak Osmanlı Devleti topraklarına kattığını açıkladı. Bölgeye Karamanoğullarının dönmemeleri için; Karaman tahtı denen Konya’ya beylerbeyi olarak oğlu şehzâde Mustafa’yı tâyin etti. Velîahd şehzâdenin Konya’ya yerleşmesi, Karamanoğullarının Konya ile Lârende’yi tamamen kaybetmelerine sebeb oldu. Böylece Fâtih, devletin doğusunu kısmen de olsa emniyete almış oldu. Pâdişâh, Karaman seferinden dönüşünde, Venedikliler ve Macarlarla Osmanlı Devleti’ne karşı anlaşan Arnavutluk beyi İskender üzerine sefer düzenledi. Akçahisar’ı muhasara etti ise de, son derece sarp olan bu kale fethedilemedi. Kısa bir süre sonra muhasara kaldırıldı. Fâtih bu sefer sırasında Arnavutluk’un fethini tamamlamak için ülkenin en merkezinde bulunan İlbasan kalesini inşâ ettirerek, müstahkem bir mevkiye sâhib oldu. Geri dönen Sultan, aynı senenin sonlarına doğru tekrar Arnavutluk üzerine yürüdü ve kışı orada geçirdi. 1467 Ağustos ayında Akçahisar tekrar kuşatıldı ise de, ele geçirilemedi. Bu iki sefer İskender Bey’in durumunu son derece nâzik bir hâle getirdi. Ele geçen kalelere asker yerleştiren Sultan geri döndü. Fâtih Sultan Mehmed Han Arnavutluk’tan döndükten kısa bir süre sonra, İskender Bey öldü. Ölümünden sonra İskender Bey’in topraklarının bir kısmı Osmanlı Devleti’ne kaldı. Bir kısmına ise mahallî Arnavud sergerdeleri, Osmanlı Devleti’ne ve Venedik’e tâbi olarak yerleştiler. Böylece bu târihten itibaren kuzeybatıda kalan dar bir şerit dışında bütün Arnavutluk, Osmanlı hâkimiyetine girmiş oldu.

Yeni ilhak edilmiş olan Mora ve Yunan sahilleri ile Anadolu sahilleri arasında gidip gelen Türk gemilerinin yolları üzerinde bulunan Eğriboz adası, Venediklilerin Ege üzerinde en mühim üslerinden birisini teşkil etmekte idi. Mora sahillerinde bulunan ve henüz Venediklilerin elinde olan bir takım şehirlerin güvenliği bakımından pek, önemli olan Eğriboz, aynı zamanda Türk sahillerine ve denizlerde dolaşan Türk gemilerine saldıran hıristiyan korsan gemileri ile Venedik donanmasının sığındığı bir yerdi. Eğriboz Venedikliler elinde kaldıkça, bu kısımda seyahat eden Türk gemicilerinin ve hattâ ada civarında bulunan Türk topraklarının emniyet altında bulunması imkânsız gibi idi. Bütün bunları dikkate alan Osmanlı pâdişâhı, Venedik donanmasının adalarda ve Enez’de yaptığı tahribata karşılık olmak üzere, Ege denizinde Türk topraklarına saldırmak üzere Venediklilerin ileri karakolu sayılan bu adayı almak için hazırlıklara başladı. Nitekim eski sadrâzam Mahmûd Paşa’nın idaresi altında büyük bir donanma 1470’de Gelibolu’dan hareket ederek yol üzerindeki Şıra adasını zaptettikten sonra, Eğriboz’u kuşattı. Öte taraftan bizzat Fâtih Sultan Mehmed de 70-100 bin kişilik bir kuvvetle karadan Eğriboz karşısına gelmişti. Adanın karaya en yakın olan yeri üzerine gemilerini toplayan Fâtih, üç gün geceli gündüzlü çalışmak suretiyle kara ile adayı birbirine bağlayan bir köprü kurdurdu. Bu suretle adaya, yaya ve atlılardan başka top da geçirildi. Pâdişâh da bu köprüden geçerek surlara yakın bir yerde çadırını kurdurdu. Bu sırada Venedik donanmasının kalenin imdadına geldiği haber alındı. Bunun üzerine Fâtih, İstanbul ve Belgrad’da olduğu gibi gemilerden bir kısmını karadan yürüterek kalenin arka tarafına indirdi ve Venedik donanmasının yolunu kesti. Nitekim Venedik donanması geldiğinde, ne karadan ne de denizden kaleye girme imkânlarını bulamadığı için adaya yakın bir yerde demirlemek zorunda kaldı. Bununla beraber Venedik amirali Nicolas Canale, Türklerin kurmuş oldukları köprüye hücum etti. Fakat bir netice alamadı. Bu durum üzerine Venedik donanması bütün kuvvetiyle limana girerek Türk donanmasına saldırdı. Top, tüfek ve oklarla yapılan bu müthiş savaşta Venedikliler ağır bir hezimete uğradı. Kaptan Zuan Longo ve Zuan Tran dâhil olmak üzere bir çok Venedikli öldürüldüğü gibi, gemilerinin büyük bir kısmı da batırıldı. Venedik donanmasının bu bozgununa rağmen kaledekiler büyük bir iştiyakla müdâfaaya devam ettiler.

Nihayet yirmi güne yakın bir kuşatmadan sonra 11 Temmuz 1470 Çarşamba günü gecesi başlayan hücum sabaha kadar sürdü ve 12 Temmuz Perşembe günü sabahleyin ada bütünüyle Osmanlı hâkimiyeti altına girdi. Uzakta bekleyen Venedik donanması kale burçlarında Türk bayraklarının dalgalandığını görür görmez, kalenin düştüğünü, yakın adalara bildirmek üzere bir gemilerini ateşlemişler ve ada civarından uzaklaşmayı faydalı görmüşlerdi.

Fâtih Sultan Mehmed’in Karaman işlerini hallinden ve Konya’ya şehzâde Mustafa’yı vâli olarak bırakıp çekilmesinden sonra da bu ülkede Osmanlılar aleyhindeki faaliyetler son bulmadı. Hattâ yalnız İçel ve Taşeli’nde hüküm sürmekte olan Karamanoğulları Kâsım ve Pir Ahmed beyler, Türk ordusu çekildikten sonra müştereken hareket ederek Lârende’yi geriye almaya muvaffak olmuşlardı. Üzerlerine gönderilen Rum Mehmed Paşa bozguna uğradı ve hayâtını güçlükle kurtarabildi. Nihayet Fâtih Sultan Mehmed, Eğriboz seferinden dönüşte Venedikliler ile de işbirliği yapmış olan Karamanoğulları üzerine vezîriâzam İshak Paşa’yı gönderdi. Bu Seferde Niğde, Aksaray, Varköy, Uçhisar ve Ortahisar kaleleri fethedildi. Karamanoğulları sâdece Silifke civarında münhasır bırakıldı. Bu sırada alınan Aksaray halkının bir kısmı İstanbul’a getirilerek, memleketlerine istinaden Aksaray adını alan semte yerleştirildi. Ertesi sene Konya vâlisi şehzâde Mustafa, lalası Gedik Ahmed Paşa’yı Osmanlı hâkimiyetini tanıyan, fakat daha sonra düşmanlarla ittifak yapan Alâiye beyi Kılıç Arslan Bey üzerine gönderdi. Kılıç Arslan Bey, şehir ileri gelenlerinin teklifi üzerine kaleyi mukavemetsiz teslim etti. Bu yüzden de kendisine Gümülcine sancakbeyliği verildi.

Anadolu’da Akkoyunlular ve Venedikliler gibi büyük Osmanlı düşmanlarıyla işbirliği yapabilecek bir kuvvet bırakmak istemeyen Fâtih, Karamanoğullarının elindeki son kalan Silifkeyi fethetmek için şehzâde lalası ve vezir Gedik Ahmed Paşa’yı vazifelendirdi. Gedik Ahmed Paşa, başta Silifke olmak üzere, Taşeli ve diğer Karamanoğlu topraklarını ele geçirdi. Böylece Karamanoğlu Beyliği fiilen son buldu. Bu durum, Akkoyunlu hükümdarı Uzun Hasan’ın ve Memlûk sultânının hoşuna gitmemişti. Diğer taraftan Maraş ve Elbistan bölgesinde hâkim olan Dulkadir Beyliği, Osmanlı ve Memlûk sultanlığı arasında rekabet ve ihtilâf sahası durumunda idi. Süleymân Bey’in ölümü ile Dulkadir mes’elesi tekrar alevlendi. 1472’de Fâtih Sultan Mehmed’in kayınbiraderi ve sâdık dostu olan Dulkadiroğlu Şehsuvar Bey’i yakalayıp, Kâhire’ye götürerek öldürmeleri, Osmanlı-Memlûklü münâsebetlerinin bozulmasına sebeb oldu. Şehsuvar Bey’in ölümü üzerine tahta geçen Şahbudak Bey, Osmanlılardan çok, Memlûklü Devleti’ni tuttu. Bunun, üzerine Fâtih, Şahbudak Bey’e karşı kardeşlerinden Alâüddevle Bozkurt Bey’i destekledi. Alâüddevle Bozkurt Bey, hem kayınbiraderi hem de şehzâde Bâyezîd’in kayınpederi idi.

1473 senesi yaklaşırken büyük harbin ilk devresi Osmanlı Devleti lehine neticelenmişti. Eğriboz adasının düşmesi ve akıncıların Venedik, Almanya, Macaristan topraklarında başarılı olmaları Avrupa’yı sarsmıştı. Fâtih de, Anadolu cephesinde düşmanlarına karşı muvaffak oldu. Karaman mes’elesi kökünden, Osmanlılar lehine bitmişti. Venedik donanması da, Osmanlı donanması karşısında hiç birşey yapamamıştı. Bu durumda harbin geleceği, kuvvetli bir Akkoyunlu müdâhalesine bağlı idi. Akkoyunlu hükümdarı Uzun Hasan, Fâtih’ten sonra dünyânın en güçlü İmparatoru olduğundan, Avrupa ondan yardım bekliyordu. Venedik ve papa ile ittifak kuran Uzun Hasan, Osmanlı Devleti’ni ortadan kaldırma hazırlıklarına girişti. İstanbul’a bir elçi göndererek Karaman Eyâleti ve Trabzon sancağının kendisine bırakılması ile büyük ittifaktan ayrılacağını bildirdi. Fâtih, kılıcıyla feth ettiği toprakları, sebep ne olursa olsun anlaşma ile başkalarına verecek bir hükümdar olmadığından, teklifi kabul etmedi.

Fâtih, düşmanlarından birkaçıyla uğraşırken, birkaçını sulh ve menfaat vadiyle oyalamaya çalışıyor, fakat her sene biri üzerine darbeler indiriyordu. Büyük savaşın mukadderatı, Osmanlı-Akkoyunlu savaşı üzerinde düğümlenmişti. İki devlet arasında ilk çatışma, Ömer Bey kumandasındaki Akkoyunlu kuvvetlerinin Karaman beyleri Pîr Ahmed ve Kâsım beyler de yanlarında olduğu hâlde Tokat kalesini tahrip ve yağma etmesiyle başladı. Baskından sonra bu kuvvetten 20.000 kişilik kuvvet ayrılarak Yûsufça Mirzâ’nın komutasında Karaman topraklarına girdi. Bölgede bulunan Gedik Ahmed Paşa, emrindeki küçük kuvvetle bunlara karşı koyamayacağını anlayınca Karaman vâlisi şehzâde Mustafa’nın yanına çekildi. Fâtih Sultan Mehmed Han’ın emriyle Anadolu beylerbeyi Dâvûd Paşa da bu kuvvetlere katılınca, Konya vâlisi şehzâde Mustafa büyük bir sür’atle hareket ederek Kıreli mevkiine geldi. Yûsufça Mirza, Osmanlı ordusunun bu kadar kısa zamanda harekete geçeceğini tahmin edemediğinden, Kıreli meydan muhârebesinde büyük bir hezimete uğradı. Bir çok Türkmen beyleri bu savaşta öldü. Yaralı olarak ele geçirilen Yûsufça Mirza da diğer esirlerle birlikte İstanbul’a gönderildi (18 Ağustos 1472).

1472 senesi sonlarına doğru Macar kralına gönderilen Uzun Hasan’ın elçisi, Osmanlılar tarafından yakalandı ve İstanbul’a gönderildi. Elçiyi sorguya çeken Fâtih, Akkoyunlu Devleti’nin işini bitirdiği takdirde, Avrupa’nın kendisine boyun eğeceği neticesine vardı. Uzun Hasan’la ittifak edecek bir Avrupa haçlı ordusu, Osmanlı Devleti için felâket olurdu. Durumu çok iyi bir şekilde hesaplayan Fâtih, 1473 kışını harb hazırlıkları ile geçirdi. Çanakkale boğazını, Venedik’den gelebilecek saldırılara karşı kuvvetli bir şekilde tahkim etti ve Osmanlı donanmasını boğazda hazır bekletti. Diğer taraftan Uzun Hasan, Osmanlılara karşı Mısır Memlûk Devleti ile anlaşmak istedi ise de başaramadı. Fâtih Sultan Mehmed, Uzun Hasan’ın Venedik Cumhûriyeti’ne gönderdiği bir mektubu ele geçirerek, Mısır Memlûk sultânına gönderdi. Bu mektupta Uzun Hasan, Osmanlı ülkesinde olduğu gibi, Mısır toprakları üzerinde de gözü olduğunu açıklıyordu. Uzun Hasan, Fâtih’le olan mücâdelesinde, kendi süvârî kuvveti ile Avrupalı dostlarının deniz kuvvetlerine güveniyordu. Zîrâ Uzun Hasan Osmanlı Devleti’nden bir kaç kere daha geniş bir ülkeye sâhib olmasına rağmen, idâri ve askerî teşkîlât bakımından çok geride idi.

Harb hazırlıklarını tamamlayan Fâtih, oğlu şehzâde Cem’i Rumeli’nin muhafazasına tâyin ederek Edirne’ye gönderdi ve 11 Nisan 1473 günü Üsküdar’dan hareket etti. Fâtih Sultan Mehmed’in kumandası altındaki Osmanlı kuvvetleri on bin yeniçeri, on bin azab ve altmış bin tımarlı sipahi olarak seksen bin civarında idi. Devrine göre akıl almaz bir mükemmellikte teçhiz edilmiş Osmanlı ordusunun Sivas’a geldiğini haber alan Uzun Hasan, Harput’tan 100.000 süvari ile kuzeyden hareketle Erzincan havalisine gitti. Birbirlerini imha etmeye kesin şekilde kararlı olan iki ordu, Otlukbeli sahrasında karşılaştı. Sekiz saat süren savaşı disiplinli Osmanlı ordusu kazandı. Uzun Hasan savaş meydanından kaçtı. Bu savaşın kazanılmasında, harb plânının iyi hazırlanmış ve tatbik edilmiş olmasının büyük payı vardı (Bkz. Otlukbeli Savaşı).

Fâtih Sultan Mehmed Han, Otlukbeli savaşını müteâkib esir düşen Karakoyunlu beyleri ile Akkoyunluları affetti. Şebinkarahisar üzerine yürüyüp, şehri zabtettiği sırada, Uzun Hasan’ın elçisi Mevlânâ Ahmed gelerek sulh teklifinde bulundu. Bir daha Osmanlı ülkesine tecâvüz etmemek ve Şebinkarahisar’ın fethini kabul etmek şartlarıyla iki devlet arasında sulh imzalandı. Fakat Uzun Hasan sözünü tutmayarak Venediklilerle temasa geçti.

Otlukbeli savaşından sonra artık Avrupa’nın, Fâtih’i yenme ümidi kalmamıştı. Ülkesinin doğusunu garantiye alan Fâtih, bütün gücüyle batıya yöneldi. Otlukbeli savaşı sırasında, Osmanlı Devleti’nin Ege kıyılarına yaptığı taarruzları ile Karamanoğullarına yardımlarından dolayı, Venedik üzerine 1474’de açılan sefere, Rumeli beylerbeyi Hadım Süleymân Paşa me’mur edildi. Hadım Süleymân Paşa, Venedik hâkimiyetinde bulunan İşkodra’yı kuşattı. İşkodra’nın muhasarası Mayıs’tan Ağustos’a kadar üç ay sürdü. Osmanlı askeri iki yerden kaleye girdi ise de, kuvvetli müdâfaa üzerine, hayli zâyiât vererek geri çekilmek mecburiyetinde kaldı.

Fâtih Sultan Mehmed Han, 1475 senesine kadar Karadeniz’in Anadolu sahillerini ele geçirmiş, Kırım sahilleri üzerindeki Ceneviz limanlarına henüz dokunmamıştı. Küçük bir bölgede toplanmış olan Kefe, Azak, Mankup şehirleri önemli ticâret yolları üzerinde idi. Aleyhindeki müthiş ittifak çemberinin halkalarını birer birer ortadan kaldırarak devrin en kudretli hükümdarı hâline gelen Fâtih, bir çok mes’eleler yanında Karadeniz’i tamamen Türk gölü hâline getirmek için harekete geçti. 1475 senesinde donanmayı, Gedik Ahmed Paşa komutasında Kırım’a gönderdi. Kefe önlerine gelen Gedik Ahmed Paşa, yaptığı teslim teklifine red cevâbı alınca, karaya asker çıkararak Haziran ayının altısında karadan ve denizden Kefe’yi kuşattı. Üç gün süren muhasaradan sonra şehir halkının baskısıyla kale komutanı teslim oldu. Gedik Ahmed Paşa, Kefe’nin teslim olmasından sonra donanmayı Azak Denizi’ne sokarak, Azak kalesini aldı ve Mankup şehrini kuşattı. Bir müddet yoğun top ateşine tutulan kale ele geçirilemedi. Osmanlı kuvvetlerine dayanılamıyacağına inanan kale komutanı teslim oldu ise de, kalede bulunan bir akrabası kaleyi müdâfaa etti. Bunun üzerine baş vurulan geri çekilme taktiği ile kaledekiler dışarı çekildi ve iki ateş arasında imha edildi. Mudâfîlerin çoğunu kaybeden Menkup, kolayca ele geçirildi. Bu sırada Kefe’de esir olarak tutulan Kırım hanı Mengli Giray kurtarıldı. Yeniden Kırım tahtına geçen Mengli Giray, bu târihten itibaren Osmanlı Devleti’ne tâbi hâle geldi.

Diğer taraftan Fâtih, Rumeli beylerbeyi Süleymân Paşa’yı Karadeniz sahilinde bulunan Boğdan üzerine gönderdi. Boğdan voyvodası, Osmanlı askeri ile meydan muhârebesine girmekten sakındığı için, usta bir hareketle Paşa’yı Türklerin Ağaç denizi dedikleri Rasboleni ormanlarından geçirerek Berlad ırmağına kadar çekti. Burada Macar ve Leh kuvvetlerinin yardımıyla yorgunluğundan ve hava şartlarından faydalanarak Süleymân Paşa komutasındaki Osmanlı ordusunu ağır şekilde mağlûb etti. Süleymân Paşa güçlükle kurtulabildi. Boğdan voyvodası ele geçirdiği Osmanlı askerinin hepsini kazığa oturttu. Bunun üzerine Fâtih Sultan Mehmed Han, ordusu ile 1476 baharında Boğdan topraklarına girdi. Üç yüz gemiden müteşekkil donanma da Boğdan sahillerini top atışları ile vurdu. 26 Temmuz 1476 günü Osmanlı ordusu Akdere mevkiinde Boğdan kuvvetleri ile karşılaştı. Yapılan muhârebede voyvodanın kuvvetleri tamamen yok edildi. Voyvoda dördüncü Stefan, güçlükle hayâtını kurtardı. Boğdan ordusunda Leh ve Macar kuvvetleri de vardı. Bunların açtığı top ateşinden yeniçeri yere yatıp hareketsiz kalınca, Fâtih Sultan Mehmed atı ile ileri atıldı. Bunu gören yeniçeri de hücuma geçti ve düşman ağır şekilde mağlûb edildi. Böylece Boğdan da Osmanlı hâkimiyetine girdi. Fâtih daha sonra da bu küçük devleti himaye eden Lehistan’a göz dağı vermek için Hotin kalesini kuşattı. Böylece ilk defa muntazam Türk ordusu Lehistan’a girdi.

Fâtih Sultan Mehmed, savaş alanında konaklayıp akıncıları Boğdan içlerine gönderdiği sırada, gelen bir haberci, Macarların Semendire civarında Türk askeri kalmadığını öğrendiklerini ve bunun için de o tarafa sefer düzenlediklerini bildirdi. Diğer taraftan Macar kuvvetleri Semendire’yi muhasara etti ve başarı sağlayamadı. Haberi alan Fâtih, Boğdan’dan ayrılarak sene sonuna doğru Macaristan topraklarına girdi. Türk akıncıları Dalmaçya ve Hırvatistan içlerine akın yapmakla vazifelendirildi. Mevsim kış olmasına rağmen akıncılar, buz tutan Tuna’yı geçerek, Macar Kralı’nın yaptırdığı ahşap kaleleri tamamen yıktılar. Sonra Fâtih ağır hava şartları yüzünden Edirne’ye döndü.

1477 baharına doğru Fâtih, sadrâzam Gedik Ahmed Paşa’yı Arnavutluk üzerine sefere çıkmakla vazifelendirdi ise de, sadrâzam bu sefere çıkmaktan kaçınıp tereddüt ettiği için azledilerek yerine Karamanî Mehmed Paşa getirildi. Bu görev değişikliği Fâtih devri için çok önemliydi. Çandarlı Halil Paşa’nın azlinden sonra bu makama hep devşirme olanlar getirilmişti. Gedik Ahmed Paşa’nın azli ile ilk defa devşirme ve asker olmayan, ilmiye sınıfından yetişmiş bir vezir olan Karamanî Mehmed Paşa sadrâzam oldu.

1463 senesinden beri süren Venedik-Osmanlı savaşları, Venedik hazînesine çok zarar verdi ve deniz ticâretini sarstı. Akkoyunlu Devleti’nin mağlûbiyeti ile Venediklilerin hiç bir ümidleri kalmadı. İki devlet arasında 1477 senesinde neticesiz kalan bir takım sulh müzâkereleri yapıldı. Bunun üzerine askerî muvaffakiyetler elde etmek isteyen Venedikliler, Antonio Loredano kumandasındaki donanmalarını Ege sahillerini vurmak için gönderdiler. Buna mukabil Rumeli beylerbeyi Hadım Süleymân Paşa, İnebahtı’yı (Lepanto) muhasara etti. Antonio Loredano’nun kaleye yardım etmesi üzerine, yalnız kara kuvvetleri ile kaleyi kuşatan Süleymân Paşa, fethe muvaffak olamadı. Diğer taraftan Arnavutluk beyi İskender’in ölümü üzerine Venediklilerin eline geçen Akçahisar (Kroya), Mihaloğlu Ali Bey tarafından kuşatıldı. Kalenin muhasarası on üç ay sürdü. Kale müdafileri daha fazla dayanamıyarak 16 Haziran 1478 günü teslim oldu.

Arnavutluk’un en önemli şehri olan İşkodra da Venedikliler’in elinde idi. Burayı fethetmek üzere Fâtih, 1478 senesinde sefere çıktı. Sarp bir dağ üzerinde kurulan İşkodra kalesinin bir tarafından nehir akıyordu. Rumeli beylerbeyi Dâvûd Paşa ile Anadolu beylerbeyi Mustafa Paşa, 8 Haziran günü kalenin muhasarasına başladılar. Pâdişâh ordu-yı hümâyûn ile 1 Temmuz günü İşkodra önüne geldi. Yollar sarp ve top nakli mümkün olmadığı için hayvanlarla döküm levazımı da getirilmişti. Mühendisler, İşkodra önlerinde yüksek hararetli fırınlar hazırlayarak, top döktüler. Burada İstanbul’un fethinde kullanılan toplardan daha büyükleri döküldü. Bu muhasarada askerlik târihinde ilk defa olarak zeytinyağı, kükürt, balmumuna batırılmış yüngüherçileden meydana gelen yangın bombaları kullanıldı. Bu bomba, düştüğü yerleri yakıp kavurmakta ve söndürülememekte idi. Buna rağmen, müteaddit umûmî hücumlarla da İşkodra zaptedilemedi. Bunun üzerine kalenin fethi için Fâtih başka çârelere başvurdu. Önce etrafında bulunan kaleler fethedilerek, İşkodra’ya etraftan gelebilecek zahire ve sâire yolları kesildi. Boyana nehri üzerinde inşâ edilen köprünün iki başına kuleler yapılarak içine asker kondu. Böylece şehir yoluyla denizden kaleye gelecek yardıma mâni olundu. Bu tertibatı aldıktan sonra Fâtih Sultan Mehmed, İşkodra’nın muhasarasını, Arnavutluk cephesi akıncı kumandanı Evrenuzoğlu Ahmed Bey kumandasında kırk bin askere bıraktı. Ayaklarında bulunan nikris hastalığı yüzünden kış mevsimi gelmesi ile İstanbul’a döndü. Alınan tedbirler kaledekileri zor duruma düşürdü. Pâdişâh’ın avdetinden altı ay sonra kaledekiler mal ve canlarına zarar gelmemek ve isteyenin kalması, isteyenin gitmesi şartıyla teslim oldular. Osmanlı Devleti’nin eline geçen İşkodra, sancak merkezi hâline getirildi. Bu kalenin muhasarası, o sırada kalede bulunan Rahin Marino Barlozio tarafından Latince olarak üç cild hâlinde kaleme alınmıştır. Ellerinde bulunan kalelerin birer birer fethi üzerine, Venedikliler büyük harbin sona ermesi için Fâtih’e elçi gönderdiler. Uzun görüşmeler neticesinde harbin sonunu bildiren Osmanlı Venedik sulhu, 25 Ocak 1479 günü İstanbul’da imzalandı. Bu andlaşmaya göre Eğriboz adası, Doğu Arnavutluk’ta Venediklilerin elinde bulunan topraklar ve Kroya, Osmanlı Devleti’ne bırakılıyordu. Venedik 100.000 duka altını harp tazminatı ile Osmanlı Devleti’nin verdiği ticâret serbestliğine karşılık olarak da 12.000 duka altın harac ödeyecekti.

Fâtih Sultan Mehmed, Venedik ile anlaştıktan sonra, dikkatini İtalya’ya, çevirdi. Bu devirde İtalya’da hâkim olan Floransa Devleti ile Aragon ve Napoli krallıkları arasında müthiş bir mücâdele hüküm sürüyordu. Floransa, kuvvetli düşmanlarına karşı müdâfaadan âcizdi. Buranın fethi için, Pâdişâh önce yol üzerinde bulunan ve Akdeniz’de korsanlık yapan Rodosluların merkezi olan Rodos adasını fethetmekle vezir Mesih Paşa’yı görevlendirdi. Mesih Paşa’ya verilen donanma 160 gemiden meydâna geliyordu. Gelibolu’dan hareket eden donanma 23 Mayıs 1480 günü Rodos önlerinde demirledi. Rodos muhasarasının devam ettiği bir sırada 100 gemiden meydana gelen diğer bir Osmanlı donanması da Gedik Ahmed Paşa komutasında 28 Temmuz 1480 günü İtalya’nın güneyinde bulunan Otranto limanına girdi. Gedik Ahmed Paşa, 18.000 yeniçeri ve 1.000 süvariyi karaya çıkardı. Süvârî kuvvetleri hızla Otranto havalisine yayıldı. Şehir ancak on dörtgün kadar Osmanlı kuvvetlerine karşı, koyabildi ve 11 Ağustos’ta teslim oldu. Fâtih’in burayı ele geçirmesindeki asıl gayesi, Batı Akdeniz ve İtalya hâkimiyeti için bir üs elde etmekdi.

Diğer taraftan Rodos önlerinde çarpışan Osmanlı donanma komutanı Mesih Paşa, 28 Temmuz günü Rodos kalesine umûmî hücum emri verdi. Bu muhasarada ilk defa olarak infilaklı tahrip bombaları kullanıldı. Aynı gün açılan gediklerden kaleye giren Türk askerleri kale burçlarına Osmanlı bayrağını diktiler. Fakat Rodos şövalyeleri bir fırsattan istifâde ile, kaleye giren askerleri geri püskürttü. Birçok askerin telef olması üzerine Mesih Paşa muhasarayı kaldırmak mecburiyetinde kaldı. Mesih Paşa dönüşte önce Silifke limanını ve daha sonra aldığı emir üzerine Bodrum kalesini kuşattı ise de, bunları da alamadan İstanbul’a döndü. Başarısızlığı yüzünden İstanbul’a girmesine izin verilmiyerek donanma ile Beşiktaş önüne geldiğinde vezirlikten azlolunup, donanma ile Gelibolu sancakbeyliğıne gönderildi.

Osmanlı donanmasının bir kolunun Otranto’yu ele geçirmesi üzerine, papalık müthiş bir telâşa kapıldı. Roma, Fâtih’in eline geçtiği takdirde, papa onun himayesine girecekti. Gedik Ahmed Paşa kuvvetleri sistemli bir şekilde İtalya’nın güney taraflarına yerleşmeye başlamışlardı. Papa, Avrupa devletlerini Türklere karşı birleşmeye çağırdı ise de, Osmanlı ordusunun kudret ve azametini bilen Avrupa devletleri, papanın çağrısına cevap vermediler.

1481 senesi ilkbaharında Fâtih Sultan Mehmed üç yüz bin kişilik bir ordunun başında olduğu hâlde sefere çıktı. 27 Nisan 1481 Cuma günü Kapıkulu askerleriyle Üsküdar’a geçti. Pâdişâh Üsküdar’a geçtiğinde hasta olduğu için bir kaç gün dinlendi. Daha sonra araba ile hareket etti. Gebze yakınlarındaki Tekirçayırı veya Hünkâr çayırına geldiği zaman hastalığı arttı. Bunun üzerine hekimler tarafından konsültasyon yapılarak, verilen ilâcın dozu arttırıldı. Fâtih’in özel doktoru, Yakup Paşa isminde bir yahûdî dönmesi idi. Venedikliler, Fâtih’in zehirlenmesi karşılığında bu dönme Paşa’ya büyük bir servet vâdetmişlerdi. Fâtih zehirlendiğini anladığı zaman iş İşten geçmişti. Birden bire müthiş sancılar başladı ve 3 Mayıs 1481 Perşembe günü öğleden sonra saat dörtte, 49 yaşında iken vefât etti. Fâtih’in ölümü bir müddet halktan ve askerden saklandı. Ölüm hâdisesi duyulunca, Sultan’ın bir zehirlenme olayına mâruz kaldığı anlaşıldı ve Yâkub Paşa, asker tarafından parçalanarak öldürüldü. Böylece vâdedilen milyonlara kavuşamadı.

Fâtih’in ölümü, Türk milletini büyük mateme gark etti. Ölüm haberi Roma’ya ulaşınca, İtalya’da toplar atılıp günlerce şenlikler yapıldı. Papa bütün Avrupa kiliselerinde üç gün çanlar çaldırıp, şükür âyini yapılmasını emretti. Eğer Fâtih bir müddet daha yaşasaydı. Belki dünyâ târihinin akışı ve bugünkü coğrafyası değişecekti.

Fâtih’in nâşı İstanbul’a nakledilerek Muhyiddîn Ebü’l-Vefâ hazretleri tarafından kıldırılan cenaze namazından sonra İstanbul’da yaptırdığı Fâtih Câmii’nin bahçesine defnedildi. Daha sonra üzerine türbe inşâ edildi.

Fâtih Sultan Mehmed Han orta boylu, kırmızı beyaz yüzlü, dolgun vücutlu, sakalları altın telleri gibi kalın, yanakları dolgun, kolları kuvvetli, burnunun ucu hafif kıvrık, saçı siyah ve sık olup, fizîkî bir yapıya sahipti. Ne istediğini, ne yapacağını, ne yapabileceğini bilen ve bu büyük işleri başarabilmek için gerekli tedbirleri, yorulmak bilmeyen bir azim, sabır ve sükûnetle hazırlayan bir insandı.

Türk târihi, sayılamayacak kadar çok kahraman ve cihângirlerle doludur. Fâtih Sultan Mehmed de bunların başında gelenlerdendir. Çünkü o kılıçla keşfi yanyana yürütmüş, çağ açıp çağ kapatmıştır. İstanbul’u bütün ganimetleri içinde fîrûze bir yüzük taşı gibi parmağında taşımış, bu güzel şehri torunlarının torunlarına bırakmıştır. Onun için, asırlar boyu her cephesiyle yazılmış, çizilmiş, hakkında Garp’ta ve Şark’ta çok şeyler söylenmiştir. Tedkîk edildikçe derinleşen, derinleştikçe deryâlaşan bu cihângirin, sayısız vasıflarından bâzıları şunlardır:

Fâtih Sultan Mehmed soğukkanlı ve cesur idi. Bu özelliğinin en güzel misâlini, Belgrad muhasarası sırasında, askerin gevşediğini gördüğü zaman önlerine geçip düşman hatlarına girerek gösterdi. İstanbul muhasarasında da donanmanın başarısızlığı yüzünden atını denize sürmesi bu cesaretinin büyük bir örneğidir.

Çok merhametli ve müsamahalı idi. Kendisine elli gün mukavemet eden ve bir çok müslümanın şehîd edilmesine sebeb olan İstanbul şehri ve onun sakinleri hakkında gösterdiği merhamet, aklın alamıyacağı genişliktedir. Hâlbuki o devir Avrupa’sında muzaffer bir kumandan, zaptettiği şehrin halkına görülmedik zulüm ve işkence yapmakta kendini haklı görürdü. Fâtih vicdan hürriyetine büyük kıymet verirdi. İstanbul’a girdiği vakit ayaklarına kapanan İstanbul patriğini yerden kaldırmak âlicenaplığını gösteren cihângir, şu sözlerle patriği teselli etti: “Ayağa kalkınız. Ben sultan Mehmed, hepinize söylüyorum ki; şu andan itibaren artık ne hayâtınız ne de hürriyetiniz hususunda gazâb-ı şahanemden korkmayınız!” Fâtih, gayr-i müslim tebeasının din ve mezheplerine asla dokunmadı, herkesi vicdanî inanışında serbest bıraktı. Fâtih, İstanbul’un îmârında ücret karşılığında daha çok Rum esirlerini kullandı. Bu sırada biriktirdikleri paralarla hürriyetlerini satın alma imkânını sağladı. Bu müsamaha o devir dünyâsının hayâlinden bile geçirmediği bir olgunluk eseri idi.

Batılıların iddialarına göre şehre giren Türkler, mâbedleri yıkmışlar veya yakmışlar, hiç bir şey bırakmamışlardır. Hâlbuki bunları yıkan ve yakan yine kendileridir. Bizanslılar surlarda açılan gediklerin tamirinde kullanılmak üzere yüzden ziyâde kilise yıkmışlardır. Öyle ki, Fâtih Sultan Mehmed, Ayasofya’yı yakından seyrederken, bir yeniçeri neferinin kilisenin taşlarından birini sökmek üzere olduğunu görünce, mâni oldu ve; “Size malca alınacak şeylere izin vermiştim, mülk ise benimdir demiştim” diyerek yeniçeriyi şiddetli bir şekilde cezalandırmıştır. Askeri ve siyâsî sahada eşsiz bir dehâ idi. Askerî alanda başarısının ilk özelliği kılıçla kalemin işbirliğidir. Ordunun disiplinine çok dikkat ederdi. En küçük itaatsizliği ve buna sebeb olan subayları şiddetli bir şekilde cezalandırırdı. Ordusunu, plânsız, düzensiz hareket ettirmez, mâcerâ hevesiyle kan dökmezdi. Kendi devrine kadar atalarının yer yer, ada ada yapmış oldukları akınlarını, plânlı bir fütûhat hâline getirdi ve devletini, sistemli bir idarecilik şuuruyla istikrarlı, yerleşmiş bir devlet yaptı. Otuz senelik saltanat devresinde düzenlediği küçük büyük seferler, memleketin coğrafî birliğini sağlamaya dayanır. Bu gayeye ulaşmak için de at geçmez kayalıklardan, geçid vermez nehirlerden geçerek; durmadan, dinlenmeden, kış yaz demeden savaştı. Bütün bu seferleri bir plâna göre yaptığından, nereye gitmesi, nerede durması lâzım geldiğini bilerek hareket etti. Yapacağı seferlerin muvaffakiyetle neticelenmesini sağlamak için aylarca bu seferin bütün teferruatını hazırlardı. Kumandanlığı ile diplomatlığı dâima beraber hareket ederdi. Hangi devlet üzerine sefer düzenleyecekse, o devletin iç ve dış münâsebetlerini, zaaflarını, kuvvetini, diğer devletlerle olan münâsebetlerini en ince noktasına kadar tetkik eder ve sefere hasmının en zayıf ve kendisinin en kuvvetli zamanında çıkardı. Yapacağı seferlerden en yakınlarına bile haberdâr etmez ve bunların gizli kalmasına çok dikkat ederdi. “Sırrıma sakalımın bir tek telinin vâkıf olduğunu bilsem, onu yolar atarım” sözü meşhurdur. Böyle hareket etmeyi muvaffakiyetlerinin başlıca sebeblerinden sayardı. Nitekim böyle hareket etmesinin neticesinde İsfendiyâr beyliği ve Trabzon Rum İmparatorluğunu kolayca ele geçirdi.

Çok başarılı bir diplomattı. Otuz sene, Asya ve Avrupa’da bâzan bir kaç cephede beş, on hattâ daha fazla devletle birden harb hâlinde bulunduğu günler oldu. Böyle zamanlarda düşmanlarının, kuvvetlerini birleştirmemenin, siyâsî müzâkereler, vâdler ve muvakkat tâvizlerle müttefikleri birbirinden ayırmanın kolayını buldu. Rodos adasının fethi için donanmayı hazırlarken, zaman kazanmak ve oyalama taktiğine girişerek şehzâde Cem’e bir mektup vererek Demetrios Soplionos isimli Rum ile birlikte Rodos’a gönderdi. Fâtih bu mektubunda hafif bir vergi karşılığında kendileriyle sulh ve sükûn içinde yaşıyacaklarını bildiren diplomatça bir harekette bulundu.

Casuslar bulundurduğu gibi, Avrupalı devletlerin Osmanlılarla ilgili hareketleri müzâkere eden bütün meclislerinde geniş bir haber alma teşkilâtına da sahipti. Almanya’da yerlilerden elde edilmiş casuslar da vardı. İtalya ise, son derece gizli ve daimî bir Türk haber alma servisi ile örülü idi. Fâtih, bu teşkilâtı sayesinde düşmanlarından günü gününe haber alır, hareketlerini değerlendirerek tedbirler alırdı.

Fâtih, ordu ve donanmasını iyi bir şekilde tekâmül ettirmişti. Ordunun silâhları bir kaç senede yenilenir ve daha mütekâmilleri, eskilerinin yerine konurdu. Osmanlı donanmasının tekâmül etmiş şekilde kurucusu Fâtih’tir. Topçuluğa gerekli ehemmiyeti veren ilk pâdişâhtır. Fâtih’ten önce, top, bütün dünyâda, daha çok sesi ile düşmanı ürkütmek için kullanılırdı. Büyük kaleleri yerle bir edebileceği ve meydan muhârebelerinde rol oynıyacağı hiç düşünülmemişti. Fâtih, bütün bunları akıl ederek, o târihe kadar görülmeyen sayı ve çapta top yapılmasına yöneldi. Topların balistik ve mukavemet hesaplarını kendisi yaptı. Piyadeye de, öncesine nisbetle, büyük önem verdi. Osmanlı ordusu esas bakımından bir süvârî ordusu olmaya devam etmişse de, yeniçeri ve azab gibi piyade sınıfları, Fâtih devrinde önem kazandı.

Fâtih Sultan Mehmed, ilme, san’ata ve ilim adamlarına çok kıymet verirdi. Zihniyeti ve tabiatı itibariyle ileri hamleden hoşlanan, Terakkî ve medeniyetten zevk alan bir pâdişâhtı. Tıpkı askerî fetihleri gibi, ilim adına açtığı savaşta da bir âlimler, san’atkârlar ordusu kurdu ve bu muhteşem orduya kendisi serdâr oldu. Yeni devletin kurulması plânının icrasında eğitim ve öğretimin te’sir ve önemini her şeyden üstün tuttu. Maârif sistemini kânunla tanzim ederek ulemâ sınıfı diye tanınan ve idarenin temelini meydana getiren diyanet ve hukuk kurumlarını teşkilâtlandırdı. Devlet idaresini ve bunun ilmîleştirilmesini esas aldı. Londra’da, National Gallery’de, Fâtih Sultan Mehmed’in bir portresi bulunmaktadır. Bu portrenin Centile Bellini tarafından yapıldığı delil olmadığı hâlde iddia edilmektedir. Hâlbuki, National Gallery’de bu portre ile ilgili dosyadaki bilgilerden anlaşıldığına göre, her şeyden önce portre üzerindeki Centile Bellini adı kesin olarak okunamamıştır. Ayrıca Bellini’nin İstanbul’a gelip, Topkapı Sarayı için manzara resimleri yaptığı bilinmekle beraber, pâdişâhı gördüğü belli değildir.

Aklî ve naklî ilimlerde söz sahibi olan âlimleri İstanbul’a topladı ve Onların talebe yetiştirmesi için medreseler kurdu. Devrinde yetişen büyük âlım ve san’atkârlar mühim eserler verdiler. Fıkıh ilminde Molla Hüsrev, tefsirde Molla Gürânî, Molla Yegan, Hızır Çelebi, Matematikte Ali Kuşçu, kelâmda Hocazade, zamanının büyük âlimlerindendi ve ülkesine dünyânın dört bir tarafından âlimler akın ederdi.

İyi bir komutan ve devlet reisi olan Fâtih, aynı zamanda iyi bir ilim adamı ve şâir idi. Latince ve Rumca ile Arapça, Farsça ve Türkçe’ye bütün incelikleriyle vâkıf idi. Şiirde, devrin üstâdları arasında yer aldı ve sarayda ilk dîvânı yazdı. Çünkü o, medeniyetin, san’atsız olarak fertlerin gönüllerinde yer alacağına ihtimâl vermiyordu. Dedelerinin devlet kuruculuk kudretini, iradeli bir idarecilik şuuruyla geliştirmesini bilen Fâtih, çevresinde devrin üstâd şâirlerini topladı. Avnî mahlâsıyla edebî değeri yüksek beyt ve gazeller söyledi. Arûzu, usta şâirlerden farksız bir hâkimiyetle kullanmış, şiirlerinde ince hissiyat ve düşüncelerini dile getirmiştir. İstanbul’un fethinden sonra Fâtih, hocası Akşemseddîn’in elini öpüp, tahtı tacı bırakıp derviş olmak istedi. Akşemseddîn bu teklifi reddederek, devlet işlerine me’mur edilen pâdişâhın asıl vazifesini yapmamış olacağını, dîn-i İslâm ve adaletle memleketi ve dünyâyı idare etmenin daha makbûl olduğunu; aksi hâlde din ve devletin zarar göreceği için, ikisinin de Allah indinde mes’ûl olacaklarını bildirdi. Bunun üzerine Allah aşkı ile yanan kalbinin ateşini de şiirleriyle ortaya döktü.

Fâtih Sultan Mehmed, kelâm ve matematik ilminde devrinin en büyük otoritelerinden biri idi. Bizanslı tarihçi Kritobulos’un hayranlıkla anlattığı, balistik sahasındaki keşifleri, ortaçağın surlarını yıkmıştır. Bu suretle Avrupa’nın timsâli olan derebeyi şatoları toplarla yıkılarak büyük devletler kurulmuş; neticede büyük güç kaynakları biraraya toplanarak ortaçağa son verilmiştir. Bu suretle Türkler, ortaçağdan yeniçağa Avrupa’dan daha evvel geçmişlerdir.

Fâtih Sultan Mehmed, teşkîlâtçı ve îmârcı idi. Devlet idaresini tam bir intizâm içinde yürütmek için lüzum ve ihtiyâç görüldükçe İslâm’ın esaslarına uygun kânunlar ve fermanlar yayınladı. Tanzîmât dönemine kadar Osmanlı Devleti’nin temel kânunu olarak mer’iyette kalan Fâtih Kanunnâmesi çok mühim bir eserdir. Pâdişâh’ın görüşleri alınarak sadrâzam Karamanî Mehmed Paşa tarafından hazırlanan bu çok önemli kanunnâmeyi, nişancı Leyszâde Mehmed Çelebi kaleme almıştır. Kânûnî Sultan Süleymân devrinde hazırlanan kanunnâmede de bu eser esas alınmıştır. Osmanlı Devleti’nin bütün temel müessese ve teşkilâtı, Fâtih devrinde en mükemmel hâle gelmiştir. Enderûn mektebini kurarak memleket için gerekli devlet adamı yetiştirilmesini yine o sağlamıştır.

Fâtih Sultan Mehmed, doğu Türkleri ile temasa büyük önem verdi. Oğlu sultan İkinci Bâyezîd de Türk medeniyetini ilerletmek hususunda babasını tâkib etti. Doğu Türklerinin, Tîmûr Han Devri medeniyeti denilen, medeniyet hareketlerinin benzeri, Fâtih devrinde Osmanlılarda tahakkuk etti. Fâtih, batı dillerinden bir kaçını bilmesi sebebiyle Avrupa literatürünü çok iyi tâkib etmiş, Türklerin her hususta Avrupalılardan üstün bulunması sebebiyle, Avrupa’dan bir şey alma ihtiyâcını duymamıştır.

İstanbul’un îmârına çok önem veren Pâdişâh, saray, câmiler, medreseler ile hamamlardan başka şehrin çeşitli yerlerinde 4.000 dükkan yaptırarak, vakfetti. Büyük câmilerin yanındaki medreselerin hâricinde 24 medrese, 12 han, 40 çeşme ve Halkalı su te’sîsâtı ile iki gemi tersanesi ve kışla, yapılan binalar arasındadır. İstanbul îmâr olunurken, diğer taraftan Bursa, Edirne gibi şehirlerde îmâr faaliyetleri büyük bir hızla devam etti. Bu devirde Bursa’da 37, Edirne’de 28 ve sâir şehirlerde 60 câmi yapıldı.

Edirne’de Tunca nehri kenarında 1451 senesinde büyük bir saray inşâ edildi. Bu sarayın bir modeli Topkapı Sarayı’dır. Bu saray. 1876 Osmanlı-Rus harbinde cephane infilâkıyla harâb oldu.

Batılı Gözüyle Fâtih: Büyük devlet ve ilim adamı olan Fâtih, en büyük düşmanlarının gözlerini kamaştıran pâdişâhtır. Eserlerinde ondan takdirle bahsetmişlerdir. Fetih sırasında İstanbul’da bulunan İtalyan Zorzo Dolfin bir keresinde; “Sultan Mehmed” çok az gülerdi. Zekâsı, daimî bir çalışma halindeydi. Çok cömertti. Her İşte fevkalâde atılgan, hattâ cür’etkârdı. Seçtiği hedeflere erişmek için çok ısrar ederdi. Soğuğa, sıcağa, açlığa, susuzluğa tahammüllüydü. Kesin konuşur, kimseden çekinmezdi. Zevk ve sefadan uzaktı. Türkçe, Yunanca ve Sırpça’yı çok iyi konuşurdu. Her gün bir müddet okurdu. Roma târihi, başka devletler târihi, Laerce, Tite-Live, Herodot, Quinte-Curce, Papaların, Alman İmparatorları ile Fransa ve Lombardiya krallarının vak’aları okuduğu târihler arasında idi. Avrupa’daki bütün devletleri tanırdı. Özellikle İtalya’nın coğrafyasını en ince noktasına kadar bilirdi ve bir Avrupa haritasını yanından ayırmazdı. Askerî ve coğrafî ilimlerle isteyerek meşgul olur, araştırmalar, incelemeler yapardı. Tabiiyyeti altında bulunan ülkelerin âdet ve şartlarını devletin ve bölgenin menfaatlerine kullanmakta maharetliydi.”

Diğer bir İtalyan tarihçi Langusto, İstanbul’un fethinden sonra şöyle yazmıştır: “Sultan Mehmed, İnce yüzlü, ortadan fazla uzun boylu, silâhlar kuşanmış, asîl tavırlı, çok az gülen, devamlı öğrenmek ihtirası ile yanan, cömert ve iyi kalbli, gayelerine ulaşmakta inatçı bir hükümdardı. En çok harp san’atına meraklıydı. Her şeyi öğrenmek isteyen zekî bir araştırmacıydı. Sefahat düşkünlüğü olmayıp, kötü âdetleri yoktu. Harem dâiresinde çok az vakit geçirirdi. Nefsine hâkim ve uyanıktı. Her şarta tahammül gösterebilirdi ve bir cihân devleti peşinde idi.”

Alman müsteşrik Franz Babinger, “Mehmed-II der eroberer und seine Zeit Weltens-türmer einer Zeitenwende” adlı eserinde şöyle yazmaktadır: “Türk dünyâsı için Fâtih günümüze kadar, bütün imparatorların en büyüğü olup, beşer târihinde başka her hangi bir şahsın kendisi ile mukayese edilmesi zordur. O Türk milletine, bütün târihinin en harikulade ve en yaklaşılması gayr-i kabil şahsiyet olarak takdim edilmiştir. Batı âleminin mukadderatı, Fâtih Sultan Mehmed’in görünmesi ile sarih bir şekilde işaretlenmiştir. Kudretli şahsiyeti, büyük Avrupa sahalarının dış görünüşünü derinden değiştirmiştir. Ortaçağdan çıkarken insanları ve dünyâyı görüş tarzında, Fâtih’in şahsiyeti, zekâları te’sir aftında bırakmıştır.”

Adaletten kıl kadar ayrılmayan, kendisine takdîr edilen iki mısrâlık basit şiir için sahibine bol ihsânda bulunan ve bir çiçek yetiştirene 500 altın bahşiş veren Fâtih, her bakımdan devrinin üstüne çıkmış bir hükümdar ve insan-ı kâmildir. Bu büyük cihângiri anlatmak için günümüze kadar binlerce kitap yazılmıştır.