Türk Mitolojisinde Kadın
Türk mitolojisinin hem inanç hem de uygulama yönünü yaşatan şamanların kadın ve erkeklikle ilgili çeşitli sembolleri bir arada kullandıkları görülür. Bu durum, şamanın cinsel kimliğini de araştırmaya açar. İki cinsiyetin özelliklerini taşımak, kadın ve erkeğin ilk yaratıldıkları o kozmik zamana dönüş ve o ilk yaratılış anının kutsal gücüne ulaşma isteği şeklinde mitolojik bir izahla açıklanabilir.
Kadınlar üzerine yapılan araştırmalarda konu genelde mitolojik, antropolojik, sosyolojik, psikolojik ve ideolojik açılardan ele alınmıştır. Yine genelde, ya feminist açıdan bakılarak, kadının erkek egemen bir toplumda siyasî ve ekonomik anlamda geri planda kaldığı, kendi kimliğini ifade edemediği ya da bunun tam tersine muhafazakâr bir bakışla, kadının tarihte ve günümüzde, toplumsal ve siyasî olarak erkek karşısında eşit konumda bulunduğu[1] üzerinde durulmuştur. Bu iki yaklaşım tarzında da ideolojik bir tek yönlülük vardır. Bu konuya geniş açıdan bakıldığında, erkek ve kadın egemen, hatta kutsal yapının, tarihsel süreçte, toplumlarda birbirinin içine geçmiş bir şekilde yaşadığı belirtilebilir. Özellikle kutsallığa ilişkin olarak ataerkil ve anaerkil özelliklerin birbirine karıştığı görülür. Bu yazıda Türk halk anlatılarında, ataerkil ve anaerkilliğin izleri, Türk atasözlerinde kadınlarla ilgili bu çerçevedeki değerlendirmeler üzerinde durulacaktır.
Tarihsel süreç içinde, toplayıcı, avcı, çiftçi toplumlardan, köleci, feodal, kapitalist, sosyalist toplumlara kadar kadının konumu üzerine, özellikle feminist kuramın da etkisiyle bir hayli geniş literatür oluşmuştur. İlkel toplumlarda anaerkil yapının izlerinin bulunduğu ileri sürülmesine rağmen bazı araştırmacılar hiçbir zaman anaerkil bir toplum olmadığını da belirtirler. Bu konudan bahsedilecekse, anaerkilliğin değil ana hukukunun, ana soyluluğun ön planda tutulması gerektiği üzerinde durulmuştur. [2]
Feminist kuramdan hareketle, geçmişte kadının konumu üzerine yazılan kitap ve makalelerde şöyle bir çerçeve çizilmiştir: Toplayıcılıkla geçinen ilkel toplumlarda, kadının gebelik döneminin ve çocuğu büyütme döneminin uzun sürmesi, bu yüzden erkek gibi evden fazla uzaklaşmaması ve eve topladığı kök, meyve, bitki gibi yiyecekleri getirmesi, kadının saygınlığını arttırmıştır. Özellikle toprağın ekilip biçilmeye başlanması yani çiftçiliğe geçilmesiyle kadın, tıpkı toprak gibi üretici olması sebebiyle kutsallaştırılmıştır. Erkeğin avcılık yaparak eve yiyecek getirmesi, tabiat şartları sebebiyle her zaman avcılık yaparak eve yiyecek getirmesi, tabiat şartları sebebiyle her zaman mümkün olmuyordu. Çocuğun soyunun kime dayandığı da evden uzun süre uzak kalan erkeğe değil, evin yakınında bulunarak eve yiyecek getiren ve çocuklara bakan kadına bağlanarak belirlenmiştir. Fakat hayvanların grup hâlinde avlanan erkeklerce, evcilleştirilmeye başlaması ve tarımda hayvanın kullanılmasıyla kadının saygınlığı ve kutsallığı da hafiflemiştir. Topraktan elde edilen ürünün ve ticaretin getirdiği güç, özellikle köleci toplumlarda insanın bir mülkiyet nesnesi haline gelmesiyle ataerkil yapıyı daha da güçlendirmiştir. Kadının toplumsal konumu büyük ölçüde evle sınırlanmıştır. Fakat sanayileşmenin gelişmesi, kadının ekonomik ve politik hayata da girmesini beraberinde getirmiştir [3]
Eski Türk toplumlarında kadının konumu hakkında yapılan araştırmalara göre özellikle atlı-göçebe kültürün etkili olduğu Türklerde kadın erkekle hem yönetim hem hukuk açısından eşit statüde yer almıştır. Fakat İslâmiyet’in kabulünden sonra Arap, Fars ve Bizans kültürlerinin etkisiyle Türklerde kadın daha pasif bir konuma itilmiştir. Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasıyla Atatürk’ün başlattığı ve yönlendirdiği devrimlerle, Türk kadını pek çok sosyal, siyasî, ekonomik hakka sahip olmuştur.[4] Türk halk anlatıları incelendiğinde ise kadının hem bu medeniyet dönemlerine uygun olarak metinlerde rol aldığı hem de kadınlarla ilgili kendi dönemlerine göre değer hükümlerinin bulunduğu görülür.
Halk anlatılarının temeli olan mitolojiyle başlayacak olursak, Türk mitolojisinde kadınla ilgili pek çok unsura rastlarız. Verbitskiy’nin derlediği Altay Yaratılış Miti’nde Tanrı Ülgen’e evreni, dünyayı ve insanları yaratmasını dişi bir ruh, Ak-Ene (Ak-Ana) ilham eder.[5] Ayrıca insanın yaratılışıyla ilgili derlenen mitolojik metinlerde toprağın, kadına benzer bir şekilde insanı doğurduğu görülür. Türk-Memlûk Yaratılış Miti’nde insana benzeyen mağara oyuklarına toplanan balçığın, güneş tarafından ısıtılmasıyla insanlar oluşurlar. Bu metinde mağara oyukları yani toprak, bir ana rahmi görevi görmüştür.[6] Zaten “Toprak Ana” düşüncesi pek çok ilkel toplumda da görülen ortak mitolojik bir düşüncedir.[7] Ayrıca bazı mitolojik anlatılarda bir soyu oluşturan çocuğu doğuran kadının, bir erkekle birlikte olmadan bu çocuğa hamile kalmasını Malinowski şöyle yorumlar: “(…) mit, babanın yaratıcı gücü yerine, ana atanın kendiliğinden yaratıcı gücünü koymuş oluyor.”[8] Kadını ve doğurganlığını yücelten bu mitin oluştuğu toplumun, toplayıcılıkla ve tarımla geçinen bir toplum olduğuna da dikkat edilmelidir.
Türk mitolojisinin hem inanç hem de uygulama yönünü yaşatan şamanların kadın ve erkeklikle ilgili çeşitli sembolleri bir arada kullandıkları görülür. Bu durum şamanın cinsel kimliğini de araştırmaya açar. İki cinsiyetin özelliklerini taşımak, kadın ve erkeğin ilk yaratıldıkları, o kozmik zamana dönüş ve o ilk yaratılış anının kutsal gücüne ulaşma isteği şeklinde mitolojik bir izahla açıklanabilir. Ayrıca uzun tarihî ve toplumsal dönemler boyunca kutsal kabul edilen şeylerin sembolik olarak yaşatılması da şamanlarda görülen bu iki cinsiyetli özellikleri de anlaşılır kılabilir. Erkek şamanların bile kadınlıkla ilgili özellikler taşımaları, kadının kutsallaştırıldığı dönemlerle bağlantılıdır.
Kökeni itibariyle mitolojiye dayanan destanlarda, kadın hem ödül hem soyu kutsallaştıran tanrısal bir unsur olarak görülür. Bir toplumu temsil eden destan kahramanı kendi toplumunun düşmanı diğer toplumun kahramanlarını ve ordusunu yendiğinde, kadın, düşmandan elde ettiği bir ödüldür. Bu kadın genelde yendiği, yerine geçtiği kralın karısı veya kızıdır. Bu durum hem savaşçı, erkek egemen toplumların hem de kadın kutsallığının var olduğu tarım toplumlarının destanlarında görülür.[9]
Oğuz Kağan, kendi toplumunu, daha doğrusu avcı bir toplumun yaşam alanını tehdit eden, yani ormanı ve av hayvanlarını kontrol eden gergedanı öldürdükten sonra, gök tanrısının ve yer tanrısının sunduğu kadınlarla evlenir. Oğuz Kağan’ın soyu böylelikle kutsallaştırılmış hatta tanrısallaştırılmıştır. Bunu sağlayan ise tanrının Oğuz Kağan’a bir ödül olarak sunduğu kadınlardır.
Bu destanla bağlantılı olarak kadının, erkek cinselliğinin nesnesi ve soyun devamlılığı için üreme aracı şeklinde görüldüğü de belirtilebilir. Zira Oğuz Kağan, bu kadınları görür ve istediğini alır. Uygurca Oğuz Destanı’nda, Oğuz’un göğün tanrısının kızıyla evlenmesi şöyle anlatılır:
“Oğuz Kağan bir yerde, Tanrıya yalvarırken:
Karanlık bastı birden, bir ışık düştü gökten!
Öyle bir ışık indi, parlak aydan, güneşten!
Oğuz Kağan yürüdü, yakınına ışığın,
Oturduğunu gördü, ortasında bir kızın!
Bir ben vardı başında, ateş gibi ışığı,
Çok güzel bir kızdı bu, sanki Kutup yıldızı!
Öyle güzel bir kız ki gülse gök güle durur!
Kız ağlamak istese, gök de ağlaya durur!
Oğuz kızı görünce, aklı gitti beyninden,
Kıza vuruldu birden, sevdi kızı gönlünden,
Kızla gerdeğe girdi, aldı dilediğinden.”[10]
Bu kadından doğan çocuklara da Gün, Ay, Yıldız adları verilir. Bu adlar gökle bağlantılı kutsal varlıklardır. Böylelikle destan, o soyun gök tanrısıyla ve gökteki kutsal varlıklarla yüceltilmiş anlatısı hâlini alır. Destanda Oğuz, tıpkı gök tanrısının kızıyla evlendiği gibi yer tanrısının kızıyla da evlenir:
“Ava gitmişti bir gün, ormanda Oğuz Kağan,
Gölün ortasında bir, tek ağaç uzuyordu,
Ağacın koğuğunda, bir kız oturuyordu
Gözü gökten daha gök, bu bir Tanrı kızıydı,
Irmak dalgası gibi, saçları dalgalıydı.
Bir inci idi dişi, ağzında hep parlayan,
Kim olsa şöyle derdi, yer yüzünde yaşayan,
“Ah! Ah! Biz ölüyoruz! Eyvah! Biz ölüyoruz!”
Der, bağırır dururdu!
Tıpkı tatlı süt gibi, acı kımız olurdu!
Oğuz kızı görünce, aklı başından gitti,
Nedense yüreğine, kordan bir ateş girdi.
Gönülden sevdi kızı, tutup aldı elinden,
Kızla gerdeğe girdi, aldı dilediğinden.'[11]
Oğuz’un yer tanrısının kızından doğan çocuklarına ise Gün, Ay, Deniz adları konur. Burada da soyun yer-su tanrısıyla bağlantılı olarak yüceltilmesi söz konusudur. Bunlar tam bir mittir.
Oğuz Kağan destanının İslâmî varyantında da Oğuz, adeta bir peygamber özelliği kazanmıştır. Daha doğmadan annesini İslâmiyet’e davet eder. Evlendiği kızları da yine İslâm’a çağırır, bu teklifi reddeden amcası Kür-Han’ın kızıyla birlikte olmaz. İkinci evlilikte de aynı şey tekrarlanır. Oğuz, üçüncü evliliğini ise küçük amcası Or-Han’ın kızıyla yapar. Oğuz aynı teklifi yaptığında kızdan şu cevabı alır:
“Kız Oğuz’a vurgundu, Oğuz’a candan bağlı,
Her şeye değer idi, Oğuz gibi adaklı.
Oğuz’a dönüp baktı, şöyle dedi, ağladı:
“Ben ne Allah tanırım, ne de Tanrı bilirim!
“Senin sözün buyrukdur, hep peşinden gelirim!
“Sen ne dersen o olur, fermanından çıkamam!
“Sen var isen başımda, başkasına bakamam!'[12]
Oğuz’un evliliği görüldüğü üzere üç tanedir ama sadece kendisine itaat eden, onu seven, İslâmiyet’e geçen üçüncü karısıyla birlikte olur.
İslâmiyet’e geçildikten sonraki dönemin destanı olan Battal Gazi destanında da kadınlar, özellikle de düşmanın kadınları Battal’a âşık olurlar, hatta Battal’ın ordusunun kuşattığı kalenin kapılarını bile açarlar. Mah Piyruz, Gülendam, Aden Banu, Ketayun bunlar arasında en önemlileridir.[13] Adı şu veya bu, Müslüman veya Hristiyan, kadınlar, baş kahramanın yani Battal Gazi’nin büyüklüğünün, yüceliğinin, yakışıklılığının gösterilmesinde bir araç olarak kullanılırlar. Battal’ın yüceltmesiyle ilgili bu mekanizmada düşmanın savaşçı askerlerinin de kullanıldığı görülür, Battal tek tek onları da yener.
Gerek Battal Gazi destanında gerekse Manas, Köroğlu gibi destanlarda, erkek gibi silah kullanan, güreşen kadınlara da rastlanır. Hem edebî tür hem de medeniyet açısından bir geçiş dönemi eseri olan Dede Korkut Kitabı’nda da böylesi kadınlar görülür. Banu Çiçek, Selcen Hatun, Burla Hatun ok atar, ata binerler. Hatta Banu Çiçek, kendisiyle evlenmek isteyen Beyrek’e güreşte kendisini yenmesi şartını koşar. Dede Korkut Kitabı’nda savaşçı bir toplumun özellikleri görülür, hayatta kalabilmek için kadınlar da erkekler gibi savaş konusunda ustalaşmışlardır. Bu kitapta artık yerleşik medeniyete geçme döneminin etkisiyle narin Oğuz kadınlarından da bahsedildiği görülür.[14] Kan Turalı, evlenecek kız bulup bulmadığını soran babasına Oğuz kızlarının narinliğini belirten şu sözleri söyler:”(…) pes varasın bir cici bici Türkmen kızını alasın, nagahandan tayanam üzerine düşem karnı yırtıla didi.'[15] Kun Turalı’nın istediği kız şu özelliklere sahip olmalıdır: “Baba men yirümden turmadın o turmış ola, men kara koç atuma birmedin o binmiş ola, men kanlu kafir iline varmadın ol varmış mana baş getürmiş ola didi.'[16] Savaşçı bir toplumda yaşayan Kan Turalı’nın istediği adeta savaşçı bir arkadaştır.
Dede Korkut Kitabı’nın başında kadınlarla ilgili bir değerlendirme yer alır. Dede Korkut kadınları dörde ayırır: “Birisi solduran soptur. Birisi tolduran toptur. Birisi ivün tayağıdur. Birisi niçe söyler isen bayağıdur.”[17] Burada kadınlar ev işinden, kocasına karşı davranışlarından dolayı değerlendirilmişlerdir. “Bunlardan “evin dayağı” dışında, diğerleri olumsuz kadın tiplerini ifade eder.
Solduran sop, pis, nankör ve dırdırcıdır. Dolduran top, pis, gezgin ve dedikoducudur. Bayağı, nankör, pinti, er sözü dinlemeyen bir tiptir. Kocasını konukların yanında rezil eder. Evin dayağı, eri evde olmasa da, gelen konukları ağırlayan bir tiptir ve Dede Korkut onu, “Ayşe-Fatma soyu” olarak tanımlar'[18]
Ayrıca çocuğu olmayan kadın da erkek de toplumda geri plana itilmektedir. Çocuğu olmayan beyler bile Hanlar Hanı Bayındır Han’ın çadırında yer bulamamaktadır. Savaşçı, göçebe toplumda kalabalık, karşı tarafta korku yaratır. Bu yüzden kadının doğurgan olması olumlu bir özellik olarak gösterilir.
Manas destanında Manas’ın evlendiği Akılay, Kara Börük savaş ganimetidir, Kanıkey ise geleneklere göre evlendiği kadındır. Akılay, kıskanç ve acımasız bir kadındır, Kanıkey ise tam tersine Manas’a yol gösteren, vefakâr, sadık bir eştir.[19]
Kanıkey, nişanlısı Manas’ın kendisiyle birlikte kalmasına karşı çıkar. Onun karşı çıktığı nokta tamamen ataerkil yapıya has bir iffet anlayışıdır:
“Atam Temir Han’ın
At bağlamadığı ahıra
At bağlayan kimdin?
Kamçı takılmayan kapısına
Kamçı takan kimdin?
Kuş kondurmadığı tüneğe
Kuş konduran kimdin?
Baytal kısrağın ballı kımızını
Susayıp yutan kimdin?”[20]
Kanıkey’in iffeti burada babasına bağlı bir şekilde gösterilmiştir. Kanıkey, Manas’a çıkışır, bıçağını çekip tehdit eder. Destanın diğer bölümlerinde Kanıkey, Manas’a yol gösterir. Kanıkey, bir han kızı ve yerleşik medeniyetten gelmesi sebebiyle kültürlüdür, böylelikle bilge bir tip özelliği kazanır.
Türk masallarında da kadınlar genç, yaşlı, fakir, zengin gibi özelliklerle yer alırlar. Ayrıca kadınlar, masallarda olay örgüsündeki rollerine göre şu şekilde de belirtilebilirler:
“Mutluluğu yakalamak için uğraş veren olayların gidişini yönlendiren akıllı, vefalı, özverili, direşken kadınlar.
Kıskanç ve iftiracı kadınlar.
Kötü kalpli üvey anneler, büyücü kadınlar ve acımasız dev anaları.
Cinsel tacize uğrayan kadınlar.
Eşlerine ihanet eden kadınlar.
Yalan ve kurnazlıkla mutluluğa ulaşmak isteyen kadınlar.
Akılsız, beceriksiz, sağ duyusuz kadınlar.'[21]
Tıpkı destanlarda olduğu gibi masallarda da padişahın kızının, masalın kahramanına, çözdüğü zor bir iş sebebiyle ödül olarak verildiği görülür. Tam tersi şekilde fakir kızların da zekâları, becerileri sayesinde padişahın oğlu ile evlendikleri görülür. Her ne kadar masallar, baskı altında ve durağan bir şekilde yaşayan toplumların bireylerinin, bireysel kurtuluş ütopyaları gibi görülse de aslında bunlar bütün toplumun ortak düşleridir. Gerçek hayatta yapılamayan şeyler, kötü idareciden hesap sorma, sınıf farkına rağmen istenen insanla evlenme hep masallarda gerçekleşir. Masallardaki fakir genç kızlar da yine rahatı, zenginliği, mutluluğu erkeğin üzerinden (yani şehzade sayesinde) ele geçirirler.
Masallardaki üvey ana tipinin de üzerinde durulması gerekir. Masallarda üvey ana, kendisinden beklenen annelik görevlerini yerine getirmeyen bir kadındır, belki de bu yüzden ona üveylik sıfatı yakıştırılmış gibidir. Masallar hep tipler üzerine kurulu olduğu için o kadının, annelik görevlerini yerine getirmemesinin sebepleri üzerinde durulmaz. Bir birey olarak istekleri, amaçları belirtilmez. Bu anlamda üvey ana tipi için feminist kuram çerçevesinde, kadınlık kimliğinin farkına varmış bir birey gözüyle bakılamaz. Belki burada çocukların üzerindeki ana-soyluluk bağının önemi sebebiyle, üvey çocuklarını reddeden böylelikle önceki anneden olan çocukların miras hakkını da ortadan kaldıran bir geleneğin etkisini belirtebiliriz. Ama bu durum metinlerde kesin bir şekilde kendisini göstermez.
Efsanelerde karşımıza çıkan ermiş kadınlar da artık manevî alanda erkekler kadar saygındırlar. Bu metinlerde Kız Evliya’dan Mümine Hatun’a kadar pek çok kadının kadınlığından öte dinî anlamda gösterdiği olağanüstülükler ön plana geçmiştir.[22] Bu kadınların tarihî arka planında Osmanlı’nın kuruluşunda önemli yararlıklar göstermiş Bacıyân-ı Rum geleneğini de belirtmek gerekir. Boş Beşik’ten Ezo Gelin’e kadar ise genelde kadının yaşadığı sosyal ve ekonomik zor şartlar dikkati çeker. Taş kesilme motifinin başat olduğu efsanelerde ise gelinlerin, kadınların da taş kesildiği görülür. Bunun sebebi ise zor durumda kalan insanların Allah’a dua etmesi sonucunda taş kesilerek kurtulmalarıdır. Mesela, gelin alayının yolu, gelinin diğer âşığının adamları tarafından kesilir. Gelin dua eder ve taş kesilir. Bu efsanelerde amaç ders vermek olduğu için zaman zaman suçsuz insanların, kadınların da taş kesildiği olur.[23]
Halk hikayelerinde, özellikle aşk konulu olanlarında, kadınlar, erkeğin ne kadar sadık bir âşık olduğunu göstermek için kullanılan bir nesne konumundadırlar. Bu hikâyelerdeki olay örgüsü kalıbında önce kadın ve erkek kahramanlar birbirlerine âşık olurlar, sonra araya mutlaka bir engel motifi girer ve ayrı düşerler, en sonunda, birbirlerine sadık olan âşıklar ya bir araya gelir mutlu olurlar ya da ikisi birden ölür, ruhları öte dünyada buluşur. Mesela, Leyla ile Mecnun, Kerem ile Aslı, Ferhat ile Şirin hikâyelerinin ana olay örgüsü bu kalıba uygundur. Kerem ile Aslı hikâyesinin sonunda Kerem yanar kül olur, Aslı da onun küllerini süpürürken bir kıvılcımla tutuşur; böylelikle ikisi de ölür. Fakat ikisi de birbirlerine sadık kalmışlardır. Onların mezarları bile yan yanadır.
Sosyal hayatın çeşitli sahnelerinin canlandırıldığı Meddah ve Ortaoyunu’nda ise hem namuslu, terbiyeli, kendisine âşık olunan ev kızları hem de para için erkeklerle birlikte olan düşmüş kadınlar yer alır. Ortaoyunlarında kadınlar “zenne” diye belirtilir. “Zenne grubu, hemen daima önde bir kocakarı, onun ardında genç kızı veya gelini ile, arkada ya koltuğunda bir bohça, yahut elleri göğsünde kavuşuk siyahi bir cariye şeklinde meydana gelir.'[24] Cevdet Kudret’in yayınladığı iki ciltlik Ortaoyunu adlı kitapta yer alan Kanlı Nigar, Çivi Baskını gibi oyunlarda kötü yola düşmüş kadınların faaliyetleri ve cezalandırılmaları komik bir şekilde anlatılır. Bu kötü kadınlara bakış, hâkim İslâmî anlayışın etkisindedir. Yer yer bu kötü kadınların sadece bir cinsel nesne olmaktan çıkıp kendisine artık yüz vermeyen (dolayısıyla para da) âşıklarına karşı dolap çevirdiği, bir özne hâline geldiği de görülür. Bu duruma en uygun örnek, Kanlı Nigar oyununda birbirinden habersiz bir adamla (Çelebi) evlenen iki kadının adamdan aldıkları intikamdır. Gerçi bu intikam basittir: “Öyleyse buldum. Onu, “İkimiz de beraber yaşamağa razı olduk” diye kandırarak eve götürelim, bir temiz pataklayalım.'[25] Çelebi eve götürülür, dövülür ve çıplak bir hâlde sokağa atılır. Bu durum mahallede bir ahlâk baskınının yaşanmasına ve adamın rezil olmasına yol açar. Bu tipten konular ilk Türk romanlarında da işlenmiştir. Örnek olarak şu romanı verebiliriz: Konusu bir meddah hikâyesi kalıbına uyan, kötü yola düşmüş bir kadının, saf, zengin bir beyzadeye neler yapabildiğinin anlatıldığı Namık Kemal’in İntibah adlı romanı.
Halk edebiyatı içinde kadınlarla ilgili en çarpıcı ifadeler atasözlerinde bulunur. Türkçenin ilk sözlüğü olarak kabul edilen Divanü Lugati’t-Türk’te ve onunla aynı dönemde yazılan Kutadgu Bilig’te kadınlarla ilgili atasözlerine de yer verilir. Divanü Lugati’t-Türk’te “erkeğe yiğitlik, cesaret ve erdemlilik özellikleri atfedilirken; kadınlar için bu değerler yerine, anlayış, sabır, olgunluk, sevimlilik, temizlik (ruh ve beden temizliği) ve güzellik değerlerinin ön planda” olduğu görülür.[26] Kutadgu Bilig’te ise “kadınlar güvenilmez, vefasız, korkak, yalancı ve iki yüzlü yaratıklardır. Onların aslı ettir; yani akıl, irade, ruh yoksunudurlar. Varlıkları, bedenlerinden ibarettir. Bu yüzden de yeme-içme, şehvet gibi bedenî istek ve ihtiyaçları doğrultusunda hareket ederler ve bunlarda her hangi bir ölçü tanımazlar. Fırsat buldukları an, bu istek ve ihtiyaçlarını gidermeye bakarlar, yani yer, içer ve çiftleşirler. Aynı zamanda korkak olduklarından, yaptıklarını yalanlarla ve ikiyüzlülükle gizlemeye çalışırlar.”[27] Kadınlar hakkında bu şekildeki olumsuz düşünceler günümüzde hazırlanmış ve yayınlanmış atasözü kitaplarında da yer alır.
Arı sırrı karı sırrı. At ile avrada inan olmaz. Avrat attır, gemini boş tutma. Avrat kıtlık bilmez, çoban yokluk bilmez. Avrattan vefa, zehirden şifa. Bal arıdan, kavga karıdan çıkar. Elinin hamuruyla/Elindeki hamura bakmaz erkek işine karışır. Erkeğin nefsi birdir, kadının dokuz. Erkeğin şeytanı kadın/Kadın erkeğin şeytanıdır. Gökyüzünde düğün var deseler, kadınlar merdiven kurmaya kalkar. Güzel nerde kavga orda. Kadın aklı gâh uzalır, gâh kısalır. Kadın deniz gibidir. Kadın kısmının saçı uzun olur, aklı kısa. Kadın şerri, şeytanın şerrine eşittir. Kadın şeytanı pabucunu ters giydirir. Kadın şeytana pabuç diker. Kadına, çocuğa, sarhoşa sırrını açma. Kadının/Cahilin sofusu, şeytanın maskarası. Kadının fendi erkeği yendi. Kadının gırtlağı olmaz. Kadının kazdığı kuyudan su çıkmaz. Kadının kırk çırağı var, biri sönse biri yanar. Kadının şerri şeytanın şerrine eşittir. Kadının şerrinden Allah’a sığınmalı. Kadının yüklediği yük şuraya varmaz. Kadının zoru diline kuvvet. Kadınla tavuk bağlanmaz. Kadınların işi tavukların eşinmesine benzer. Karı ile çıkma yola başına gelir türlü bela. Karı sözüne uyan adam değildir. Karıdan hayır gelmez. Karının bir aklı erkeğin dokuz aklı vardır. Karıya bakanın aklı az olur.[28]
Yukarıda sıralanan atasözlerinde kadınlarla ilgili olumsuz hükümler yer almaktadır. Bunlara göre kadınlar anlayışsız, bilgisiz, güvenilmez, dırdırcı, dengesiz, tüketicidir. Özellikle kadınları şeytanla bir tutmak da dikkati çekicidir. Şeytana uyan insandır, nefsine engel olamayan erkektir. Bu sözlerde geri plana itilmiş, sosyal dünyayı, iş ortamını iyi tanımayan ve bu sebeple de doğru kararlar veremeyen, eksik insanlardan, kadınlardan bahsedilmektedir. Hâlbuki bu duruma kadın düşürülmüştür.
Kadınlarla ilgili olumlu atasözlerine de rastlanır. Bunlarda da kadının yerinin evi olduğu, kadın olmadan evin ayakta kalamayacağı, çocuk yetiştirmekle (tabi ki erkek aracılığıyla) aslında dünyaya hükmettiği belirtilir:
Kadınsız ev olmaz. Beşiği sallayan el dünyaya hükmeder. Erkek aslan aslan da dişi aslan aslan değil mi? Yuvayı dişi kuş yapar.[29]
Erkek egemen toplumun en temel özelliği de kurulan evliliğin, erkeğin gücünü hissettirecek ve devam ettirecek şekilde olmasıdır. Bunun için de kadının ekonomik gücünün evlenilirken sınırlı olması, erkeği ezmemesidir.
Avrat malı başa tokmaktır. Kadın malı hamam tokmağıdır. Kadın malı, kapı mandalı.[30]
Her kadının bir olmadığı, iyisinin de kötüsünün de bulunduğu belirtilir. Olumlu özellikler hem ev kadınlığıyla hem de cinsel nesne olmasıyla, güzelliğiyle ilgilidir:
Alma soysuzun kızını, sürer gider anasının izini. Anasına bak kızını al, kenarına/kıyısına/tarağına bak bezini al. Avrat vardır arpadan aş eder, avrat vardır bulguru keş eder. Avrat var ev yapar, avrat var ev yıkar. Bağın taşlısı, karının saçlısı. Beyazın/Akın adı var, esmerin/karanın tadı var. Çirkin karı evin toplar, güzel karı düğün/sokak gezer. Er kemaliyle kadın cemaliyle anılır. Erkeğin iyisi eşeğinden, kadının iyisi eşiğinden bellidir. Hayvanın erkeğine para verirler, insanın dişisine. Aslan dişisine bakar da kuvvet alır. Kadın kadıncık gerek. Kadın var kardan soğuk, kadın var kordan sıcak. Kadını evinden, erkeği pirinden sorarlar. Kadının temizi sırtından, sütün temizi yoğurdundan bellidir. Karın soğuğu, kadının soğuğundan iyidir.[31]
Kadınların olumlu özellikleri az da olsa belirtilir:
Kadın kalbi merhamet kaynağıdır. Kadınlar eğe kemiğinden yapılmıştır. Kırk yılda bir karı sözü dinlemelidir.[32]
Her ne olursa olsun erkeksiz kadın olmaz. Erkek başka kadınlarla olsa bu göze batmaz da kadın başka erkeklerle olsa bu namussuzluk olur. Bunun sebebi her ne kadar kadının bir mülkiyet nesnesi olmasıyla açıklansa da aslında erkeğin kendi soyunu koruması olsa gerek.
Horozsuz tavuk çobansız sürüye benzer. Horozsuz tavuk yaşamaz. Erkeğin eli kınası, kadının yüzü karası. Kadın erkeğin elinin kiri. Kadını erkek değil, ar ve namus korur.[33]
Bu tipten halk kültürü unsurları, bir anlamda o halkın bilinçaltını, değer yargılarını yansıtır. Ama günümüzün değişen toplumsal ve ekonomik yapısı insanla, kadınla ilgili değerleri de etkilemektedir. İş hayatına girip kendini yetenekleriyle kanıtlayan kadınlar için bu atasözleri ilgisiz kalmaktadır. Tam tersine kadınlar arasında arabası, yatı, katı olan erkeğin makbul olduğu, bunların çok ciddi değerler olarak yeni yetişen genç kızlara aşılandığı da görülmektedir. Değişen sosyo-ekonomik şartlarla birlikte değerlerin yerini yenilerine bırakması normaldir. Bu hayatı erkek ve kadın ortaklaşa yaşadığına göre değerler öbür tarafı ezmeden, sömürmeden ortaklaşa oluşturulmalıdır. İnsanı, kadınıyla, erkeğiyle nesne olarak değil, ruhuyla bedeniyle bir bütün olarak görmek gerek.