Mevsim yağmurları henüz başlamıştı; caddeler ıslak, sokaklar ıslak, süzülen ışık yağmurun kokusuna hayran bir şekilde asfalttaki su birikintisinden yansıyordu gökyüzünün uçsuz bucaksız derinliklerine…

Ağaçlarda gökyüzünün gözyaşlarına tutkulu bir şekilde, yağmurun damlalarını yapraklarıyla okşuyor, her yere düşen taneye kol kanat geriyordu. Hatta bazen beraber şarkı söylüyorlardı, ağaçların dalları eğilirken yere, son yağmur damlasını kucaklama hayalinde ve hevesindeydi.

Yağmur yiyen sokaklar sarhoş gibi sallanırken insanlarla beraber, kimse farkında dahi değildi bir diğer kardeşinin. İnsanlar taş yağıyor misali gökyüzünden kaçıyor, sığınacak yerler arıyorlardı. Ansızın görseler güneşin yakıcı yüzünü seviniyor bir umut ile yukarıya bakıyorlardı. Oysa neydi insanları uzaklaştıran yağmurun aşkından, oysa insanlar ne anlardı doğanın en tatlı dokunuşu, gökyüzünün inci tanecikleri yağmurun sevdasından.

Güneşte bilmezdi aşkları, hain karanlıkta ayırmaya çalışırdı âşıkları, olmadı kızdımı yakardı toprakları. Oysa âşıklar hep yanmak ve yakmak isterlerdi güneşin yaptığı gibi, hep benzetirlerdi aşklarını güneşe ama nerden bilecekti onların o masum yüreği, güneşin aşka kapalı duvarlardan örülü o buz kalbini, dışarısında yanan ateşe inat içindeki aşkla ilgili en ücra köşelerinin bile buz tutmuş olduğunu.

Rüyaların en gerçek yüzü bulut. O insanların gördüğü akıl almaz canlı. Saf beyaz, pamuk beyaz, kar beyaz, saflığın en beyaz yüzü. İnsanların bildiği tek doğruda bulut olsa gerek. O görünen yumuşak görüntüsünün altında saklı hassas kalbi aşıkların beklide tek koruyucusu..

Hasreti yangın sevdalarda yakmış, nefesi rüzgârlar ile çok uzaklarda almış bir şair yürek, bir isyankar vücut, bir âşık, hemde deli gibi hemde ölümüne tıpkı tutku gibi… Unutulmaz sevdaların, insanların adını dahi duymadığı, şeklini asla tahmin bile edemediği bir sevdanın kahramanı, Toprak.

Dünyanın yaradılışında ortaya çıkmış en güzel varlıktı, Yağmur. Deniz mavisi gözlerinin, mercan yeşilliğiyle görenleri adeta büyülüyordu. Uzun boyu ile kavakları önünde eğiyor ve duruşu ile dağları yerinden oynatıyordu. Harpın tellerinden çıkan büyüleyici melodi gibiydi teni, dokunmaya kıyılamayacak kadar hassas ama dokununca insanı kendinden alacak kadar muhteşemdi. Gülüşünün güzelliği kelebekleri topluyor etrafına ve kuşları çağırıyordu. Bir güldü mü gökyüzüne yıldızlar utanıyor parlamıyor, bulutlar kaçıyor, gece utanıyor kararamıyor kıpkırmızı kalıyordu. Dokununca, ağaçlar meyve veriyor, toprak yeşile bürünüyordu. Onu her gece periler sarıyor, uyuduğunda nehirler susuyor, rüzgar ona dokunmadan esiyordu. Uyanınca tüm doğa seher yeli kokuyor, en büyüğünden en küçüğüne her canlı onu selamlıyordu. Bütün güzelliklerin bütün bu imkansızlıkların toplandığı yağmur, bir masal prensesi gibiydi.

Birde gelecekte âşıkların sıkça bahsedeceği beyaz atlı prens vardı, yaşlı bir ağaç gibi sağlam ve heybetli bir duruşu vardı toprağın. Atının üstüne binince rüzgâra kafa tutardı hızda, çok zaman yarıştı rüzgârla. Kahverengi keskin bakan gözleri, konuşunca akıl almayan sözleri, attımı yedi düveli inleten yüreği, baş eğmeyen bileği ile gerçek bir yiğitti o. Aşmadığı dağ, yüzmediği deniz, bilmediği yol, kırmadığı kaya kalmamış, yedi farklı iklimde masallardaki prensesi aramıştı. An gelmiş günlere meydan okumuş geceleri sorgulamıştı, çiçekler geç açınca kızmış doğadan hesap sormuştu. Gündüzleri rüzgârla meydanlarda gezer akşamları oturur yıldızlar arasına yaptıklarına bakardı.

Yine öyle bir gündü, rüzgârlar durulmuş yıldızların arasından dünyayı seyreden bu yiğit biraz yorulmuştu. Yıldızların altındaki nehirde tek kıpırtı yoktu, gece siyah elbisesini giymeye hazırlanmış bekliyor, yıldızlar ben daha fazla parlayacağım bu gece diye birbirlerini kıskanmaktaydı. Yıldızlarda çok parlayıp Yağmurun gözbebeklerinde görünmek istiyorlardı.

Yağmur’un gözbebeklerinde parlamak onların tek hayaliydi.

Rüzgar esiyordu yine, kırmızı gölgeli ağaçların ardından sıyırarak kendi saydam elbisesini koşuyordu kırlarda, bir melodiyi fısıldıyordu gezdiği alanlara, etraf onunla beraber hüzünleniyordu, onun benliği titretiyordu her şeyi, soğuk değildi belki esmesi ama üzüntülü melodisi üşütüyordu sanki bütün yürekleri, dünyanın ilk âşıklarına ağlıyordu rüzgar, onlar içim ilk parçayı çalıyordu rüzgar, sadık bir yar gibi ikisine birden esiyordu rüzgar…

Gündüz mum gibi sönmekteydi. Karanlık, sokakların üstüne yürüyor, lambalar çığlık çığlığa yanıyordu. Bir çıt çıksa koynunda gecenin, yankılanıyor kulaklara büyük bir yıkım gibi çarpıyordu. Kâh bir serçenin sesine eşlik diyordu rüzgâr kâh bir volkanın ansız bağırışlarına. Yakınlarda ormanın sesi yankılanıyordu, dalların ve ağaçların sesi gecenin çökmesiyle birlikte tüm dünyaya hâkim oluyordu. Geceler çok özeldi, sessizdi geceler, ama dinlemeyi bildin mi tüm dünyayı sana anlatırdı.

Gece en sonunda her bir köşeye hâkim oldu, rüzgârın şarkısına en güzel sahneydi beklide gece, rüzgâr devam etti şarkısını çalmaya, usulca çalarken şarkısını rüzgâr Yağmur da Toprak ta bu ritme kapılmış, başları dönmüş bir şekilde yaklaşmışlardı gecenin içine. Fark etmeden o kadar yaklaşmışlardı ki birbirlerine nefeslerinin ılıklığı birden irkilmelerine sebep olmuştu.

Kendilerine geldiklerinde karanlığın ihtişamı altındaydılar, hiç kımıldamadan uzun süre önce birbirlerine baktılar, Yağmur’un mavi gözleri toprağın üzerinde dolaştı, anlamsız bir edayla onun gözlerinde yolculuğu son buldu, Toprak ise hala anlamamıştı olanları olayların şoku içinde tanımaya çalıştı karşısındakini, ritim kesilmiş, müzik kısılmıştı, rüzgâr susmuştu artık, birbirlerini tanımaları tek dilekleriydi artık. Bu dileği Melekler işitti, birden tüm yıldızları yaktılar, etraf aydınlığa boğuldu… Şimdi daha netti görüşleri, birbirlerini tamamen görmüşlerdi, ikisinin de bir fikri yoktu. İçlerinde garip anlamsız kıpırtılar korosu eşlik ediyordu onların şaşkınlıklarına. Birbirlerine saatlerce kıpırdamadan bakmak birçok şeyi anlatmıştı onlara. İkiside şimdi bilmiyordu hiçbir şey…

Toprak ne yapsam diye düşündü, yağmurun gözleri o kadar derindi ki içine baktıkça dalıyor tek bir söz bile söylemek ona gereksiz geliyordu. İçinde bir kıpırtı vardı yüreği körpe bir kuşun uçma hevesini andıran bir çırpıntıyla savruluyor, göğüs kafesinin içine sığmıyordu. Avuçları terlemişti, vücudu sanki ilk kez yenik düşen savaşçı edasındaydı, böyle bir şeyle hiç karşılaşmamıştı…

Dakikalar saatleri, saatler ise birbirini kovaladı, Yağmur birden yere doğru yavaşça eğildi, oturdu. Gün bitmek üzereydi, güneş bulutların o saf beyazlığının ardından yavaşça kaybolmaya yüz tutarken, etrafı kızıla boyuyordu. Erken batıyordu gün, alışık olmasa da onlar erken batan günlere bu sefer güzeldi, Yağmurun gözlerinden batan günü izledi Toprak. İlk defa böyle duygular yaşıyordu, içinde adını bile koyamadığı hisler dolaşıyor, kalbinde milyonlarca deprem aynı anda oluyor, sarsıyordu onu. Yağmur’un gözleri başını döndürüyordu Toprak’ın. Gün yavaş yavaş batarken dağların ardından bir rüya gibi bitiyordu sanki her şey. Gecenin siyah elbisesini giymesiyle büyü bozulmuştu, bu iki aşık bu ana kadar hiç ama hiç konuşmamıştı, daha doğrusu konuşma gereği duymamıştı, rüzgarın müziği uzaklardan duyulmuştu, melodileri aşk söylüyordu. O gece Toprak ve Yağmur yan yana yatmışlardı. Usulca örttü gece onların üstünü ve her şey bir kıyamet sessizliğine büründü.

Gece ilk defa bu kadar uzun sürmüştü. Toprak ile Yağmur’un masum yatışlarına dalmıştı. Kendine geldiğinde gece, gündüz sabırsızlıkla doğmayı bekliyordu, haklıydı… Azcıkta kızmıştı, gece giderken bu iki aşığı yavaşça uyandırmıştı. Uyandıklarında şafak söküyordu, günün ilk ışıkları gözlerini kamaştırıyordu.

Yaşadıkları iki günde tek bir şey yapmamışlardı, oturup birbirlerini seyretmekten başka. Onlara göre sanki hayat öyle güzeldi. Birbirlerinin gizemli bakışları içinde kaybolmak, hiç konuşmadan kalplerinin aynı ritimde çarpmasını sağlamak, her gün gördükleri manzaraların ne kadar güzel olduğunu fark etmek onları büyülemişti. İlk aşk sözcükleri onların ağızlarından o gün dökülmüştü. Bir serenattı Toprak’ın söyledikleri. Uzun uzun şiirler yazdı Toprak, Yağmur’a.

Ve ilk şiir’inde şöyle sesleniyordu;

Günlerden bir bahar sabahıydı
Saat sana doğru akıyordu
Rüzgarlar senden esiyordu
Gözlerim senin adınla kapanıyordu

Bilemezdim neden di
Seni görmeyince gözlerim kördü
Hayat senden başlıyordu
ve senden bitiyordu

Gecelerce ruhunla yattım
En soğuk rüyamda sana sığındım
Fırtınalarda senle ısındım
Sende yaşadım duyguların en tatlısını

Şiir’inin adını da deymeyen yürekler koymuştu, günlerce yan yana olmalarına karşın ne kadar yakın olursa da olsunlar yürekleri birbirlerine hiç deymemişti ve bu Toprak’ın aklına gelmişti.

Bu sözcükler Yağmur’u adeta büyülemişti, okurken denize satır satır yazılan bu sözcükleri dalgaların yansımasında bulmuştu hayallerini. Her şey o kadar güzel gidiyordu ki, bu yakınlaşmanın adını da aşk koymuştu Toprak.

O günden sonra Toprak ne atına binip rüzgârlarla yarışmış, nede dağlara denizlere kafa tutmuştu. Yağmurda artık her şeyi boş vermişti. İkisi oturup bir sevdanın masalını yazmışlardı. Adını aşk koymuşlardı. Fakat bu mutluluk güneşe çok gelmişti. Onların her mutlu bakışlarında güneş bir yerleri yakıyordu, Yağmur gülümseyince ağaçlar, Toprak gülümseyince dağları taşları ateşe veriyordu.

Bir akşamüstüydü, rüzgâr aşk melodisiyle esiyordu, mutluluk onların en yakın sırdaşıydı.
Her şey o kadar güzel giderken birden güneş çıktı. İsyanlardaydı belliydi, artık kabul edemiyordu Toprak ile yağmurun aşkını. Ona göre bitmeliydi bu sevda. Bu aşk son bulmalıydı. Oysa bu yaşanan aşkların en harikasıydı. Gökyüzünde Melekler ağladı bu âşıklara, bu aşk bitmemeliydi, bitemezdi böyle bir sevda, bu sevda tüm sevenlere örnek olmalıydı…

En sonunda dayanamadı Melekler, önce Güneş’in yaktığı yerleri söndürdüler, sonra güneşi çok uzaklara gönderdiler ve başkalarının Toprak ile Yağmuru üzebileceklerini düşünerek toprağı kum’a Yağmur’u suya dönüştürdüler ama aşklarından bir parçaya bile dokunmadılar…

Güneş’in yaktığı yerler çöl olmuştu üstünde çok zor yaşanıyordu, bir türlü yeni hayatlar başlayamıyordu üstlerinde, meleklerin bıraktığı küçük yaşam parçacıkları dışında hiçbir şey bulunamıyordu üstünde… Adeta bir yangın yeriydi ateşi sönmesine rağmen. Rüzgârda çok sinirliydi güneş’e. Her onun yaktığı yere geldiğinde ortalığa saldırıyor, her şeyi savurup bir köşeye atıyordu… Olmadı yetmedimi tüm tepeleri dağları dağıtıyordu.

Toprak ise yeryüzünün her bir köşesine dağılmıştı, bütün aşkları ve âşıkları görebilmek için. Bütün aşklar onun üzerinde yaşanacaktı ve biten her aşk onun altında son bulacaktı. Kendine özgü bir rengi olacaktı, her mevsim başka renklerle sarılacaktı…

Yağmur ise hayat’ın adı olacaktı, su olup tüm dünyaya hayat verecekti. Eskiden olduğu gibi hep onunla beraber olacaktı su. Gün gelecek Toprak’a kavuşmak için gökyüzünün uçsuz bucaksız derinliklerinden atlayacak, gün gelecek bir kar tanesi olup Toprak’ın üzerine dokunacak, dağlardan taşlardan aşacak coşarak sevdiğine akacak, gün olacak damar damar Toprak’ın içinde gezecekti ama asla ayrılmayacaktı. Onların aşkı hiç mi hiç bitmeyecekti.
Eskiden olduğu gibi Su’yun bir dokunuşuyla hayat bulacaktı Toprak.

Güneş ise bu aşkı hala çok kıskanıp çok uzaklarda yıldızları yakıyordu birer birer. Toprak’tan hala Su’yu ayırmaya çalışıyordu ne kadar çalışsada bir an ayırabiliyor sonra Su Toprak’a geri dönüyordu, bazen bulut kızıyor Güneş’e araya giriyordu. Güneş ama hiç vazgeçmiyordu. Bir gün ısımla dünyadaki bütün sevgileri bitireceğim diyordu.

Oysa sevgiler asla bitmeyecekti. Bir akşamüstü Toprağın sevgilisi gökyüzünden ona yeniden dokunacaktı. O yağan yağmurda hangi sevgili durursa yağmur’un aşkından bir parça alacak içine ve ıslanmayacaktı asla. Yağmur ve Toprak arasında kalınca bütün âşıklar birbirlerine bağlanacaklardı.

Meleklerinde dediği gibi bu aşk bitmemeliydi ve bitmeyecekti. Su, Toprağa hayat verecekti, Toprak ise suya beden olacaktı ama bu aşk sonsuza kadar sürecekti.

Uğur TAŞTEMUR