Sultan Abdülhamid Hân'ın irtihal ettiği havadisi ilk defa gazetelerden öğrenildi. Cenazesi Topkapı Sarayı'na getirilmek üzere Beylerbeyi Sarayı'ndan alındı. Cenazenin önünde Beylerbeyi Sarayının muhafızı, yanlarında iki sıra asker, etrafında Enderûn-ı Hümâyun ağaları, saray erkânı, arkada Şehzade Selim Efendi, damat paşalar mahzun ve müteessir ilerliyorlardı. Hademeden biri elinde bir fes taşıyordu. Fesin üzerinde beyaz bir mendil örtülmüştü. Bu, Sultan Abdülhamid-i Sânî'nin fesi idi. Cenaze, Hırka-i Saâdet'in yeşil ve yaldızlı kapısından el üzerinde içeri girdi.
Ne münevver, ne ulvî, ne ihtişamlı bir dâire idi burası. Osmanlı hanedanının hilâfet namına inşâ eylediği en bediî, en mutantan, en parlak bir mekandı. Duvarlar mavi ve yeşil çiniler, altın yaldızlı levhalarla müzeyyendi.

Teneşirin etrafında, ikisi yeşil, ikisi beyaz sarıklı, dört hoca, ellerinde sarı lifler, misk sabunları, ihtiramla nâ'şı yıkıyorlardı. Sultan Abdülhamid'in beline doğru beyaz bir kefen örtülmüştü. Vücudunda uzun bir hastalığın zaafı, renginde ölüm sarılığı yoktu. Fildişinden, câmid bir cisim gibiydi. Saçı sakalı ağarmıştı. Uzun ve siyah kaşlarının vaz'ında melal ve teessür vardı. Saçları alnına doğru biraz dökülmüştü. Sakalı bembeyazdı. Yüzünde ihtiyarlık alâmeti, fazla buruşukluk yoktu. Heyet-i umûmiyesi sevimli idi. Nihayet nâşın yıkanması bitti ve Sultan Abdülhamid'in naşı hürmetle tabuta indirildi.


Sultan Abdülhamid, son ana kadar kendini kaybetmemişti. Hatta vasiyet etmişti; göğsüne ahidnâme duası konacak, yüzüne Hırka-i Saadet destimali, siyah Ka'be örtüsü örtülecekti. Bu vasiyyet harfiyyen icra edildi.

Saat dokuz. Hırka-i Saadet kapısının önünde sırmalı üniformaları, kalpakları ve şapkalarıyla sefirler ve zabitler bekliyorlardı. Ecnebiler bu muazzam dâireyi merak ve hayretle seyrediyorlardı. Ulemâ, arkalarında geniş kollu, göğsü sırmalı yeşil ve mor libaslar, sarıklarında sırmalar, hürmetle istikbal ediliyordu. Hırka-i Saadet dâiresinin kapısı birdenbire açıldı, tabut parmaklar üzerinde, mehîb ve muhteşem, dışarı çıktı. Hırka-i Saadet kapısı önüne yüksek bir mevkiye konuldu. Hamîdiye Câmii'nin kürsü şeyhi, sırmalı yeşil esvabı, göğsünde nişanı ile taşın üzerine çıkıp, sordu:

- Merhumu nasıl bilirsiniz? Hazîn, müteessir birçok ses aksetti:
- İyi biliriz. Tabut, Babü's-Saâde önüne getirildi. Cenaze namazı burada kılındı.

Alay burada tertip edilecekti. Şehzâdegân, ayan, meb'usan, erkân-ı devlet, süferâ, ümerâ, saray ağavatı (ağaları) toplanmışlardı. Piyade efradı, silahları omuzlarına asmışlar, kemâl-i sükûnetle yürüyorlardı. Tabutun önünde Şazelî dergâhı dervişleri gidiyordu. Tabutu taşıyanlar Enderûn-i Hümayun ağaları ve saray erkânıydı. Tabut Babü's-Saâde'den orta kapıya kadar, serviler arasından, yavaş yavaş ilerledi. Hazin bir tehlil ile orta kapıdan çıktı. Enderûn-i Hümâyun ağaları, salât okuyorlardı. Önde, Şâzelî dergâhı şeyhlerinin hüzünlü bir Arap lahni ile okudukları Kelime-i Tevhîd, tekbirler ve naatlar işitiliyordu. Orta kapı ile, Bâb-ı Hümâyun arasına Alman zabitlerin otomobilleri dolmuştu.

Cenaze Bâb-ı Hümâyun'dan çıktı. Sokaklar insandan görülmüyordu. Ayasofya önünden Sultan Mahmud Türbesi'ne kadar caddeye iki sıra asker dizilmişti. Ağaçlar, evler, pencereler, damlar kadınla, çocukla dolmuş, tramvaylar durmuştu. Cenazeyi görenler, müteessir oluyorlardı. Evlerin pencereleri kadınlarla dolu idi. Bir hanım, hıçkırıklarını zaptedemiyor, başını duvara dayamış ağlıyordu. Tabut türbe kapısından içeri girdi. Sultan Abdülhamîd, hürmet ve tekrim ile kabre indirildi. (Ahmed Refik)