Cengiz Özakıncı‘nın “Dil ve Din” adlı kitabının sonunda sonuç diye bir yazı dizisi vardır, burada kitabın özeti gibi dursa da ne anlamamız gerektiğini belirtmiş toplam 33 maddelik kısmın 21 tanesini yayınlıyorum geri kalan kısmını ise daha sonra yazacağım.


Sonuç,


1)Bin yıldır Türk diline yığılan, Arapça, Farsça sözcükler, gerçek bir gereksinmenin kaçınılmaz sonucu olarak dilimize girmiş olmayıp, uydurma dinsel gerekçelerle kişileri, toplumu kandırarak sokulmuşlardır.
2)Dilimize sokulan her bir Arapça, Farsça sözcük, dilimizde bulunan, kullanıla gelen yerli bir sözcüğü kullanımdan düşürmüş, böylece onun unutulmasına yol açmıştır.
3)Dilimize sokulan Arapça, Farsça sözcükler; dilimizde önceleri bulunan sağlıklı kök türev ilişkilerini yaralamış; dolayısıyla yeni durumların gerektirdiği yeni sözcükleri kendi öz sözlüğümüzden türetmemizi güçleştirmiştir.
4)Bu da öz dilimizi işleyip geliştirmemizi önlemiş, bizlerin sözcük türetme yetimizi körelterek, düşünce üretme ya da yabancılara üretilmiş düşünceleri kendimiz için yeniden üretme olanağımızı kösteklemiştir.
5)Bunun sonucu olarak, ne sağlıklı düşünceler üretebilmiş ne de yabancılara ortaya konmuş düşünceleri kendimiz için yenideen yorumlayarak bunlardan olabildiğince yararlanabilmişiz
6)Bu durum Kur’an’ı bile yeterince anlayamayıp, onu usumuzla kavrayamama, yüreğimizde duyumsayamama sonucunu doğurmuş.
7)En kötüsü de özellikle dinde yanlış anlamalara neden olmuş.
8)Ulusumuzun din ve bilim alanlarında düşünsel gelişimini geriletmiş.
9)Türkçe’nin Arap yazısıyla yazılması da bir gereksinmenin kaçılmaz sonucu olarak değil, bütünüyle yanlış koşullanmanın sonucu olarak benimsenmiştir.Bu, Tanrı buyruğu olmadığı gibi, bilimsel bir gereksinim de değildi.
10)Kullanılan yazı türünün bir olması, uluslar arasında inançsal ayrılıkları önlemediği gibi, eylemsel bir birliği de sağlamaz. Bunun böyle olduğu yaşam deneyimleriyle, binlerce olay da görülmüştür. Latin yazısının da Arap yazısının toplumların birbirlerini boğazlamasını engelleyebilme gibi bir gücü yoktur. Birinci ve ikinci dünya savaşlarında dinleri bir, yazıları, abeceleri bir olan Hristiyan, Latin uluslar birbiri ile savaşmışlardır. Dinlerinin, yazılarının bir olması, birbirleriyle savaşmalarını önleyememiştir. Tıpkı bunun gibi, Müslüman olup tümü Arap yazısını kullanan İran, Irak, Kuveyt, Suudi Arabistan, Suriye gibi ülkeler de birbirleriyle boğazlaşmaktadırlar. Demek oluyor ki bir abece, yazı birliği kurmak, o yazıda birleşen uluslar arasında duygu, düşünce ve eylem birliği oluşturmaya yetmemektedir.
11)Topluca Latin yazısını benimsemek, yeryüzündeki bütün Türk toplumların duygu, düşünce, eylem birliğini gerçekleştirmeye yetmez.
12)Topluca Arap yazısını benimsemek, yeryüzündeki tüm Müslümanların duygu, düşünce, eylem birliğini gerçekleştirmeye yetmez.
13)Uluslar arasında duygu, düşünce, eylem birliği; o ulusların dilleri, dinleri, yazıları başka başka olsa da gerçekleşebilir. Örneğin Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlı-Alman birliği; iki toplumun din, dili yazı ayrılıklarına karşın gerçekleşmiştir. Suudi-Amerikan işbirliği, bu iki ulusun din, dil, yazı ayrılığına karşın gerçekleşmiştir.
14)“Yeryüzündeki bütün Türkler topluca şu ya da bu yazıyı benimserlerse birbirileriyle uyum içinde yaşarlar” düşüncesi yanlıştır. Orhan yazıtlarında taşa kazınmış gerçekler, Türklerin kimi durumlarda birbirlerini yediklerini; aralarında din, dil, yazı birliğine karşın birbirleriyle savaştıklarını belgeliyor.
15)Bir toplumun kullanacağı yazıyı seçmesinde belirleyici olabilecek biricik etken, seçilecek yazının konuşulan dildeki bütün sesleri yeterince gösterip göstermeyeceğidir. Eğer şu ya da bu yazı, konuşulan dildeki bütün sesleri yetkin bir seçiklikte gösterebiliyor ise, o benimsenmeli; göstermiyor ise, o yadsınmalıdır.
16)Arap yazısı Türklerin dilllerindeki bütün sesleri yatkin bir seçkinlikle göstermediği için Arap yazısıyla Türkçe yazmak yadsınmalıdır.
17)Yeryüzündeki hiçbir dil aşağılanamaz ya da ötekilerden çok yüceltilemez. Her dil işlenmeye, gelişmeye, yetkinleşmeye açıktır. Doğası gereği aşağı olan dil ya da yazı yoktur. Geliştirilmesi unutulmuş, bırakılmış dil ya da yazı vardır. Ölmüş denilen ibrani dili, ibrani yazısı; İsrail’in kurulmasıyla yeniden dirilmiş, gündelik konuşma ve düşünce üretme aracı oluvermiştir.
18)Arap yazısı, Arap dili için uygundur, yeterlidir. Ancak Arap yazısı Arap dili için uygun biricik yazı da değildir. Araplar dilerlerse kendi dillerini İbrani, Süryani yazılarıyla da yazabilirler. Çünkü bu yazıda da Arapça sözcükleri yetkinlikle göstermektedir. Tersi de olabilir. Süryanilerle İbraniler, dilerlerse Arap yazısını kullanabilirler, bundan dolayı bir dil-yazı uyumsuzluğu doğmayacaktır.
19)Gelgelelim Türkler, Arap, İbrani, Süryani yazılarını kullanarak Türkçe yazamazlar. Çünkü bu yazılar, Türklerin konuşmalarındaki bütün sesleri yetkin bir seçiklikle gösteremezler. Bu yazıların doğası, Türk dilinin doğasına uymuyor.
20)Yazı türü, abece seçimi, dinsel bir ayırım konusu değil, yalnızca dilsel bir gereksinim konusudur.
21)Arap yazısının Türk dilindeki lehçe(ağız) ayrılıklarını yansıtmayan birleştirici bir yazı olduğu savı doğru değildir. Sözcüklerin söyleniş başkalıklarını göstermeyecek yazı, ancak “çizge (resim) yazı”dır. Arap yazısı değil fakat çin yazısı bu nitelikte sayılabilir. Bugün Çin’dekonuşulan Çin lehçeleri arasındaki başkalıklar, iki Çin’li arasındaki çevirmen gerektirecek ölçüde büyüktür; ayrı lehçeleri konuşan iki Çinli, birbirleriyle ancak bir çevirmen aracılığıyla anlaşırlar. Gelgelelim Çin yazısı bir “çizge (resim) yazı” olduğundan, lehçesi ayrı iki Çinli konuşarak birbirleriyle anlaşamasalae dahi, yazıştıklarında anlaşabilmektedirler. Çünkü yazdıkları, ses göstergesi olmayıp, çizge (resim)dir. Arap yazısı, bir “çizge (resim) yazı” olmayıp ses göstergelerinden oluşan bir sesçil yazı olduğu için, başka lehçelerin tek yazılışa indirgenmesi gibi bir sonuca yol açmıyor.


22)Din görevlisi Türkler Arap yazısıyla Türkçe yazmayı savunacaklarına, Türkçelerini koruyup, ana dillerine ek olarak Arap dili öğrenebilirlerse, yurtlarına uluslarına daha yararlı bir iş yapmış olurlar.
23)Ana belgeleri, buyrukları Arap dilinde Arap yazısıyla yazılı olan Müslümanlığı yetkin düzeyde kavrayabilmek için, Arapça öğretileri en yetkin bir düzeyde Türkçeye çevirmek gerekmektedir.
24)Dilimize geçen Arapça sözcüklerin, bugün bizim dilimizde yüklenmiş oldukları anlam başkadır. Dolayısıyla, Kur’an’ın ya da öteki Arapça yazılı dinsel belgelerin Türkçeye çevirisinde, o Arapça belgelerde karşımıza çıkan bizim bugün dahi kullandığımız sözcükler, kesinlikle yapılan çevirilerde kullanılmamalıdır. Kur’an’da geçen, örneğin “hamd” sözcüğünü, “Bu nasıl” olsa bizim dilimizde bugün de yaşıyor,” diyerek olduğu gibi çeviriye yazarsanız, yaptığınız çeviri, çeviri değil, deviri olur. Kur’an çevirmiş değil, çam devirmiş olursunuz. Cumhuriyet döneminde yapılan bütün Kur’an çevirileri, bu bakımdan birer “çam devrileri ‘dir.
25)Kur’an çevirmek, anlambilim (semioloji), kalıtbilim (arkeoloji), dilbilim, kökenbilim (etimoloji), Samioloji (Sami dilleri bilimi), Arapça, İbranice, Ortadoğu dinleri, Kuzeydoğu Afrika, eski Mısır, Güneydoğu Anadolu, Bizans konularında uygarlık bilgileri, insan bilim(Antropoloji) vb. gibi pek çok bilim dalının uzmanlarının uyum içinde, bilgi alış verişi içinde çalışacakları bir ortamı gereksinir: Bugüne dek yapılan çevirme, anlamlandırma çalışmaları, bu çalışmayı yapanların derme çatma bireysel eğilimleriyle, saydığımız bilimsel alanlardaki tarihsel bulguların çoğundan yoksun olarak yapılmıştır. Kişilerin iyi dilekleri, iyi istençleri yetkin bir çeviri yapmak için tek başına yeterli değildir.
26)En önce, şimdiye dek yapılmış çevirilerin dilbilimsel eleştirileri yapılmalıdır. Çeviri eleştirisi, Kur’an eleştirisi değildir. Tersine, Kur’an’ın daha doğru anlaşılması için gereklidir.
27)Yapılacak çeviri eleştirilerinin ve eleştiri eleştirilerinin oluşturacağı bilgi birikimi, Kur’an’ın daha doğru anlaşılması için gelecekteki olası çevirilere ışık tutacaktır.
28) “Çevirilerde yanlışlar var” deyip de bu yanlışların neler olduğunu tek tek göstermeyen kişi, Tanrı katında sorumludur. Bir şeyin yanlış olduğunu bilen kişi, o şeyin doğrusunu da biliyor demektir. Kişi gördüğü yanlışı, ya eliyle ya diliyle düzeltir. Bildiği doğruyu ortaya koyar.
29)Kur’an çevirilerini yanlışlardan arındırma çabası, öncelikle Türk dilcilerinin (dincilerin değil!) en başta gelen görevleridir. Çünkü, çeviri dilsel bir olaydır. Dinsel uzmanlıktan öte, dilsel uzmanlık gerektirir.
30)İncil’in Almancaya çevirisi nasıl Alman dilini de geliştirmişse, kimi sözcüklere kavram yüklenmesi yoluyla, Alman dili kavramsal bir yeterliliğe kavuşmuşsa; tıpkı bunun gibi, Türk dili de Kur’an’ın Türkçeye yetkin düzeyde çevrilmesi çabalarındaki tutkunun yüksekliği ölçüsünde, yabancı sözcüklerden arınacak, Türkçe sözcüklere kavram yüklenerek, dil işlenip geliştirilecektir.
31)Sözde dinsel kaygılarla bozulan dilimiz, özlü dinsel kaygılarla yeniden sağlığına kavuşacaktır.
32)Türk dili arındıkça, Türkler Müslümanlığı daha aydınlık bir bakışa kavrayacak, dini yanlış anlamaktan doğan kimi düşüncel, toplumsal, bireysel geriliklerimiz, böylece onarılacaktır.
33)Kur’an öğretisinde Tanrı, bizleri yanılgılarımızda uyaran, bizlere doğru yolu gösteren, yanlışlardan arınmayı tüm benliğiyle özleyen kullarını arındıran, ışığına yöneltendir. Tanrı, Müslümanlığı “atasından kendine kalmış bir gelenek olarak yalnızca biçimsel törenlere indirgemiş olan” tüm kullarını aydırmayı ve onlara sözlerinin özünü kavratmayı dilerse; buna kim engel olabilir? Tanrı dilediğini yapandır…