MEZHEPLER DİN DEĞİLDİR

Mezhepler, Hz. Muhammed’in vefatından sonra, din anlayışındaki farklılaşmaların kurumsallaşması sonucunda ortaya çıkan beşeri oluşumlardır. Kur’an, herhangi bir mezhepten, tarikattan söz etmez. Kur’an, bütün Müslümanların hep birlikte “Allah’ın ipi”ne, yani Kur’an’a sımsıkı sarılmalarını ister. (Al-i İmran, 103). Bölünmenin, parçalanmanın doğuracağı sonuçlara dikkat çeker. Hz. Muhammed’in sağlığında herhangi bir mezhep yoktur. Hz. Muhammed de, ısrarla Müslümanları birlik-beraberlik içinde yaşamaya çağırmıştır. Hz. Muhammed’in vefatını müteakip, Müslümanlar arasındaki ilk ihtilafın “siyaset” yüzünden, “kimin halife olacağı” konusunda çıktığı bilinmektedir. İşin gerçeği, siyaset, bütün mezheplerin ortaya çıkışında etkili olmuştur. İnsanlar, tarih boyunca
“siyasi erk”i ele geçirebilmek, daha sonra da egemenliklerini meşrulaştırabilmek ve sürdürebilmek için her yolu denemişler; bu arada dini de kullanmaktan hiç çekinmemişlerdir.

Bu egemenlik meselesi yüzünden çok kan akmıştır. Oysa İslam dininin egemenlik iddiası yoktur; İslam siyasi meseleleri insanın sorumluluğuna bırakmıştır. Mezheplerin ortaya çıkmasında en etkin faktör insanın varlık yapısıdır. Siyaset de, bu yapı ile ilgilidir. Toplumsal değişme, ekonomik koşullar, içinde yaşanılan fiziki- sosyal ortam, farklı kültür ve uygarlıklarla tanışma, ister istemez insanların dini anlama biçimlerini etkilemiştir. Bunun sonucunda ortaya mezhepler, tarikatlar, cemaatlar ve diğer dini gruplar çıkmıştır. Hz. Peygamber’in vefatından sonra ortaya çıkan bu tür dini nitelik de taşıyan oluşumların tamamının beşeri oluşumlar olduğunu belirtmekte fayda vardır. Bunlar din ile değil, dinin anlaşılma biçimi ile ilgili oluşumlardır. Bütünüyle beşerî olan bu tür oluşumların İslâm'la özdeşleştirilmesi, hem İslâm'ın evrenselliğine, hem de insan gerçeğine aykırı olacaktır. Bu sebepten, İslâm'ın ve İslâm'ın anlaşılma biçimlerinin birbirinden ayrılması gerekmektedir.
Hz. Peygamber'in vefatından sonra, vahiy kapısı kapanmış olduğu için, hiç kimsenin, genel geçer nitelikli, doğruluğu tartışılamayacak, Allah katından gelen özel bir bilgi sahibi olduğunu iddia etme hakkı, İslâmî açıdan mümkün değildir. İslâm'ın din olarak evrensel ilkeleri, Hz. Peygamber'in sağlığında nihâî şekline kavuşmuştur. Artık, dinin anlaşılma biçimleri söz konusudur. İnsanlar, içinde bulundukları ortama göre, bilgi birikimlerine göre, Kur'ân'ın öngördüğü istikâmette İslâm'ı anlamaya ve yaşamaya çalışmak durumundadırlar. Beşerî nitelik taşıyan bütün olgu ve oluşumlar, tabiatı gereği, her türlü tahlil ve tenkide açık olacağı için, her ne sebeple olursa olsun din gibi mütalaa edilemez. Müslümanlar, her zaman ve mekânda İslâm'ı en iyi şekilde anlama ve yaşama imkânına sahiptirler.
Mevcut İslâmî birikim, gelecekte daha sağlıklı ve daha tutarlı bir İslâm anlayışına ulaşma konusunda Müslümanlara ışık tutacaktır. "Asr-ı Saâdet" olarak da isimlendirilen Hz. Peygamber'in yaşadığı zaman dilimi, zaman zaman, yeni oluşumların ne ölçüde İslâmî olup olmadığının belirlenmesi ile ilgili olarak bir "ölçüt" görevi görecektir. İslâm'ın ideal anlayışının ve tatbikatının, hiç bir şekilde, belli mekânlara ve zaman dilimlerine hasredilmesi mümkün değildir. Mevcut haliyle, mezheplerin, hatta dinî cemaatlerin İslâm'a ve özelde Kur'ân'a bakışları, benzetme yanlış değilse, meşhur görme özürlülerin fili tariflerine çok benzemektedir.
Her mezhep ve her cemaat, İslâm'ın bir yönünü ön plana çıkartmış, bütün düşünce sistemini buna göre şekillendirmiştir. Sonuçta, her mezhep ve her cemaat, açıkça ifade edilmese bile, kurtuluşa eren fırkanın sadece kendisi olduğunu iddia etmek durumunda kalmıştır. Halbuki, İslâm, ana kaynakları belli olan, gizlisi saklısı olmayan, evrensel ve insan fıtratına uygun bir dindir. Her müslümanın, her zaman İslâm'ı en iyi şekilde anlama ve yaşama hakkı vardır. İslâm, hiç bir kimsenin ya da hiç bir mezhebin, cemaatin tekelinde değildir. Yüce Allah Rum suresinde Müslümanları şöyle uyarmaktadır: “Dinlerini parçalayan ve gruplara ayrılanlardan olmayınız. Her grup (hizb) kendilerinde olan ile/ sahip oldukları ile böbürlenmekte/ övünmektedir” (30/32). Mezhepler, esas itibariyle, bir zenginliktir.
Ne var ki, zamanla, bir zenginlik belirtisi olan bu farklılıklar, din gibi anlaşılmaya başlanmıştır. Böylece, doğal olarak değişmesi gereken mezheplerin görüşleri dondurulmuş, bir anlamda mezhepler dinin birtakım fonksiyonlarını üstlenmişlerdir. Oysa, büyük mezhep imamlarından hiçbirisi, başlangıçta bir mezhep kurucusu olarak ortaya çıkmış değildir. Mezhep imamlarının etrafındaki, sosyal şartlara göre ortaya çıkan oluşumlar, daha sonra tartışılamaz doğrular haline getirilmiştir. Dinin anlaşılma biçiminden başka bir şey olmayan mezhepler dinle özdeşleştirilmişlerdir. Bir insan, kim olursa olsun, hangi mezhebe mensup bulunursa bulunsun, eğer Allah’a, Ahiret gününe, Hz. Muhammed’in peygamber olduğuna ve Kur’ân’a inanıyorsa, o insan Müslümandır ve İslam dairesi içindedir. Her insan, Müslüman olup olmayacağına kendi özgür iradesi ile karar verir. Mezhepler, tarikatlar ve diğer dinsel oluşumlar, dinin anlaşılma biçimlerinden başka bir şey değildir; bir insanın Müslüman olması için mutlaka bir mezhebe, bir tarikata bağlı olması da gerekmez. İslâm Tarihi, tarihi doğru anlayamamanın, ya da işine geldiği şekilde çarpıtarak anlamanın Müslümanlara ne kadar pahalıya mâl olduğunun bir belgesi olarak karşımızda durmaktadır. Ondört asır boyunca yüzlerce mezhep ortaya çıkmıştır.
Müslümanlar, mezhep ayrılıkları yüzünden birbirleriyle savaşmışlardır. Bugün Irak’ta yaşanan cinnet hali de cehaletten ve hamakatten kaynaklanan mezhep çatışmasının en yeni örneğidir. Müslümanlar, daha güçlü bir uygarlık yaratmak için kullanmaları gereken enerjilerini, birbirleriyle uğraşarak tüketmişlerdir. Binlerce insan, yok yere hayatını kaybetmiştir. Muazzam kültür eserleri, mezhep taassubu yüzünden yok edilmiştir. Aynı tehlike bugün de söz konusudur. Eğer tarihten gerekli dersleri çıkaramazsak, varlık-yokluk savaşına dönüşen uygarlık yarışında, kendimize layık bir yer bulmamız iyice zorlaşacaktır. Dünyanın içinde bulunduğu koşullar Müslümanları, tarihi yeniden okumaya ve İslam’ı yeniden düşünmeye çağırmaktadır.
Dinî nitelikli görüş ayrılıklarının çoğunun temelinde, çıkarlar ve siyaset yatmaktadır. Tarihi yeniden okuduğumuz zaman, bu görüş ayrılıklarının geleceğe taşınmasının pek de anlamlı olmadığını farketmekte gecikmeyeceğiz. Artık, İslâm dinine, mezhepler ve gruplar üstü bir çizgide, vahyi ve aklı ön plana alarak yaklaşmanın zamanı gelmiştir. Farklılıkları zenginlik olarak algılayabilmenin yolu da buradan geçmektedir. Mezhepleri din gibi algılayanlar asla ortak paydayı bulamazlar. Bir arada yaşamanın temel ortak paydasını yitirenler, tarihin karanlıklarında kaybolmaya mahkum olurlar.
(Prof.Dr. Hasan ONAT)