Dizi sektörü gelişti, dünyaya açıldı dedik dedik sonunda nazara geldi. Artık yayına yeni başlayan 10diziden 1 - 2 tanesi zar zor önünü görebiliyor. Eskiden ilk dört bölüm yayınlanırdı, reytingler beklenen sonucu vermezse bazı değişikliklere gidilir, bunların sonucunu alana kadar beklenirdi. Şimdi öyle değil.
İlk bölüm beklenen reytingi getirmeyince yoğun bakıma alınıyor, ikinci bölümde hemen cenaze hazırlıklarına başlanıyor. Üçüncü bölümde izlenmeyecek bir saate alınarak fişi çekiliyor.
Eskiden de böyle olsaydı ‘Kurtlar Vadisi’, ‘Bir İstanbul Masalı’, ‘İkinci Bahar’, ‘Hatırla Sevgili’, ‘Çocuklar Duymasın’ ve ‘Ezel’ gibi diziler asla olmayacaktı. Bunların hepsi zamanla kendilerini sevdirdiler ve sonra unutulmayacak efsanelere dönebildiler. Düşünsenize, son birkaç yıldır kaç tane kaliteli yapım sabredilmediği için bundan mahrum kaldı?
Fason üretime yöneliş başladı
Bu işten en çok zarar görenler, estetik ve kaliteden ödün vermek istemedikleri için para harcamayı göze alan yapımcılar, uzun bir hazırlık yapmayı tercih eden senaristler, yönetmenler ve Oyuncular oldu.
Artık kaliteli iş değil, sadece yayında kalabilecek iş peşinde herkes. Bu da birbirinin benzeri dizileri yapmak zorunda bırakıyor insanları. Az para ve zaman harcayarak ikinci kalite, fason üretime doğru bir yöneliş oluyor ve olacak. Kafalar karışık. Böyle olunca da sayısal artış ve kitlesel yok oluş kaliteyi de azaltmaya başladı.
Şimdi uzun soluklu ve kaliteli proje yerine sadece ilk bölümde dikkat çekmeyi başarabilen basit işlere yöneliyor herkes. ‘Tutan diziler kalitesizdir’ gibi bir düşünce çıkmasın bu sözlerden. Ben yaşanan panik halinin getirdiği zorunlulukları anlatmaya çalışıyorum.
Senaristler, yönetmenler, oyuncular birer birer oyun dışı kaldıkça umudunu ve heyecanını kaybedip aşık oldukları işlerine küsmeye başlıyorlar. Son zamanlarda konuştuğum oyuncu, senarist ya da yönetmenler dizi telaşından yapamadıkları hayallerini gerçekleştirmeye dönüyorlar şimdi. Yurt dışına eğitime gidenler, tiyatro yapmaya karar verenler, beklemeye bıraktıkları sinema projelerini canlandıranlar vs. Kafe ve restoran açan, inşaat sektörüne girenleri saymıyorum bile. İnsanların hayallerini gerçekleştirmeleri güzel ama böyle küsüp giderek değil.
Sanayi Devrimi’nden ders
Sektörün son üç yıldır geldiği nokta bana Sanayi Devrimi’ni hatırlatıyor. Ne olmuştu? 18. yüzyılAvrupa’sında buhar teknolojisiyle başlayan gelişmelerle fabrikalar kurulmaya başlanmış, seri üretime geçilmişti. Madenlerde, fabrikalarda işçiler uyumadan, tatil yapmadan neredeyse 20 saatlere varan çalışma saatleriyle daha fazla üretim için kendilerini yok etme sürecine geldiler. Sonra da film koptu.
Sanayi Devrimi’nin de kötü sonuçlarından sonra çalışma koşulları, iş saatleri ücretleri, iş güvenliği gibi birçok konu çözüldü ama çok cana mal oldu.
Dizi sektöründeki üretim de inanılmaz rakamlara ulaşıyor. Üretim önceki yıllara oranla iki kat arttı ama tüketim çok daha acımasızca artıyor. Eskiden bir dizinin tutmaması haber oluyordu, şimdi tutması. Dizi süreleri, çalışma saatleri de artınca tıpkı Sanayi Devrimi’nin ağır çalışma koşullarına döndü.
Bu gidişle çok canlar yanacak
Bu yangın geminin her yerine sıçrayacak. Tüm dizi sektörü, yayıncılar, yapımcılar, yaratıcılar, reklamverenler, meslek örgütleri vs. bir araya gelip ortak bir çözüm için toplanmalılar.
Tedbir alınmazsa Sanayi Devrimi gibi çok canlar yanacak. Roma dönemi gladyatörleri gibi diğerinin ölümüyle biten mücadele geride kalmalı. Serbest rekabet, yok etme pahasına kuralsızlık değil. Rekabetin de bir kuralı, ilkesi olabilir.
Dizi sektöründe acilen bir ilke ve centilmenlik anlaşması yapılmalı. Hem yayıncı olan kanallar arasında, hem yapımcılar arasında hem de yapımcılarla yaratıcılar arasında.
Dizi sektörü gelecek için umut vaad-
ediyor ama endüstriyelleşmesi için mutlaka bir mezarlığın üzerine kurulması da gerekmez. 18. yüzyıl Sanayi Devrimi’ni tekrar yaşamamıza gerek yok. Yeterince can yandı. Şimdi şapkayı önümüze koyup, dizi katliamını bitirmek için bir ‘Çözüm Sürecini’ başlatmanın zamanı gelmedi mi?
Sinan Biçici