Tasavvufta 4 kapı vardır ;

1- Şeriat Kapısı
2- Tarikat Kapısı
3- Marifet Kapısı
4- Hakikat Kapısı

Öğreti olarak bu kapılar birer birer geçilerek hakikate ulaşılır.

Öğrencilerinden biri Mevlana'ya sormuş:

“Efendim, bu dört kapı meselesini ben pek anlayamıyorum. Bana anlayabileceğim bir lisanla anlatır mısınız?” demiş.

Mevlana:

“Şimdi bak, karşı medresede dersini çalışan dört kişi var. Hepsi rahlelerine eğilmiş. Sen git bunların hepsinin ensesine bir şamar at, sonra gel sana anlatayım” demiş.

Adam gitmiş birincinin ensesine bir tokat atmış. Tokadı yiyen
derhal ayağa kalkıp arkasını dönmüş ve daha kuvvetli bir tokatla Mevlâna'nın öğrencisini yere yıkmış. Öğrenci dayağı yemiş, geri dönecek ama hocasına itaat var. Yaradana güvenip ikinciye de bir tokat atmış. O da derhal ayağa kalkıp elini kaldırmış. Tam tokadı vuracakken vazgeçip yerine oturmuş.
Öğrenci devam etmiş, üçüncüye de bir tokat atmış. Üçüncü söyle bir kafasını çevirip baktıktan sonra çalışmasına devam etmiş. Dördüncü, tokadı yemesine rağmen hiç oralı bile olmadan çalışmasına devam etmiş. Öğrenci Mevlâna'ya dönmüş, olanları anlatmış.

Mevlâna :

"İşte sana istediğin örnekler;

Birinci; şeriat kapısını geçememiş biri idi. Şeriatta tokadı yiyince kalktı, aynısını sana iade etti.

İkinci; tarikat kapısındadır. Tokadı yiyince o da kalktı, tam tokadı iade edecekti ki, tarikat öğretisinde verdiği söz aklına geldi. "Sana kötülük yapana bile iyilik yap". Onun için döndü, yerine oturdu.

Üçüncü; marifet kapısına kadar gelmiştir. İyinin ve kötünün tek yaradandan geldiğini bilir, inanır. Yaradan bu kötülüğe hangi iblisi alet etti diye merakından şöyle bir dönüp baktı.

Dördüncü; hakikat kapısını da geçmiştir. İyinin ve kötünün tek sahibi olduğunu bilir. Onun için dönüp bakmadı bile” der.

Yaşamda tesadüf diye bir şey yoktur. Herşey zamanı gelince olması gerektiği için, olması gerektiği kadarıyla yaşanmaktadır. Bizler hayır ve şerrin Allah’tan olduğuna inandığımızı söyleriz, ancak şer olduğunda suçlayacak veya kınayacak birilerini bulmakta gecikmeyiz. Her şer içinde ya kendi kadar, ya da kendinden büyük bir hayır barındırmaktadır. Hayır ve şer zincirin halkaları gibi birbirine bağlıdır. Bazen kendimizi şerre o kadar kaptırırız ki, hayrı anlayamaz veya görmekte zorlanırız.

Tanrı insanı yaratırken bedenimiz içine kendinden de ruh dediğimiz bir parça koymuş. “Ben size şah damarınızdan bile daha yakınım.” demiştir. Hepimiz Tanrı’dan bir parça taşımaktayız. O, kimseyi hiçbir renk, ırk, cinsiyet ayrımı yapmadan, birbirlerini tamamlamaları için yaratmıştır. Tanrı kullarını koşulsuz sever. Onlara hayırsız hiçbir şey göndermez. Şer olarak kabul ettiklerimizin içinde almamız, öğrenmemiz gereken derslerimiz, geçmemiz gereken sınavlarımız vardır. Tanrı kendi yarattığı kullarının üzülmelerini isteyebilir mi? Sevdiklerine kim kıyabilir? Aslında insana verilen zarar Tanrı’ya verilmiş zarardır. Herkesin yüreği birer dergâhtır. Oraya kötü sözlerle girilip çıkılmaz, günahtır.

Mevlâna’nın söylediği gibi “Hayatta ne varsa bütün güzellikler kırılmış, yıkılmış, dökük bir kalpte vardır. Hazineler ve defineler yıkıntılar arasında bulunur. Kalbin yıkık, döküklüğü var olduğunu gösterir.”