Milano Adliye Binası’na takım elbiseli kravatlı kişiler girdi.
Duruşma hâkimini, bir avukatı ve bir kişiyi öldürdü.
Danıştay’daki silahlı baskını ve Çağlayan Adalet Sarayı’nda savcı Kiraz’ın katledilişini andıran bir kanlı olay.
Bakalım İtalya olayın üstüne nasıl gidecek, kimleri sorumlu tutacak?
Bir karşılaştırma yapabilmek için önemli.
........................
ÇAĞLAYAN Adalet Sarayı’nda savcı merhum Kiraz’ı katleden teröristler için “Nasıl girdiler?” tartışması sürüyor.
Biri çantasında, diğeri kolundaki avukat cübbesinin altında sakladığı silahlarla nasıl binaya girebildiler?
Her şey kamera kayıtlarından apaçık görünmekte.
İkisi de geçiş için ayrılan özel kulvarı sollayarak açıktan giriyorlar.
Yani... Elektronik tarayıcıya ellerindeki “sahte” avukat kartlarını okutmuyorlar bile.
Güvenlik görevlileri de “Bu taraftan lütfen... Kartınız lütfen” diye bir çağrıda bulunmuyor.
Ellerini kollarını sallayarak az sonra cinayet işleyecekleri silahlarla yürüyüp gidiyorlar.
........................
BU durum da “sorumluluk” nerede?
O sıradaki güvenlik görevlisi elbette sorumlu.
Ama... Binanın ve binadaki herkesin güvenliğini sağlamakla görevli olan devlettir.
Açayım... İhaleyle güvenliği “özel şirkete” veren de devlet... Adalet binalarının korunmasını polisten alıp “özel güvenlik şirketlerine veren” de devlet...
Katiller avukat kılığında girmişler. Savcı ya da hâkimmiş gibi de girebilirlerdi. Sonuç değişmezdi.
........................
O halde cinayetin işlenmesine asıl neden olan “laçkalıktır.”
Güya korunmakta olan çoğu kamu binasında bu gibi lagarlık ve laçkalık bilinmeyen şey değil.
Başbakanlık’ta Cumhuriyet’in iki kurucularından bir başbakana kurşun sıkılabilmiş, bir diğer başbakana da başbakanlık koridorunda yumruk atılabilmiş ülkedeyiz.
Bir başkasına da binanın önünde yazarkasa fırlatılmıştı.
Başbakanlığı “özel güvenlik şirketi” koruyor değildi.
Polisler ve askerlerin korumasındaydı.
Mesele “disiplin” zaafıdır.
Asıl yapılması gereken şey işte bu disiplini hiç aksamadan sürdürecek güvenlik kültürünü görevlilere verebilmektir ve sürekli denetim altında tutmaktır.
Bu kadar sade ve net...
.......................
BUNUN ilk adımı da girişleri denetlemek.
Ama... Ciddi olarak.
Sadece avukatların kart okutması ve çantalarının “X-ray” tünelinden geçirilmesi değil.
Savcılar ve hâkimler için de bu denetim aynı özen ve ciddiyetle yapılmalı.
Elle aramaya gerek yok.
İleri teknolojisi olan elektronik düzenekler yeterli olur.
Kart okuyucular gibi yüz tarayıcılar da devrede olmalı.
Pasaport polislerinin bulunduğu kabinlerde böyle tarayıcı mercekler adliyelere de konulmalı.
Gerisi polemik...
Savcının öldürülmesini önleyecek bir operasyon yapılamaması sorumluluğunu perdelemek için avukatları polemiklerin hedefi yapmak marifet değil.
TÜRK MUSEVİLER
DÜNKÜ yazımda Ermeni, Roman, Yezidi adayların parti listelerinde yer almaları bağlamında “olumlu” ancak “Neden Musevi aday yok” diye yazmıştım.
Onların 500 yıldır bu topraklarda yaşadıklarına... Lozan Anlaşması’na rağmen “azınlık statüsü istemediklerini...” Ve “gerek Osmanlı, gerek Cumhuriyet dönemlerinde hiçbir kalkışım hareketi içinde o lmadıklarına” işaret etmiştim.
Bu konuda bazı mesajlar aldım.
Hepsi de olumlu.
Ayrıca “Musevilerin İspanya’dan sürülmeleri sonrası Osmanlı topraklarına gelenler için 500 yılın söz konusu olduğunu... 1000 yılın üzerinde bu topraklarda yaşayan Museviler bulunduğunu” da belirttiler.
Ben de bir ek yapayım.
Türkiye’nin dış politikada darboğazlara giriş süreçlerinde Dışişleri Bakanlığımız hatta başbakanlarımız Musevi Cemaati yöneticileriyle, uluslararası çevresi olan saygın Musevi işadamlarıyla konuşurlar.
Küresel Musevi lobisinin Türkiye lehine baskı yapması için onlardan yararlanırlar.
ABD’nin Türkiye’ye silah ambargosunun kaldırılmasından tutunuz da Ermeni lobisinin ABD yasama meclislerinden “soykırım yasası çıkartma çabalarının engellenmesine” kadar pek çok konuda devreye etkinlikle girmişlerdir.
Türkiye’mizin bütün etnisiteler, bütün dinler ve mezheplerle, eşit ve özgür vatandaşlar olarak bir arada huzur ve güvenle yaşamaları temeldeki harçtır.
Bugün | Güneri Cıvaoğlu