İmam Ebû Hanîfe (80 - 150 H.)
Doğumu Ve Gençliğî
İlme Doğru.
Fıkha Doğru.
İlm Ve Fıkıh Alanında.
Büyük Bir Bilgine Bağlanışı
Üstad Ebu Hanife.
Ebu Hanîfe´nin Usûlü.
Ebu Hanife´nin Şahsiyet Ve Karakteri
Yaşayışı Ve Siyasî Tutumu.
1- Yaşayışı
2- Siyâsî Tutumu.
İmam Ebu Hanîfe´nin Fıkhı
Metodu.
Fıkhının Bariz Vasfı
Hanefi Mezhebinin Nakil Ve Tedvini
Hanefi Mezhebi´nîn Gelişmesi Ve Yayılışı
Hanefî Mezhebi´nîn Yayıldığı Ülkeler.
İMAM EBÛ HANÎFE ve MEZHEBİ[1]
İmam Ebû Hanîfe (80 - 150 H.)
İslâm dini, Horasan ve İran´da yayıldı. Bütün Irak ve çevresini istilâ etti. Birçok büyük mevki´ ve asalet sahibi insanlar, bu istilâ sırasında müslumanlar tarafından esir edildi. îşte bu esirler arasın-da zengin, asalet sahibi ve Iran asıllı birisi vardı ki adı Zûtâ idi. îlk mücahit müslumanlar, büyüklükleri icabı, ellerine esir düşen insan-ları köle olarak tutmuyorlar, onları serbest bırakıyorlardı. Gerçi bunları bazan köle olarak aldıkları da oluyordu. Fakat, dinin emir-lerine ve Hz. Peygamber´in sünnetlerine uyarak, kısa bir yoldan on-ları âzâd cihetine gidiyorlar, ağalık ve ululuk satma yerine, dostlu-ğu ve sevgiyi tercih ediyorlardı.
Bunun için Zûtâ da kısa bir zaman sonra esirlikten veya köle-likten kurtuldu. O da tam olarak âzâd edilip hür insanlar arasına katıldı. Bundan sonra Benî Teym b. Sa´lebe kabilesinin azatlısı ol-du. Bu kabîle, Kureyş^den gelen Teymîlerden başka bir Arap kabîlesidir. Allah, Zûtâ´ya hürriyeti nasip ettikten sonra, bundan daha büyük ve daha değerli olan islâm nimetini de ihsan eyledi. Bu asil insan, lâyıkıyla müslüman olmuş, ana vatanı olan Kabil´den islâm medeniyetinin ilk merkezlerinden biri ve İran´a en yakın bulunan Küfe Şehrine göç etmiştir.
Zûtâ, Kûfe´de İmam Ali b, Ebî Tâlib (R.A.) ile karşılaşmış ve onu son derecede sevmiştir. Nevruz bayramı münasebetiyle Hz. Ali´-ye pâluze (pelte) ikram etmişitr. Bu, onun büyük İmamla olan il-gisinin kuvvetli oluşunu, kendisinin zenginliğini ve Peygamber´in Ehl-i Beyt´ine karşı duyduğu sevgiyi gösterir.
Onun, müslüman olduktan sonra bir oğlu dünyaya geldi. O, bu oğluna Sabit adını verdi, işte bu Sabit, Hz. Ali´ye karşı babası gibi son derecede ilgi duyuyordu. Bir çok rivayetlere göre Hz. Ali, Sâbit´e Allah´tan hayırlı bir evlât vermesini dilemiştir.
Allah, İmam Ali (R.A.)´nin bu duasını kabul buyurmuş ve Sâ-bit´e Irak´ın fakîhi istersen îslâmın fakihi diyebilirsin Numan´ı ihsan etmiştir. îmam Şafiî, bu büyük fakih hakkında: «insanlar fı-kıhta Ebu Hanife´nin iyalidir» demiştir. Tarihin «Ebu Hanife» ismi-ni verdiği Numan b. Sabit, bu künye ile tanınmış ve nesilden nesile ismi, İlim ve düşüncenin sembolü olmuştur.[2]
Doğumu Ve Gençliğî
Ebu Hanife, Kûfe´de doğup büyüdü ve ömrünün çoğunu orada geçirdi. Çok küçük ´yaşta iken o çağdaki dindar insanların çocukla-rı gibi o da Kur´an-ı Kerim´i hıfzetti. Hıfzını bitirdikten sonra unut-mamak için Kur´an-ı Kerim´i en çok okuyan´ insanlardan biri olmuş-tur. Ramazanda bir kaç defa Kur´an-ı Kerim´i hatmettiği rivayet edi-lir. Birçok rivayetlere göre o, kıraat ilmini Yedi Kurrâ´dan biri olan İmam Âsım´dan öğrenmiştir. Kur´an´m hıfz ve kıraatim tamamla-dıktan sonra genç yaşında hadis tahsil etti ve dinî bilgisini artırdı.
Ebu Hanîfe´nin içinde doğup büyüdüğü aile, Kûfe´de ticaretle uğraşan ailelerden biridir. Ailesi, ipekli kumaş ticaretiyle meşgul ol-duğu için onu da ticarete teşvik ediyordu. Kendisi de, ailesi gibi ti-carete karşı büyük bir kabiliyete sahip olmakla beraber, ayrıca İlim ve aklî araştırmalara yönelen bir zekâ ve kafaya sahipti. Dedesi ve babası, Hz. Aliye olan bağlılıkları sebebiyle dört yanı nuru ile aydınlatan yeni dini, yani İslâmı anlamak için daima bir şevk duyar-dı. Ayrıca, Ebu Hanife, Kûfe´de doğmuş, orada büyümüş ve yaşamış-tır ki, bu şehir Irak´ın büyük şehirlerinden biri, hattâ ikinci büyük şehri idi.
Irak, eski medeniyetlerin beşiği olduğu için hem îslâmdan ön-ce, hem de îslâmdan sonra din ve mezheblerin de beşiği olmuştur. Süryanîler, oraya dağılmışlar ve îslâmdan önce orada Yunan ve îran felsefesinin okunduğu ekolleri meydana getirmişlerdir. Irak, Îslâm-dan sonra çeşitli ırkların birleştiği, siyasî ve itikadı fikirlerin çarpış-tığı bir yer olmuştur. Orada Şiîler, Hâriciler ve Mu´tezililer yanya-na idiler. Ebu Hanife´nin çağında birçok tabiîler vardj. O, bunlarla görüştü. Tabiîlerden önce Kûfe´de Hz. Ömer´in, fıkıh öğretmek ve halkı irşad etmek için gönderdiği Abdullah b. Mes´ud´dan başka îmam Ali (R.A.) gibi bir çok büyük sahabîler vardı.
Ebu Hanife, ailesinden gelen ticarî" temayülüne rağmen dikkati-ni Irak´ın ilmine, oradaki sahâbilerin eserlerine çevirmiş, aklî ve il-mî çalışmalara yönelmiş ve bu sayede düşünce pınarları fışkırmaya başlamıştır. Birçok cedelcilerle karşılaşmış ve sağduyusunun verdiği ilhamla bazı sapık görüşe sahip kimselerle tartışmalarda bulunmuştur. Bunlar, onun gençliğinin baharında veya çocukluğunun son-larına doğru olmuştur. Bunların yanında o, genel olarak ailesinin mesleği ve geçim yolu olan ticarete yönelmişti. Öyle anlaşılıyor ki, boş vakitlerinde İlim meclislerine pek az gelip gidebiliyordu. Hayatı, babası gibi ticaretle geçiyordu. Malm çekici yönleri olmakla bera-ber, ilmin de nuru ve cezbesi vardır. İşte bu yüzden, ticarî hayatı-nın verdiği imkân nisbetinde Ebu Hanife´nin aklî ve zihnî susuzlu-ğunu ancak İlim giderebiliyordu.[3]
İlme Doğru
Ebu Hanife´nin bu durumu, zekâ bakımından bilginlerin dikka-tini çekinceye kadar sürüp gitti. Bilginler, onu, kendisini büsbütün ticarete vermekten kurtarıp okumaya ve ilme teşvik ettiler. Kendi-sinden şöyle rivayet edilir:
«Bir gün Şa´bîye rasladım, oturuyordu. Beni çağırdı ve nereye gidiyorsun, diye sordu. Çarşıya gidiyorum, dedim. Şa´bî de; çarşıya gitmeni değil, âlimlerin yanma gitmeni isterini dedi. Ben de âlim-lerin yanma çok az uğruyorum diye cevap verdim. Bunun üzerine o, bana; öyle yapma, senin İlimle uğraşman ve bilginlerin yanından ayrılmaman gerekir; çünkü ben, sende dinamik bir zekâ ve uya-nıklık görüyorum, dedi. Ebu Hanife, sözünü şöyle bitirmektedir: Şa´-binin bu sözleri kalbimde son derecede büyük bir yer etti. Çarşı vg pazara gitmeyi bıraktım, İlim tahsiline koyuldum. Allah, Şa´bînin bu sözleriyle beni çok faydalandırdı.
Ebu Hanife, bundan sonra vaktinin çoğunu İlim yolunda sarfet-miş, çarşı ve pazara çok gidip gelmeyi bırakmıştır. Çarşıda pazar-da olup bitenlerden bile habersiz kalmış ve ticaretle ilgili bir kısım bilgilerini de unutmuştur. Buna karşılık, İlim ve onun derinlikleri-ne inişi elde etmiştir. Gerçekten İlim denizi çok derindir. Böylece o, vakitlerinin çoğunu ilme hasretmiş ve çarşıya pek az gider olmuş-tur. Ebu Hanife´nin kendisini ilme verişi, onun büsbütün ticaretten uzaklaşması demek değildir. Bize kadar gelen haberlere göre o, ti-carî işlerini vekili vasıtasıyla yönetiyor, kendisi de sadece bu işlere nezaret etmekle yetiniyordu. İlerde işaret edeceğimiz gibi Ebu Ha-nife, ancak ticarethanesinin durumunu bilecek kadar çarşıya gelip gidiyordu.
îlme yöneldikten sonra küçük yaşta kazanmış olduğu cedelci ve münazaracı mizacını ancak Kelâm ilmi tatmin ediyordu. O, bu ko-nuda mu´tezilîİerle birçok tartışmalarda bulunuyordu. Ebu Hanife, akaid meselelerinde bilginlerle müzakerelere dalıyor, Basra´ya çe-şitli sehayatlar yaparak, buradaki mu´tezilîlerin görüşlerini öğreni-yor ve onlarla münazara yapıyordu. Hâricilerle de tartışmalara gi-rişiyor ve bunların da düşüncelerini yakından tanıma imkânına ka-vuşuyordu. İşte Ebu Hanife, böyle fırkaların görüş, ve anlayışlarını öğrenmeye devam ediyor; fakat, onun İlim nurlarıyla aydınlanmış olan kalbi, çoğu zaman feveran ediyordu. Çünkü o, seleflerininkinden ayrı bir yoldan gidiyor ve kendisini, cedelleşmeye sebep olan ve pek fayda sağlamayan şeylerle uğraştırıyordu. Çevresine iyice göz gezdirince fıkıh halkaları Ebu Hanife´nin dikkatini çekmiştir. O çağ-da bu fıkıh halkalarını, halka dini hususlarda faydalı, özellikle amelî bakımdan yararlı olan meseleleri öğreten ve nazarî cedelden uzak bulunan âlimler teşkil etmekte idiler.[4]
Fıkha Doğru
Ebu Hanîfe, kendisini ilme vermiş ve sonunda fıkıh´da karar kıl-mıştır. Bu hususta sözü kendisine bırakıyoruz; o şöyle der:
«Kendi kendimi yokladım, düşündüm ve şu kanaata vardım.Geçmiş olan Sahâbî ve Tabiîler, bizim anladığımız şeylerin hiç biri-sini gözden kaçırmamışlardır. Onlar, bu şeyleri anlamada daha muk-tedir ve daha iyi kavrayış sahibi idiler. Meselelerin inceliklerini on-lar daha iyi arılıyorlardı." Sonra onlar, bu hususlarda birbirleriyle sert bir şekilde münakaşa ve mücadelede bulunmuyorlar, faydasız mücadelelere dalmıyorlardı. Aksine, bunlardan uzak kalıyorlar ve halkı da menediyorlardı, Keza, gördüm ki onlar, şeriata ve fıkıh ko-nularına dalmışlar, bu hususlarda birçok şeyler söylemişlerdir. On-lar, fıkıh meclisleri teşkil ederek, birbirlerini fıkha teşvik etmişler-dir. Halka fıkıh öğretmişler, müslümanları fıkıh öğrenmek için ça-ğırmışlar ve teşvik etmişlerdir. Birbirlerine fetva vermişler ve fetva sormuşlardır. İşte İslâmın ilk asri böyle geçmiştir. Sonrakiler de onlara, yani ilk asır müslümanlarına böylece uymuşlardır. Kısaca tas-vir etmeye çalıştığını onların bu tutumunu görünce ben de münaka-şa, mücadele ve kelâm bahislerine dalmayı bıraktım. Fıkıh ilmi ile yetindim ve seleflerimizin yaptığı işlere döndüm. Marifet sahibi olanlarla düşüp kalktım. Ve gördüm ki, kelâmla uğraşan ve kelâm meseleleri üzerinde tartışmalarda bulunan kimselerin simaları eski-lerin sımalarına, nıetodlan da salihlerin metodlaruıa uymamakta-dır. Yine gördüm ki cedelcilerin kalbleri katı, ruhları kabadır. On-lar Kitab, Sünnet ve selef-i sâlih´e muhalefetten çekinmiyorlar, vera´ ve takvadan da uzaktırlar.»
Ebu Hanife, fıkha yöneldiğinde kelâm ilmini iyice okumuştu. O, akaid meselelerini açıklamakta, tevhîd´in hakikatlarım akli delil-lerle isbat etmekte idi. Bir kısım hadis-i şerifleri hıfzetmiş, nahiv ve edebiyatı öğrenmişti. Bütün bunlar sayesinde o, geniş bir kültür sahibi olmuştu ki işte bu kültür onun fikirlerim beslemiştir. Kalbi, aklı ve her şeyi ile Fıkıh ve Hadis´e yöneldiği zaman tam bir vukuf sahibi ve hakikatlan kavramakta idi. O, İlim hayatının başlangıcın-da kelâma olduğu halde, oğlu Hammad´ı[5] ve talebelerini kelâm münakaşalarına girmekten men ederdi. Oğlu, filozof babasına bir defa şöyle demiştir: «Siz kelâm münakaşalarına giriyordunuz. Bi-zi ise ondan men ediyorsunuz.» Bunun üzerine Ebu Hanîfe şöyle söy-lemiştir : «Evet, biz kelâm münakaşalarına giriyorduk. Arkadaşımı-zın yanılması korkusuyla sanki aklımız başımızdan gidiyordu. Siz ise kelâm münakaşalarına giriyor ve arkadaşınızın yanılmasını isti-yorsunuz. Arkadaşının yanılmasını isteyen kişi, onun küfre gitme-sini istiyor demektir. Arkadaşının küfre gitmesini isteyen ise, ondan önce kendisi küfre [6]gider.[7]
İlm Ve Fıkıh Alanında
Ebu Hanîfe, ilmî çalışmalarının sonunda fıkha dönmüştür. O,-Kitab ve Sünnet´ten hükümler çıkarmaya, meseleleri bunlar üzeri-ne bina etmeye, selef-i sâlihin rivayet ettiği hadisleri araştırmaya, öncekilerin ittifak ettikleri veya ihtilâfa düştükleri konuları öğren-meye koyulmuştur. O, sahabîlerin ihtilâfa düştükleri meselelerde onların görüşlerinin dışına çıkmaz, fakat bunlardan her hangi biri-sini benimserdi.
Ebu Hanîfe, fıkıh tahsilini kimden yapmıştır Bu soru, bizzat Ebu Hanîfeye sorulmuş, kendisi de onu şöyle cevaplandırmıştır: «Ben, İlim ve fıkhın merkezinde idim. İlim ve ´fıkıh ehli ile düşüp kalktım. Bu İlim ve fıkıh merkezindeki fakihlerden birinin yanın-dan hiç ayrılmadım.» İmam Ebu Hanife´nin işaret ettiği İlim merke-zi Küfe şehridir. Ali b. Ebî Tâlib, Abdullah b. Mes´ud (R.A.) gibi bü-yük sahabîlerin ilmi bu şehirde toplanmıştır. Tabiîlerden Alkame, İbrahim Nahaî, bu sahabîlerin yolundan gitmişlerdir. Kıyas ve tahrice dayanan fıkıh burada mevcuttu.
Büyük İmamın yukarıdaki sözü, bir öğrencinin ilminin, ancak şu esasa dayandığı takdirde sağlam olacağını göstermektedir:
l Bir İlim muhitinde yaşamak ve bu muhitin güzel havasını teneffüs etmek,
2 Bilginlerle düşüp kalkmak ve çağındaki her türlü fikir ha-reketleriyle temas etmek,
3 Kendisine, önemli meseleleri açıklayan ve kapalı şeylere karşı onu uyaran bir üstadın yanından ayrılmamak. Ta ki o, her hu-susta basiretli hareket etsin, sapmasın ve perişan olmasın. Eskiden âlimler şöyle söylerlerdi: Kim yetiştirici bir üstaddan İlim tahsil etmezse olgun bir düşünce ve sağlam bir görüş sahibi olamaz. İbni Haldun, îbni Hazm el-Endelüsî´nin fıkıh çalışmalarındaki metodunu kınar ve onu yetiştirici bir üstaddan İlim tahsil etmemekle itham ederdi.
Allah, Ebu Hanîfe´ye bunların hepsini vermişti. O, felsefe ve akaid İlimlerinin beşiği olan Kûfe´de bulunuyordu.
Bu şehir, fıkıh çalışmaları bakımından Medine ile yarışıyordu. Gerçi hadis ilmi bakımından Medine´ye ulaşamıyorsa da, meseleleri nass´lara dayandırma ve hakkında nass bulunmayan meseleleri, hakkında nass bulunan meselelere kıyas etmek bakımından büyük bir mesafe katetmişti. İbrahim Nahaî ve kendisinden sonra talebe-leri, Kur´an ve Sünnet hükümlerinin dayandığı illet (sebeb)´leri or-taya koymuşlardır. Onlar, hükmün illetini kavradıkları zaman o hükmü bu illeti taşıyan her meseleye tatbik etmişlerdir. Onlar, bir-birinin kıyaslarını tetkik ediyorlar ve karşılıklı münazalarda bulu-nuyorlardı. İşte Ebu Hanîfe, böyle bir fıkıh atmosferi içinde yaşa-mış ve fıkıh tahsİlim böyle bir muhitte yapmış, sonra da fıkıhta en yüksek mevkii ihraz etmiştir. Böylece o, Kûfe´nin üstadı ve Irak´ın fakîhi olmuştur.
Ebû Hanife, fıkıh tahsil ederken çeşitli mezheb ve fırkaların üs-tadlarıyla temas etmiştir. Bunların hepsi Ehl-i Sünnet fukahâsı ol-madığı gibi aralarında dinde ve fıkıhta kıyas ve re´y´e müsaade etme-yenler de vardı. Aynı zamanda Ebû Hanîfe, mevcut hadislere bağlı kalan ve bunların dışma çıkmıyan bir kısmı tabiîlerden de İlim tah-sil etmiştir. Ayrıca o, Abdullah b. Abbas´m talebelerinden Kur´anTı Kerim ilmi tahsil etmiştir. Çünkü Abdullah b. Abbas, Kur´an ilmi bakımından çağdaşı sahabîlerin en bilgini idi. Hattâ ona «Kur´an´ın tercümanı» denilirdi. Bu büyük bilginin talebeleri Mekke´de otur-makta idiler. Ebu Hanîfe de, Kûfe´de karşılaştığı baskılardan kaça-rak buraya gelmiş ve altı yıl kadar burada kalmıştır. Fakat, Kûfe´-de kıyasa dayanan fıkhı okuyup incelemiş olan Ebu Hanîfe için bu seyahat, Hadis ve Kur´an fıkhını tetkik bakımından büyük bir fırsat olmuştur.
Ebu Hanîfe, Ca´fer-i Sâdık´m «Ali b. Ebî Tâlib´in şehri» dediği rivayet edilen Kûfe´de oturduğu sırada çeşitli şiî fırkalarla temas etmekte idi. O, Zeydiyye ve Imamiyye mensupları ile temas halinde idi. Bununla beraber Ebu Hanife´nin, bu mezheblerin mensupları gi-bi düşündüğü bilinmemektedir. Ancak o, Hz. Peygamberin âline ve temiz soyuna karşı büyük, bir muhabbet duymaktaydı. Onun Iraklı-lardan, Mekkelilerden ve diğerlerinden İlim tahsil edip değişik gö-" rüşleri birleştirişi, çeşitli unsurlarla beslenip bu unsurların hepsini özümseyerek (temessül ederek) hayatının kıvamını sağlayan insanı andırır. İşte bu şekilde Ebu Hanife bu unsurların hepsinden fayda-lanmış, sonra bunlardan kendine has yeni bir fikir ve sağlam bir görüş ortaya koymuştur.
Ebu Hanife, İlim tahsil ederken şu dört çeşit fıkhı öğrenmeye gayret ediyordu:
1 Maslahata dayanan Hz. Ömer´in fıkhını.
2 Şer´î hakîkatları araştırıp ortaya koymak için yapılan -is-tinbata dayanan fıkhı.
3 Tahrice dayanan Abdullah b. Mes´ud´un fıkhını.
4 Kur´an ilmi olan Abdullah b. Abbas!m fıkhını.
Fakîhlerin yanında büyük bir mevki´ ihraz eden Halife Ebu Ca´-fer el-Mansur, İmam Ebu Hânifeye:
Ey Numan, ilmi kimlerden tahsil ettin diye sordu. Ebu Ha-nife de şu cevabı verdi:
Talebeleri vasıtasıyla Hz. Ömer´den, yine telebeleri vasıta-sıyla Hz. Ali´den ve yetiştirdikleri vasıtasıyla Abdullah b. Mes´ud´-dan tahsil ettim. Abdullah b. Abbas da yeryüzünde çağının en bü-yük bilgini idi;»
Bunun üzerine Halife Ebu Ca´fer el-Mansur:
Sen çok sağlam bir yol tutmuşsun, dedi.[8]
Büyük Bir Bilgine Bağlanışı
Ebu Hanife, çeşitli çevrelerde bir çok bilginlerle düşüp kalkmış, onların metodlarını öğrenmiş, içinde yaşadığı İlim atmosferinden hakkıyla faydalanmıştır. O, özellikle, çağının fıkıh reisi olan bir bil-gine bağlanmış ve ondan hiç ayrılmamıştır. İşte bu bilgin Hammad b. Ebî Süleyman´dır. Bu da mevâlî´den olup nasıl Ebu Hanife´nin ata-sı Teymüerin azatlısı ise, Hammad´m babası da Eş´arîlerin azatlısı idi. Hammad´m babası, İbrahim b. Ebi Mûsâ el-Eş´ari´nin azatlısıdır. Hammad, İbrahim Nahai ile Şa´biden fıkıh tahsil etmiştir. Kadı Şureyh, Alkame b. Kays, Mesruk b. el-Ecda´m fıkhını da bunlardan
öğrenmiştir. Bunlar, Abdullah b. Mes´ud ve İmanı Ali b. Ebî Tâlib (R.A.) gibi iki büyük sahâbînin fıkhına sahip olan kimselerdir.
Hammad, bu iki büyük sahabîden fıkıh tahsil eden mezkûr ta-biilerin fıkhını öğrenmekle beraber, İbrahim Nahaî ve Alkame´nin fıkhına daha çok önem vermiştir, tşte Ebu Hanife, Hamjnad´dan bu tabiîlerin fıkhını almış ve İbrahim Nahaî´nin fıkhı ile tahrîce çok önem vermiştir.
Ebu Hanife, 28 yıl gibi uzun bir zaman Hamnıad´a talebelik yap-mıştır. Yani, Ebu Hanife, 120 H. yılında ölen hocası Hammad´m ya-nından ölümünedek ayrılmamıştır. Hocasının ölümünden sonra Kû-fe´deki ders kürsüsüne o geçmiştir.
Burada belirtmemiz gerekir ki, Ebu Hanife´nin, hocasının ders-lerine devam edişi aralıksız olmamıştır. O, hacca çok giderdi. Bu hacc seyahatlerinde başka üstadlardan da fıkıh öğrenirdi. Yalnız bir mazeret veya her hangi bir engel bulunmadıkça hocası Hammad´-dan ayrılmadığı anlaşılıyor. O, bu sırada müzâkere, mütalâa, riva-yet, nakil, karşılaştırma ve tercihlerde bulunuyordu. Ebu Hanife, 130 H. yılında Kûfe´den Mekke´ye gittiğinde de ayrıca İlim tahsiliyle tetkiklerde bulunma imkânına kavuşmuştur. Mekke-i Mükerreme´-de beş-altı yıl Beytu´l-Haram´m mücaviri olarak kalmış, biraz önce yukarıda da söylediğimiz gibi, bu mücâvirliği sırasında Abdullah b. Abbas´m talebeleriyle karşılaşmış ve onlarla ilmî müzakerelerde bu-lunmuştur.[9]
Üstad Ebu Hanife
Hammad, 120 H. yılında ölünce, bütün gözler onun en bilgin ve kendisine en yakın olan talebesi Ebu Hanife´ye çevrilmiştir. Ebu Ha-nife de bu isteklere olumlu cevap vermiş ve hocasının yerine geçe-rek, onun ders halkasını devam ettirmiştir. O, derslerinde zengin tecrübeleri, Allah´ın kendisine yerdiği üstün kabiliyetleri, kuvvetli cedelciliği ve hazır cevaplihğı sayesinde çok feyizli olmuştur. İmam Ebu Hanife geniş tecrübelere sahipti. Çünkü ticareti meslek edin-miş bir ailede doğup büyümüştü. Çarşıda pazarda dolaşır ve ilk za-manlar vakitlerinin çoğunu orada geçirirdi. Kendisini ilme verdik-ten sonra da çarşıyla ilişkisini kesmedi. Hattâ bir vekil veya ortak vasıtasıyla ticarî işlerine devam etti. Yani o, ekseri vakitlerini ilmî çalışmalarına ayırıyorsa da, kendisini İlimden ahkoyamyacak şekil-de ortaklaşa ticaret yapıyordu. Buna rağmen Ebu Hanife, kendisi-ni ilme o derecede vermişti ki, tarih onun ticaretle uğraştığını ne-redeyse unutacaktı. Şüphesiz onun ticaret hayatı, fıkhî düşüncelerine büyük. etkilerde bulunmuştur. O, arkadaşlarıyla tartışmalara girişirdi. Mesele örf, maslahat veya bizzat adalet konusuna gelince arkadaşları susmak ve onu dinlemek mecburiyetinde kalırlardı.
Talebesi Muhammed b. el-Hasen eş-Şeybanî´den şöyle rivayet edilmiştir: «Ebu Hanife, kıyaslar hakkında talebeleriyle tartışma-larda bulunurdu. Talebeleri bazan ona uyarlar, bazan da itiraz eder-lerdi. Fakat, İmam Ebu Hanife «istihsana başvuruyorum» deyince, ona artık hiç kimse itiraz edemezdi. Çünkü o, istihsan konusunda pekçok mesele ileri sürer ve hepsi de onun görüşünü kabul edip kendisine hak verirdi.» İşte bu, ancak meselelerin inceliklerini kav-ramak, halkla sıkı bir şekilde temas etmek, halkur çeşitli münasebet ve maksatlarını bilmekle mümkün olur. Ebu Hanife´nin istihsanmm temeli, şeriatın esasları ile kaynaklarını ve halkın durumlarıyla mu-amelelerini köklü bir şekilde incelemeye dayanır.
İmam Ebu Hanife, daha önce de söylediğimiz gibi, çok seyahat ederdi. Bu seyahatleri, ona pek çok tecrübeler kazandırmış ve çeşit-li insan mizaçlarını tanıtmıştır. O, seyahatleri sırasında fikirlerini açıklar, kendisini tenkid edenleri ve görüşlerini samimiyetle incele-yenleri dinlerdi, tşte bu çeşitli seyahatleri ona, olay ve meseleleri kavramak için öyle bir zihin açıklığı vermiştir ki, bir yere kapanıp kalsaydı buna ulaşması elbette imkânsız olurdu.
İmam A´zam Ebu Hanife, sahip olduğu bu tecrübelerin yanın-da, keskin görüşlü, meselelerin bütün inceliklerini kavrayan bir in-sandı. İlminin meyvelerini tartışmalarında görürdü. O güçlü müna-zarası ile tanınırdı. Hasmını bütün düşüncesiyle çembere alırdı. Ri-vayet edildiğine göre âlemin yaratıcısı ve bîr yöneticisi bulunduğu-na inanmayan dehrîlerden bir toplulukla münazara ve münakaşa-ya tutuştuğu bir´ sırada hasımlarına şöyle bir soru sormuş ve onla-rı kendi sözleriyle bağlamıştır:
«Bir adam size dese ki; ben yüklü bir gemi gördüm, tamamen yükünü almış ve denizdeki azgm dalgalara karışmış, onu sevk ve idare eden herhangi bir kimse veya gemici bulunmadığı halde mun-tazam bir şekilde yoluna devam etmektedir. Buna ne dersiniz Akıl bunu kabul eder mi Onlar; hayır, akıl değil, bunu hayal dahi ka-bul etmez, dediler. İmam Ebu Hanife de; Sübhânallah! Akıl, başı boş yoluna devam eden bir geminin varlığını kabul etmezse, şu kos-koca dünyanın, değişik halleri ve çeşitli işleri bütün genişliği, dağ-lan, ovaları ve denizleriyle yaratıcısız ve ustasız meydana gelip ayakta durduğunu nasıl kabul eder *
İmam Ebu Hanife, araştırmalarında hakîkatlann özüne yöne-lip hassların dayandığı sebep ve hükümleri kavrardı. Kur´an´ın her
hangi bir nassından hüküm çıkarmak istediği zaman bu nassın mak-sat, gaye ve illetlerini bilme cihetine giderdi. Bir hüküm ifade eden her hangi bir rivayeti ele alınca bu rivayetin illet ve gayesini tes-bit eder; bununla, Peygamber (S.A.)´den rivayet edilen başka bir konuya ait hadis veya Kur´an nassı ile sabit olan hüküm ve umumî kaideler arasında ince bir karşılaştırma yapardı. ´Hadîsin sahih ve-ya zayıf olduğunu anlamak için kendisine has ölçülere sahip oldu-ğundan îmam Ebu Hanife, gerçekten hadis sarrafı sayılmıştır. O, bunu «hadis fıkhı» sayardı ve bu hususta şöyle söylerdi:
«Hadis öğrenip onun fıkhını yapmayan kimse, çeşitli ilâçları toplayan ve tabib gelinceyedek. hangi ilâcın hangi hastalığa karşı kullanılacağını bilmeyen eczacıya benzer. îşte sadece hadis öğrenen kimse de, fakih gelene kadar öğrendiği hadislerin neye yaradığını [10]bilemez.[11]