Evet, dünya tarihi var olduğundan beri, Turk gibi lider vasfındakiler, kimi zaman peygamberler, kimi zaman Allah dostları, yıldızlar gibi bir doğup bir kaybolmuşlardır. Yıldız bu insanların makamının temsilidir. Bu bilgilere, Turk ve ahalisi de, dede peygamberleri Âdem (as)’den beri vakıftı. İleride Ay-Yıldız, yeryüzünde Allah adına kurulan ve Allah adına, Allah yolunda savaşan ilk ordunun yani Türk ordusunun bayrağı olacaktır. Turk ve ‘On Altılar’, başka bir deyişle Aksakallılar Meclisi saatlerdir tartışmalarına rağmen bir çözüm bulamamışlardı.O esnada beklenmedik bir şey oldu: Gökyüzünde Ay ve Yıldız, tıpkı Aksakallılar Meclisi’nin dizilişi gibi bir araya geldi. Hilâl ve Yıldız buluştu… Yeryüzünde, kardeşi tarafından Allah yolunda öldürülen Âdem (as)’ın oğlu Âlim’in kanlı elbisesi, emanet olarak Turk ahalisinde muhafaza ediliyordu. Bu emanet, mabedin bir köşesinde şeffaf cam şeklinde kristal bir fanusta korunuyordu. İşte gökteki Ay- Yıldız, bu fanusun üzerine yansıdı. Bilgeler, bunu bir işaret olarak anladı.Haklıydılar da. İşte Türk bayrağının oluşumunun gerçek kökeni bu şekildedir: Kanlı elbiseye vuran Ay-Yıldız…

(“Korkma sönmez bu şafaklarda yüzen Al Sancak” sırrı.)

Yüce Allah, Âdem (as)’ın çocuklarından kurban ister. Birininki kabul olur. Diğeri kıskançlıktan kardeşini şehit eder. Allah yolunda yeryüzünde ilk şehit, öldürülen bu kişidir. İşte tam bu esnada, İstanbul, Aksakallılar Meclisi’nin huzuruna tekrar gelmek için izin istedi. Böyle bir izin isteme de ilk defa oluyordu. Zira daha evvel hep Meclis, gerekli gördüğü kişileri huzura çağırırdı. Ama şimdi İstanbul, kendisi huzura gelmek için izin istemişti. Turk ve Meclis, bunu bir işaret sayarak, İstanbul’u huzura kabul ettiler. Yeryüzünde ilklerin yaşandığı bir dönemdi ve bu durum da bir ilkti. Huzura gelen İstanbul’a söz verdiler. İstanbul şunları anlattı: “Muhterem bilgeler, gece sizlerin huzurundan ayrıldıktan sonra Mabedin bir köşesinde uyudum. Rüya değildi gördüklerim. Bana büyük bir melek gelerek bir tas içerisinde şerbet verip, ‘Bu Allah katından bir ilimdir. Her bilgenin üzerinde başka bir bilge vardır. Sen onlardan ilki ve birisin.’ dedi. Uyandığımda birçok ilimle donatıldım.” ‘ALLAH KATINDAN İLİM VERDİĞİMİZ GAYBA DAİR KULLARIMIZDAN BİR KUL.’ Kehf/65 İşte bu hadise, Türk bayrağının doğuşu ile yeryüzünde daha sonraları ‘ilm-i ledün’ diye de anılacak ilmin bir kul’a verilmesiydi. Yani peygamber olmadığı ilk devirde, ihtiyaç olan, peygamber olmayanlara verilen ilim, ilk o gün verilmişti. İlm-i ledün sırrı,vahyin gelmediği zamanlarda, Yaratıcı’nın katından rahmet ilmidir. Bu durum karşısında Aksakallılar, biraz şaşkın biraz da temkinliydiler. Zira bu bir ilkti. Bektaş Baba’nın anlattıklarını pür dikkat dinliyordum. Bektaş Baba anlatmaya devam etti: Aksakallılar Meclis’i, İstanbul’un biraz daha bilgi vermesi konusunda karara vardılar. Bunun üzerine İstanbul, söz alıp konuştu. Bilgeler, anlatılanlardan sonra kendi aralarında fikir beyan etmeye başladılar. İçlerinden birisi şöyle dedi: “Atamız ve peygamberimiz Âdem Hazretleri böyle bir ilimden neden söz etmediler? Sahifelerde de söz edilmemiş.” Bir diğer Aksakallı bilge şöyle cevap verdi: “Yaratıcı bizi hep ilim öğrenmeye teşvik ediyor. Birçok ağaç ve hayvan hakkında suhuflarda bilgi yok. Hayvanlar hayatlarını idame ettirirken avlanmayı yani yeni koşulları öğreniyor. Bizler de doğayı ve yaratılmışları gözlemleyerek birçok yeni şeyler öğreniyoruz. Demek ki, Yaratıcı, ilme teşvik ederek, yeni bilgiler öğrenmemizi murat etmiş. Allah, hayatın içine ilim ve bilgilerini gizlemiş. Bizler ise, bize bahşedilen akılla bunları gizlendikleri yerden çıkararak bilgilerimizi, ilimlerimizi arttıracağız. Öyleyse İstanbul’a verilen kutlu ilimde ona, gizlenildiği yerden bahşedilmiş.” Meclis, uzun tartışmalardan sonra, İstanbul’un ilmini sınamaya karar verdi. İstanbul’dan şöyle bir istekte bulundular: “Sana verilen ilmin gücünü bize göster.” Bu talep üzerine İstanbul, “Bu ilim çok yönlü, sadece akılla izah edilemez. Ama kalbinizin mutmain olması için, size Şeytan’ın ordusunun bir alâmetini getireceğim.” dedi. Bilgelerden birisi şöyle dedi: “Onların yanına gitmen en az on güneş doğumu ve batımı sürer. Buna vaktimiz yok.” İstanbul ise, “Yanılıyorsunuz.” diyerek bir anda herkesin gözleri önünde ortadan kayboldu. Meclis, İstanbul’un birdenbire yok olması ile hayretler içerisinde kaldı. Biraz sonra İstanbul tekrar Meclis’te belirdi. Elinde bir bez parçasına benzeyen bir nesne ile geri dönmüştü. İstanbul’un yaptığı şeyi, Şeytan ve cinler yapmaktaydı. Yani görünmez olmak. Ama bir Âdemoğlu ilk defa böyle bir şey yapıyordu. Bilgeler sordu: “Nereye kayboldun, o elinde getirdiğin şey nedir?” İstanbul cevap verdi: “Gizlice Şeytan ve ordusunun karargâhına gittim. Bu elimde getirdiğim nesne, onların ordusunun nişanı.” Bilgelerden biri sordu: “Bu getirdiğin şey nedir? Bu üzerinde kuru kafa olan alâmet nedir?” İstanbul soruya şöyle cevap verdi: “Bu bez ipektir. Onların bayrağının üzerindeki bu kuru kafa resmi de, Şeytan’ın ordusunun işareti.” (Şeytan ilk bayrağını ipekten yaptırmıştı. İpeğin üzerine de insanın kuru kafa şeklindeki resmini koymuştu.) ’ATEŞ ONLARIN YÜZLERİNİ YALAR, YAKAR. ONUN İÇİNDE ONLAR, YÜZÜNÜN ETLERİ SIYRILMIŞ OLARAK SIRITARAK DİŞLERİ İLE KALIRLAR.’ Mu’minûn/104 (Bu ayette, Şeytan’a uyan cehennem ehlinin başlarına gelecek olanlar anlatılır. Şeytan, bu halden, yani insanoğlunun uğradığı bu azaptan zevk aldığı için, kuru kafayı kendine sembol yapmıştır.) İstanbul, Şeytan’ın ordusunun bayrağını açtı. 4,5 metre kadar olan ipek bayrağın, ipeği göz kamaştırmaktaydı. İnsanın gözünü alan bu parlaklığın bir sebebi de, ipeğin kenarlarının altınla süslü olmasıydı. Bakanın gözleri kamaşmaktaydı. Bu bayrakta adeta kibir boy gösteriyordu. Anlaşılan Şeytan, ordusuna yaptıklarını süslü göstermişti. ‘HANİ, ŞEYTAN ONLARA YAPTIKLARI İŞİ GÜZEL, SÜSLÜ GÖSTERMİŞTİ DE ŞÖYLE DEMİŞTİ: ‘BUGÜN İNSANLARDAN SİZE GALİP GELECEK KİMSE YOKTUR.’ Enfâl/48 İsrail’in de içinde bulunduğu Şeytan’ın ordusu, altınlarla, ipeklerle Şeytan tarafından süslendirilmişti. Artık onlar tam bir sapkınlık içerisindeydi. ‘BİZ AHİRETE İMAN ETMEYENLERE YAPTIKLARI İŞLERİ SÜSLEDİK. O YÜZDEN ONLAR KÖRELMİŞ OLARAK BOCALARLAR.’ Neml/4 Bu ayet aslında Şeytan’ın da, taraftarlarının da kötüyü güzel görerek aldandığını, Şeytan’ın aldatayım derken, bir kez daha kendinin aldandığını ifade eder.’ Turk, İstanbul’un anlattıklarını dinledikten sonra, Şeytan’ın ipekten, altından olan bayrağını işaret ederek, “Mademki bu, melânet Şeytan’ın fikri, bizler de Şeytan’ın fikri ve eli değmiş bu bez parçası gibi kibir ve süslü görünen şeylerden kaçınmalıyız. Peygamberimiz Hz. Âdem, dedelerimize, ‘Şeytan’ın yaptığının tersini yapın’ diye nasihat etmişti.” dedi. (O günden sonra altın ve ipek erkeklere bu yüzden men edildi. Daha sonraki yıllarda Şeytan ve ordularından elde edilen bol ipek ve altın ganimet, imhasındansa, erkeklere süslü görünmesi gayesiyle kadınlara dağıtılacaktı. Bütün peygamberler ve Hz. Muhammed (sav )de, ümmetinin erkeklerine ipek ve altının –süslenmek gayesi ile- haram edildiğini buyurmuşlardı. Hz. Muhammed (sav); ipeği sağ eline, altını sol eline alarak şöyle buyurdu: “Bu ikisi ümmetimin erkeklerine haramdır.” (Tirmizi) Yine bir gün Hz. Muhammed (sav), adamın birinin elinde altın yüzük görmüş ve adama, “Onu derhal çıkar at! Herhangi biriniz, tutuşturulmuş bir ateş parçasını eline almaya yeltenir mi?” demişti (Müslim). İpek ve altın, İblis’in kibriyle ve süslü olarak gösterdiği ve Allah’a karşı olan savaşta kullanmayı teşvik ettiği metalardır. Efendimiz (sav)’in hadisinde, “Tutuşmuş ateş parçası ele alınır mı?” sözüyle, dumansız ateşten İblis ve cehennem ateşinden yüzleri yanıp, kuru kafa haline gelmiş cehennem ehlinin amelleri anlaşılmaktadır. Daha sonraları kuru kafa sembolü, Şeytanî tüm oluşumların sembolü olacaktır. İstanbul şöyle dedi: “Gökten bir taş düşecek (meteor). O taşı bulup, onunla, bana öğretilen ilimle savaş aleti yapacağız.” Bilgeler, olup bitenler karşısında, İstanbul’a tam yetki verdiler. İstanbul’a verilen ilime tabi olacaklarını belirttiler. Tüm Türk ülkelerinde oynanan ‘Kökbörü’ oyunu biraz sonra anlatacaklarımızın hatırasıdır. Türklerde beyaz at yani kırat törenlerde kullanılır. Bu, kıratın seçkinliğine saygıdır. Ancak Türk hakanları savaşta asla beyaz at kullanmazlardı. Çünkü herkesin atı siyahken seninki beyaz ise hedef olursun. Fatih Sultan Mehmet İstanbul’un fethinde, törenlerde kullanmak için Macaristan’dan beyaz at getirtmişti. Gecenin ilerleyen vaktinde, zifiri karanlığı delen bir aydınlık her yeri gündüz gibi yaptı. Gözün gördüğü son tepenin ilerisine, bir gök taşı (meteor) düştü. Düşen taşın parlaklığı ve dumanları çok net görülüyordu. “BATTIĞI ZAMAN YILDIZA AND OLSUN Kİ.” Necm/1 “YEMİN OLSUN O GÖĞE VE TARIK’A. TARIK NEDİR BİLDİN Mİ? O, KARANLIĞI DELEN YILDIZDIR. HİÇBİR KİMSE YOKTUR Kİ, BAŞINDA BİR GÖZETLEYİCİ OLMASIN.” Tarık/1-2-3-4 O yıldızdan bir parça düşmüştü. İstanbul, bir an evvel göktaşının bulunduğu yere gitmek için yanına iki genç aldı ve atlarının hazır olmasını istedi. Göktaşının aydınlattığı gecede üç at hazır edilmişti. Bu durum aynı zamanda atların savaşlarda kullanılmasının da ilkiydi. Üç atlı, göktaşının düştüğü yere doğru hareket ettiler. Göktaşının düştüğü yerden dumanlar yükseliyordu. Yerde çatlaklar ve çukur oluşmuştu. Üç atlı, tepeye doğru dörtnala at koşturuyordu. Şeytan ve İsrail durumun farkındaydılar. Şeytan’ın süvarileri de çoktan tepeye doğru yönelmişlerdi. Âdete İstanbul’un atlıları ile yarış ediyorlardı. Müthiş bir mücadele başlamıştı.* Atlar bir saate yakın soluksuz, göktaşının düştüğü alana doğru koşmuştu. Vardıklarında yerler sıcaktı. Atların ayaklarından kıvılcımlar çıkıyordu. 'NEFES NEFESE KOŞAN ATLARA. NALLARINDAN KIVILCIM SAÇANLARA…’ Âdiyât/1-2 Bir çıkılmaz alana gelindi. Atların çıkması mümkün değildi. Vadiler, dar geçitler çıkmaz bir yola dönüşüyordu sanki. Adeta bir labirent içinde gibiydiler, dönüp dolaşıp aynı yere geliyorlardı. İsrail ve yoldaşı cinler, tepenin farklı bir yerinden göktaşının bulunduğu alana doğru yaklaşıyorlardı. Göktaşına daha yakın görünüyorlardı. İstanbul attan indi, yanındaki iki genç de aynısını yaptı. İstanbul secdeye kapandı, dua etmeye başladı. Sanki bu duaya kuşlarda eşlik ediyordu. ‘AND OLSUN Kİ, BİZ DAVUT’A TARAFIMIZDAN ÜSTÜNLÜK VERDİK. EY DAĞLAR, DAVUT’UN ZİKRİNE KATILIN. EY KUŞLAR SİZDE ÖTEREK BU YAKARIŞA KATILIN DEDİK. ONA DEMİRİ DE YUMUŞATTIK.’ Sebe/10 İsrail ve yandaşları dağdan yuvarlanmaya başladılar. Dağların hareketiyle açılan yoldan İstanbul ve arkadaşları geçip, düşen meteorun özünden alıp, yanlarında getirdikleri sepete koydular. Hızla geri döndüler. Şeytan, daha savaşa başlamadan ilk uğraşı kaybetmişti. İstanbul ve yanındakiler, On Altılar Meclisi’nin yanına dönmüşlerdi. Hemen yanlarında getirdikleri madeni İstanbul, kendisine verilen ilim ile eritip, ateşte döğüp kılıç yaptı. ‘AND OLSUN Kİ DEMİRİ BİZ İNDİRDİK’. Hadîd/25 Üç kılıç yapıldı. Birinin üzerine İstanbul özel yazılar yazdı ki, bu yazıların sırrı ahir zamana kadar kalacaktır. (Âsa Kitabı, Kod Mehdi s. 491) Bu kılıç uzun zaman sonra Davud (as) tarafından işlenecektir. Diğer iki kılıç, bir kılıç haline getirildi ki, bu kılıca da Zülfikâr denilecektir. Zülfikâr’ın çift ağızlı olması, iki kılıcın üst üste çakılmasındandır ki, bunlar yeryüzüne ait madenlerden yapılmadı. Zülfikâr’ı daha sonra Hz. Muhammed (sav) bizzat eliyle Allah’ın Aslanı’nın eline verecektir. ‘Ali gibi yiğit, Zülfikâr gibi kılıç yeryüzünde yoktur.’ denilecektir. İstanbul’un yaptığı bu kılıçlar cinlere de tesirliydi. Yaradan, ‘cin ve şeytanlara gökyüzünden şahaplar yani ateş topları (meteorlar) attığını’ Yüce Kuran’da buyuruyordu. Demek ki tesirliydi. Bu madenle yapılan kılıçlar, onlara azap veriyordu. İstanbul, ledün ilmi ile zırh yaptı. Tıpkı Davud (as) gibi. ‘ÖLÇÜLÜ BEDENİ ÖRTECEK ZIRHLAR YAPMAYI ÖĞRETTİK.’ Sebe/11 Bundan sonra On Altılar, İstanbul ve Türk kavmi; Şeytan’ın, İsrail ve cinlerden oluşan ordusunu yapılan savaşta perişan etmişlerdir. Şeytan ve cinler, o savaştan sonra dağlara, ormanlara kaçıp dağıldılar. İşte o gün bugündür, bu savaşın rövanşını almak için Şeytan ve Şeytanîler, İsrail soyu ve yandaşları, Şeytanî cinler, fırsat buldukları anlarda saldırmışlardır. Ahir zamanda, Allah adına kurulmuş ilk ordu olan Türk Ordusu ile son savaşa, rövanşa hazırlanmaktadırlar.” dedi Bektaş Baba. Bektaş Baba’nın anlattığı bu derûnî bilgileri, sabaha kadar dinledim. Anlattıklarının gerisi hem dehşet doluydu, hem de umut verici idi.