Oluyor be canım. Düşünen yanını bıraktığında, yüreğini dipsiz bir kuyuya attığında; oluyor. Arada derinlerde bir yerlerden bir çığlık geliyor. Soldan soldan vuruyor bazen. Derinden, çok derinden geliyor...
Ve sen kulaklarını tıkıyorsun. Öyle olmak zorunda çünkü. Duyamazsın. Duymuşsan bile oralı olamazsın. 2 satırlık adamları nobel ödüllü kitaplara sığdırmaya gücün yeterde, kitap gibi adamların o küçücük yüreğine sığamazsın... Ve gün gelir yorulup kabullenir, umursamazsın!
Sen ona binlerce... Sitem dolu, özlem dolu satırlar döşer; acıyla harmanlayıp aşktan bir duvar örersin. Ve ne seni, nede onu bilen birileri çıkar... Çünkü herkes susar... En az senin kadar, onun kadar... Sessizliğe susar, acıya susar, mecburiyete susar, yorgunluğa susar, alışılmışlığa susar, kabullenişe susar. Bir tek ‘aşka’ susamaz insan oğlu ve bir tek yürek susmaz...
Derken bir başkası, adına sahipleniverir satırlarını. O an itibariyle adı değişmiştir aşkın... Şekli, rengi, bedeli... Hatta bedeni değişmiştir. Çükü senin sahipsiz kalan satırlarını bir başkası sahiplenip paket etmiş, hiç bilmediğin birilerine hediye etmiştir. Sen o an itibariyle kendi sevdanı bırakıp bir kenara, tercüman olmuşsundur bir başka kalbin yarasına... Böyledir işte seni yazmak satırlara...
Derler ya insan mutsuzken yazar, mutlu insanın işi olmaz kalemle diye... Öyle alıştım ki seni özlemeye; mutluluğuma sensizliğimi gömmeyi, sensizlikte mutluluktan ölmeyi öğrendim ben. Seni dua etmiş dilime mührü vurup, sırtımı dönüp gitmeye öyle alıştım, öyle alıştırdın ki beni şimdi gelsen geldim desen... Allah’a ısmarladık diyebilirim ancak inceden... Satırlara sığdıramadığım sevdamı, gerçeğinle boğmaya cesaret edemem... Ne diyorlardı söz verirken birbirine aşıklar ‘Sonsuza kadar’... Sonsuza kadar... Hoşça kal ...