“Sizlere bugün Sırr-ı İstanbul’dan bir kısım hikâye anlatacağım. Yaradan yeryüzünü, hayatı altı günde yarattı. Bu yaradılışın bir sırrı da; altı evre, altı zamandır ki, biz son zaman, son evre, yani ahir zamandayız. Üçüncü zaman diliminde; insanlık yeryüzüne yayılmıştı, yeryüzünün kara parçaları ise bugünkünden farklıydı. Bugünkü gibi değil, farklı farklıydı. Dört kitap ve bilinen peygamberler bu zaman diliminde yoktu. Onların çoğu beşinci zaman diliminde geldi. Tüm zamanların efendisi Muhammed Mustafa (sav), altıncı zaman diliminde yeryüzüne şeref vermişlerdir. Anlayacağınız üçüncü zaman dilimi yüz binlerden daha eski bir devre. (Fûssilet 9-12) Bu devirlerde de şüphesiz Allah’ın elçileri vardı. ‘ŞÜPHESİZ SENDEN ÖNCE DE PEYGAMBERLER GÖNDERDİK. KİMİNİ SANA ANLATTIK, BİR ÇOĞUNU ANLATMADIK’ Mümin Suresi/ 78 ayeti gereği onlara da Allah suhuflar (sayfalar),vahiyler indirdi. Bunlar sayesinde üçüncü zaman insanlığı; medeniyetler ve hukuklar bina ettiler. Üçüncü zaman medeniyeti insanları, aynı dili konuşuyorlardı. Daha diller -hikmete binaen- Yaradan tarafından karıştırılmamıştı. Herkes birbirini iyi anlıyordu. Bu zaman diliminde, yeryüzünün çeşitli yerlerinde, dört kavim vardı. İki kavim birbirine çok yakındı. Yani komşu kavimlerdi. Diğer ikisi ise birbirinden çok uzaktı. Bu devrede yeryüzü yalancı cennet tasvirleri gibi; yemyeşil ormanlar, ovalar, dağlar, gür akan duru nehirler ve envai çeşit hayvanlarla dolu idi. Bu zamanda, vahyin uygulanmasının mükâfatı olarak, barış hüküm sürerdi. İnsanlar tarım ve hayvancılıkla geçinirdi. Her kavmin ayrı bir devleti, nizamı ve töresi vardı. Beşeri ilişkiler çok güzeldi.Gökyüzü rengârenk idi. Çünkü o zaman; yıldızlar, gezegenler ve Ay Dünya’ya çok yakındı. Dünya’da geceler, lacivert olduğu gibi, yıldızların yakınlığından dolayı Ay ile Merih ve diğer gezegenler yörüngede bir sıra olduklarından; birçok geceler gökyüzünde kızıl, yeşil, mavi, renk cümbüşleri görülürdü. Takvimleri renklere bölerlerdi. Bugün yeşil ay, yarın mor ay gibi. İşte böyle zaman diliminin, binlerce yıllık dönencesinde, bugün bulunduğumuz kara parçasında, yani İstanbul’da bir kavim ve o kavmin kurduğu bir devleti varmış. Tabii o zaman İstanbul Boğazı henüz yokmuş. Karadeniz yokmuş. Her yer orman, dağ, ova, gölmüş. Kara parçasının doğusu denizmiş. Yani yine deniz kenarı imiş İstanbul. Buraya yine o devirde de İstanbul denirmiş. Bu isim, ulu bir kişinin isminden dolayı bu yere konmuş. O zaman da İstanbul’da; Allah’a secde edilen büyük bir mabet, kütüphane ve devletin işlerinin görüldüğü bir saray varmış. Bu devletin ‘başbuyuranı’ yani sultanı çok bilge bir insanmış. Üstelik sultanın büyük dedesi peygambermiş. Bu Peygamberin vasiyeti de; torununun yetiştirilip bir gün devletin başına geçirilmesi imiş. Öyle de olmuş. Bu sultanın ismi Maturad imiş. Lakabı ise; bilgeliğinden dolayı Kalb, yiğitliğinden dolayı da Arslan, yani Kalb-Arslan imiş. Maturad’ın eşinin ismi: Asyana, lakabı Aykız’mış. Aykız, komşu kavmin kızı olarak gelin gelmiş İstanbul’a. Sultan Maturad’a gelin olarak geldiğinde, kafasındaki taç’ta kavminin sembolü hilâl varmış. Bundan dolayı İstanbullular ona Aykız demişler. Maturad’ın kafasındaki taçta da yıldız sembolü varmış. Bu taçlar elmastan yapılma imiş. Bu semboller de kutlu imişler. Nikâh günleri geldiğinde, deniz kıyısına daha önce hiç görmedikleri büyüklük ve biçimde; yelkenleri yarasa kanadını andıran siyah bir gemi yanaşmış. Gelen bu gemiyi, düğüne davet edilen kavimlerden gelen misafirler sanmışlar. İstanbullular, onları hoş karşılamışlar. Oysa, bu kara gemi, dünyanın öbür ucundaki bir kavmi yoldan çıkaran Şeytanîlermiş. Meğerse artık dünyada huzur bozulmuşmuş. Ani ve beklenmedik bir baskınla İstanbul’u zaptetmek için vahşice saldırmışlar. İstanbullular büyük bir şaşkınlık yaşamışlar. Çünkü binlerce yıldır olmayan bir savaşla karşı karşıya kalmışlar ve çok zayiat vermişler. İstanbul’da düğün olacakken büyük bir savaş olmuş. Bu savaş on dört ay sürmüş. On dört ayın sonunda nihayet İstanbullular düşmanlarını yenmiş. Her yer kan, her yer cesetlerle dolmuş. Sultan Maturad ve Asyana düşmanı yendikleri gün nikâh kıymışlar. Nikâh esnasında; Maturad’la Asyana tam nikâhları kıyılırken, yüz yüze gelmişler. Başlarında bulunan taçlardaki; birinin hilâli, diğerinin yıldızı, geceyi yaran ay ışığının da yansımasıyla, Maturad’ın peygamber olan dedesinin Yaradan’dan vahiy aldığı dağın eteklerine vurmuş.
Savaşta ölen halkın kan deryasının üzerine yansıyan ay ve yıldız savaştan çıkan tüm millet ve gaziler tarafından ibretle izlenmiş. O dağa İstanbullular, vahiy almaya giden peygamberlerinden dolayı Tanrı Dağı ismini vermişler. Nikah günü savaşta ölenlerin kanları üzerine yansıyan ay yıldıza, yeniden dirilme anlamında ve bugünü unutmamak için; Bayram-Bayrak demişler. Bugünden sonra Maturad ve Asyana taçlarında bulunan ay-yıldızı birleştirmişler. Artık ay-yıldız taç takmaya başlamışlar. O günden sonra bu kavmin sembolü; ay-yıldız olmuş. O günden sonra ordu kurdular, gerektiğinde yaşlılarına kadar hepsi asker oldular. Artık anlaşılan artık yeryüzünde kahpelik vardı. Bunun için savaşa her zaman hazır oldular. Artık doğan bebekleri askerdi. Asker doğurdular. Her doğan bebeği Allah’a adadılar. Derken Maturad ile Asyana’nın ayın on dördünde, ayın en parlak olduğu gece olan dolunayda, bir erkek çocukları oldu. Maturad o dolunay gecesi, bebeğini kucağına alıp, havaya kaldırdı. Tanrı Dağı’nda Allah’a şükretti. Tam da o esnada bir kurt da ayın siluetinde belirdi. İki siluet dolunayın şavkında birleşti. Maturad bu manzaradan ilhamla, bebeğine; “Senin adın TURK olsun. Kurt isminin tersi. TRUK soyun TÜRÜK, türeyen olsun. Daima Hak için yaşa, Hakkın emri tören olsun” diyerek çocuğunun ismini TURK koydu. Kurt oradan ayrıldığında çok garip bir şey oldu. Yeni doğmuş bir kurt yavrusu göründü. Belli ki demin ki kurdun yavrusuydu bu. Annesi yavru kurdu bırakıp gitmişti. Maturad “bunda bir hikmet vardır,” diye onu orada bırakmadı. Bir eline oğlu Turk’u diğerine de yavru kurdu aldı. Böylece saraya döndü. Asyana bir yandan oğlu Turk’u emziriyor bir yandan da yavru kurda sağılmış koyun sütü veriyordu. Turk ile kurt beraberce büyüyorlardı. Bu durum, bütün şehrin dilindeydi. Kurt yavrusunun rengi boz idi. Bu yüzden, kavmi ona BOZKURT diyordu. Turk’la kurt artık beraber anılır oldular. Asyana, ikisine de analık ettiğinden, artık kavmi ona ASYAANA diyorlardı.Halk Asyaana’ya Bozkurt’a da analık ettiğinden dişi kurt lakabını takmıştı. Bozkurt büyüdükçe, halktan bazıları; “Hiç kurtla dostluk olur mu, koyunlarımızı yer, kurt ehlileşmez” diye söyleniyorlardı. Bir çoğunun da bu durum hoşlarına gidiyordu. Çünkü Turk ile Bozkurt komşu kavimde de beraberlikleri yüzünden nam salmışlardı. Zamanla Turk büyümüş 20 yaşlarına gelmişti. Turk nereye gitse kardeşi Bozkurt’da oraya gidiyordu. Öyle ki; şehir kütüphanesindeki Maturad’ın ve Turk’un şeceresine Bozkurt da eklenmişti. Üçüncü zaman diliminden bu günlere gelindiğinde, bu töre ve şecereler zamanla destanlaştı. Asyaana, Asya Kıtası’na isim verdi. Asena oldu. Kalb Arslan isimleri Alparslan’lara ilham oldu. Ay yıldız bayrak yeniden dalgalandı.