Toplumdaki güçsüzleri güçlüler karşısında koruyarak gerçek eşitliği, yani sosyal adaleti ve toplumsal dengeyi sağlamaklatır.
1. Eğitim Görevi
İnsanlar, haklarını isteyebilmek onlara saygılı davranılmasını beklemek ve onları koruyabilmek için, onların ne olduğunu ve nasıl kullanılabileceğini bilmelidirler.
2. Yasama Görevi
Meclis, yasa çıkarmakla görevlidir. Yasaların çıkması sonucu, insan hakları eğitimi ve insan haklarının korunması ile ilgili organ ve görevlilerin görevleri belirlenir.
Kaynakwh webhatti.com:
3. Yürütme Görevi
Yürütme yetkisini cumhurbaşkanı, hükümet ve onların yetki verdiği yönetici ve memurlar kullanır. Devletin yürütme organı, hakların çiğnenmesini engeller.Kaynakwh webhatti.com:
4. Yargı Görevi
Devlet, yargı görevini, mahkemeler eliyle kullanır. Haksızlığa uğrayanlar mahkeme yoluyla kendilerini savunup haklarını arayabilirler. Yargıcın verdiği kararlar, değişikliğe uğramadan uygulanmak zorundadır.
5. Devletin Kişi Özgürlüklerine İlişkin Görevleri
Devletin vatandaşa karşı öncelikli görevlerinden birisi; kişinin bedensel ve ruhsal varlığının gelişmesi için gerekli şartları hazırlamaktır. Devletin kuruluş amacı da, vatandaşlarının mutluluğu için çalışmaktır. Herkesin, kendini koruyan devlete saygılı, kendini barındıran topluma uyma ve onu geliştirme görevi vardır.
Sosyal Devlet Nedir ?
Sosyal devlet, hukuk devletinin ileri aşamasıdır. Ancak, Anayasanın 2. maddesindeki sıralama izlendiği için, önce sosyal devlet kavramı incelenecektir. Çok kısa tanımıyla sosyal devlet, toplumdaki güçsüzleri güçlüler karşısında koruyarak gerçek eşitliği, yani sosyal adaleti ve toplumsal dengeyi sağlamakla yükümlü devlettir.
Sosyal devletin, hukuk devletinin ileri aşaması olması şu anlama gelmektedir: Hukuk devleti, bireylerin özgürlüğünü amaç edinen bir devlet sistemi olarak kabul edilir. Sosyal devlet ise, ekonomik, sosyal fiziksel yönden güçsüz oldukları için hak ve hürriyetleri kullanamayacak durumda olanların, özgürlüklerden yararlanmalarını, insan onuruna yakışır düzeyde yaşamalarını sağlamaktadır. Anayasanın Başlangıcında açıklanan, doğuştan onurlu bir hayat sürdürme, maddi ve manevi varlığını bu yönde geliştirme hak ve yetkisinin kullanılmasına Devlet, sosyal adalet gereklerince imkan sağlamakla yükümlüdür. Sosyal devlet, Batı Demokrasisinin özgürlükçülüğüne eşitlikçiliği katma çabalarıyla gelişmiştir. Ondokuzuncu yüzyılın bireyci ve liberal anlayışı, insanı soyut bir varlık, felsefi bir kurgu konusu olarak ele alıyordu. İnsanın toplum içinde karşılaştığı çeşitli durumların yarattığı gereksinim ve zorlukları dikkate almayan bu anlayışa göre devlet, kişilere tanınan yapmak ya da yapmamak hakkına saygı duyacak, onu çiğnemeyecek, sadece denetlemekle yetinecektir.Böyle olunca hukuk devleti ilkesinin asli amacı, egemenlik veya egemenliği kullananlara karşı klasik kişi hak ve özgürlüklerini korumak, egemenliği sınırlamak olarak belirmiştir. Hukuk devleti, bireylerin özgürlüğünü amaç edinirken, sosyal devlet, insanların ve toplumun refahını, sosyal adaleti, sosyal güvenliği amaçlamaktadır. Sosyal devlet ilkesi, sosyal adaletin, toplumsal dengenin sağlanması için devletin müdahalesini gerektirir. Ancak şunu unutmamak gerekir, sosyal devlet ve hukuk devleti ilkelerini birbirinden ayırmak mümkün değildir. Sosyal devlet aynı zamanda hukuk devleti olmalıdır. Günümüzde, sosyal güvenlik ve sosyal adalet olmaksızın kişiliğin korunmasından ve özgürlüğünden söz edilemez. Bu nedenledir ki Anayasa, devletin sosyal bir hukuk devleti olduğunu belirtmektedir.
Anayasa Mahkemesi de bu düşünüşle sosyal devleti hukuk devletiyle birlikte ele almaktadır: “Sosyal devlet tanımlamasının, Anayasanın başlangıç kısmının sekizinci paragrafında açıklanan, doğuştan sahip olunan onurlu bir hayat sürdürme, maddi ve manevi varlığını bu yönde geliştirme hak ve yetkisinin kullanılmasının, devletin sosyal adalet gereklerince olanak sağlama yükümlülüğünü anlattığı anımsanırsa, sosyal devletin hukuk devletinin ileri bir aşaması olduğu anlaşılır. Anayasa, sosyal ve ekonomik haklar ve ödevler konusunda devleti öncelikle görevlendirmiştir.Sosyal devletin daha önce yapılan kısa tanımı, hukuk devleti tanımıyla birlikte ele alınınca sosyal hukuk devletinin gerekleri açıklanmış olur. Toplumsal gereklere ve toplum yararına öncelik veren, güçsüzü güçlüye karşı koruyarak toplumsal dayanışmayı üstün düzeyde gerçekleştirip dengeyi kuran devletin, hukuk içinde kalarak ve hukuka özenle uyarak yasal düzenlemeler yapması, barış ve mutluluğu sağlaması özlenen en çağdaş görünümdür. ”
Sosyal devletin tanımına baktığımızda, sosyal devletin şu özellikleri taşıması gerektiğini görüyoruz:
1. Güçsüzleri, Güçlülere Karşı Korumak
Sosyal devlet anlayışını doğuran temel gelişmelerden birisi sanayi toplumuyla birlikte, ekonomik dengesizliklerin, çalışan-işveren çatışmalarının toplumsal barışı bozmasıdır. Ekonomik bakımdan güçsüz olanları korumak, sosyal devletin başta gelen görevlerinden biri olmuştur. Sosyal devlet, emek-sermaye ilişkilerini dengeli olarak düzenler, özel girişimin de güvenlik ve kararlılık içinde çalışmasını sağlar.
Ayrıca çalışanların insanca yaşaması için sosyal, ekonomik ve mali önlemler almakla yükümlüdür. Anayasa, özel girişim özgürlüğünü tanımış (m. 48); çalışanların hayat seviyesini yükseltmeyi, çalışanları korumayı, işsizliği önlemeyi, çalışma barışının sağlanmasını devletin görevleri arasında saymıştır (m. 49). Ayrıca Anayasanın 50. maddesine göre, kimse yaşına, cinsiyetine ve gücüne uymayan işlerde çalıştırılamaz.Küçükler ve kadınlar ile bedeni ve ruhi yetersizliği olanlar, çalışma şartları bakımından özel olarak korunurlar. 50. madde, çalışanların dinlenme hakkına sahip olduklarını da belirtmektedir. İşçilerin sendika ve grev hakları, ekonomik güçsüzüğü dengeleyici mekanizmalardır. Bu arada devlet memurları ve diğer kamu görevlilerinin, devlet gücü karşısında korunmalarının da sosyal devlet ilkesinin gereği olduğunu unutmamak gerekir. Güçsüzlük sadece ekonomik güçsüzlük olarak anlaşılmamalıdır. Yaşlıların, gençlerin, çocukların, özürlülerin, öğrencilerin ve kadınların korunması, sosyal devletin görevlerindendir. Anayasa, ailenin huzur ve refahının sağlanması, ananın ve çocuğun korunması için gerekli önlemlerin alınmasını öngörmektedir (m. 41). Devlet maddi imkanlardan yoksun öğrencileri, özürleri nedeniyle özel eğitime ihtiyacı olanları eğitmekle yükümlüdür (m. 42). Ayrıca gençleri, yaşlıları, özürlüleri, korunmaya muhtaç çocukları korumak, şehitlerin dul ve yetimlerini, malül ve gazileri insanca yaşatmak devletin görevidir (m. 61). Anayasa, herkesin sosyal güvenlik hakkına sahip olduğunu hüküm altına almıştır (M. 60). Bu hak, Devlete, insanların yaşlılık, sakatlık, hastalık gibi durumlarda güvende olmalarını sağlama yükümlülüğünü getirmektedir. Tüketicilerin korunması da sosyal devlet ilkesinin bir diğer gereğidir.
Anayasa, ekonomik, sosyal ve kültürel kalkınmanın planlanmasını (m. 166); para, kredi, sermaye, mal ve hizmet piyasalarının düzenli işlemesini sağlamayı, tekelleşmeyi önlemeyi (m. 167); tüketicilerin, esnaf ve sanatkarların korunmasını (m. 172), kooperatifçiliğin gelişmesini sağlamayı (m. 171) devletin görevi olarak düzenlemiştir.
2. Sosyal Adaleti ve Toplumsal Dengeyi Sağlamak
Yukarıda bahsedilen, güçsüzü korumak görevine bağlı olarak sosyal adalet ve toplumsal denge, bir başka söyleyişle gerçek eşitlik sağlanacaktır.
3. Özgürlüklerin Gerçekleşmesi İçin Maddi Olanak Sağlamak
Bireylere özgürlüklerin tanınması, özgürlüklerin kullanılması için her zaman yeterli olmamaktadır. Örneğin eğitim öğrenim hakkını kullanabilmek, ekonomik güç gerektirir. Sosyal devlet, kişi hak ve hürriyetlerinin kullanılması için gereken maddi ve manevi koşulları sağlamalıdır. Anayasanın 5. maddesine göre, devlet, kişinin temel hak ve hürriyetlerini, sosyal hukuk devleti ve adalet ilkeleriyle bağdaşmayacak surette sınırlayan, siyasal, ekonomik ve sosyal engelleri kaldırmaya, insanın maddi ve manevi varlığının gelişmesi için gerekli şartları hazırlamaya çalışmalıdır.
4. Hukuka Uygun Davranmak
Sosyal devletin var olabileceği ve gelişeceği ortam hukuk devletidir. Toplumsal denge kurulurken, hukuk sınırları içinde kalınmalı, hukuka özenle uyulmalıdır. Günümüzde, gelişmiş ülkelerdeki akımın etkisiyle, ülkemizde sosyal devlet ilkesinin gerekliliği tartışılmaya başlanmıştır. Ekonomik liberalizm, devletin küçülmesi düşünceleri, kamu hizmeti anlayışını değiştirmiş, kamu hizmetlerinin bedelsizliği esasını ortadan kaldırmıştır. Bu gelişme, herşeyden önce Anayasaya aykırıdır. Anayasada Türkiye Cumhuriyeti’nin sosyal bir hukuk devleti olduğu açıkça yazılı olduğu sürece, sosyal devlet ilkesine aykırı kamusal işlem ve eylemde bulunulamaz. Ayrıca, gelişmiş ülkelerin sosyal güvenlik sistemini ve yaşam standardını yakalayamamış olduğumuz unutulmamalıdır. Örneğin, İngiltere’de sağlık hizmetleri ücretsizdir.
İşsiz bir insana ödenen işsizlik sigortası, ülkemizde bir çok çalışandan daha iyi bir yaşam sürmeye yetmektedir. Fransa, kendi yurttaşı olmayanlara dahi kira yardımı yapmaktadır. Avrupa’daki sosyal devlet standardının çok uzağında olan Türkiye’de, Avrupa’da ileri sürülen gerekçelerle, sosyal devlet ilkesini tartışmak anlamsızdır.
Devletin Fonksiyonları:
Devlet ve Milli Savunma
Üzerinde yaşadığımız dünyada, insanlar belirli topluluklara üyedirler. Bunların en temeli ailedir. Sonra, genelde çok daha zayıf olmak üzere, komşuluk, aşiret, hemşerilik, etnik köken gibi bağlar gelir. Ancak tüm bu kimliklerin, özellikle siyasi yönden en önemli olanı milli kimliktir. Bir diğer deyişle insanın hangi milletten olduğu sorusudur. Çünkü dünya üzerindeki siyasi otoriteler (devletler) millet esasına göre birbirlerinden ayrılırlar. Almanya Alman Milleti'nin ülkesidir. Fransa Fransızlar'ındır. Türkiye ise Türk Milleti'nin yurdudur.
Dünya üzerindeki siyasi rekabet ve çatışmalar da yine millet esası üzerinde gelişir. Aynı durum siyasetin bir uzantısı sayılan savaş için de geçerlidir. Almanya, Alman Milleti'ni dünyaya hakim kılmak rüyasıyla II. Dünya Savaşı'nı başlatmıştır. Türkiye ile Yunanistan arasındaki siyasi dengeler, iki milletin ulusal çıkarlarına göre şekillenmektedir.
Dünyanın bu şekilde, yani ülkeler arası siyasi dengeler üzerine kurulu oluşu, her insanı da içinde yaşadığı ülkenin çıkarlarına göre düşünmeye mecbur kılar. Hiç kimse, "Tek önemli olan ben, şirketim ve ailemdir, gerisi önemli değil" diyemez, çünkü ailesinin ve kendisinin geleceği, içinde yaşadığı ülkenin geleceğine bağlıdır. Eğer düşman bir ülke kendi yaşadığı ülkeyi işgal ederse, kendisi, şirketi ve ailesi de bundan büyük zarar görecektir. O, içinde yaşadığı ülkenin bir ferdidir ve mutlaka ülkesinin gücüne ve bağımsızlığına taraftar olmak zorundadır.
Devletin ne kadar zorunlu bir kurum olduğu da bu noktada açıkça ortaya çıkar. Çünkü bir ülkeyi ayakta tutacak olan yegane kurum devlettir. Ülkenin milli güvenliğinden sorumlu olan yegane otorite odur. Milli savunma için ordu oluşturan, bu orduyu ayakta tutan ve güçlendiren kurum devlettir. Elbette hiçbir özel sektör kuruluşu ya da sivil toplum örgütü kesinlikle böyle bir rol oynayamaz.
İşte bu nedenle, bir ülkede yaşayan her birey, devletinin güçlenmesine ve yücelmesine taraftar olmak zorundadır. Devleti zayıflatacak bir hareket içine giriyorsa, kendisinin, ailesinin ve sevdiği diğer herkesin aleyhinde hareket ediyor demektir. Eğer bir başka devlete hizmet etmeyi hedefliyorsa, o zaman ismi "vatan haini" olur.
Devlet ve Toplumsal Güvenlik
Güçlü bir devletin varlığı, sadece milli savunma için değil, aynı zamanda ülkenin kendi içindeki güvenlik ve huzurun tesisi için de zorunludur.
Anarşizm yanılgısından söz ederken, devletin zayıfladığı bir ortamda her türlü suçun kolaylıkla işlenebileceğini, çünkü "suç"u tanımlayacak ve engelleyecek bir otoritenin kalmayacağını söylemiştik. Bu konuyu biraz daha detaylandırabiliriz.
Öncelikle devletin otoritesini yitirdiği ve bunun sonucunda emniyet teşkilatının ortadan kalktığı bir ortam düşünelim. Böyle bir ortam, suçluların her türlü suçu kolaylıkla işleyebilecekleri, dürüst vatandaşların ise her türlü tecavüzün hedefi haline gelecekleri korkunç bir toplum düzeni oluşturacaktır. Muhtemelen güvenlik için devlet yerine "özel sektör"e başvurulacak, yani mafyavari çeteler oluşacak ve vatandaşlar bunlara para ödeyerek güvenlik elde etmeye çalışacaklardır. Ancak bu mafyavari çetelerin başıbozuk ve suça eğilimli kişilerden oluşması kaçınılmazdır. Bir süre sonra bu kez bu örgütlenmeler vatandaşlara karşı tecavüzlerde bulunacaklar, bu çetelerin aralarında çatışmalar, iç hesaplaşmalar yaşanacaktır.
Polis teşkilatının ortadan kalkması kadar vahim bir başka gelişme ise, adli sistemin çökmesidir. Devletin otoritesini yitirmesi durumunda mahkemeler de ortadan kalkacak, savcılar ve hakimler çalışmayacaktır. Böyle bir durumda toplumdaki hiçbir hukuki anlaşmazlık çözülemez. Adaletle hükmedecek ve bu hükmü uygulatacak bir mekanizma olmadığı için, her türlü haksızlık, hakka tecavüz ve suistimal kolaylıkla uygulanır hale gelir. Eğer yine "özel sektör" eliyle mahkemeler kurulsa bile, bunların yine mafyavari mekanizmalar olacağı, kendilerine daha çok para veren tarafı haklı çıkarmak için uğraşacakları açıktır. Çünkü özel sektörün temel amacı kar etmektir ve kendisine daha fazla kar sağlayan uygulamaya yönelmesi kaçınılmazdır.
Sonuçta devlet otoritesinin zayıflamasının toplumsal güvenliği, düzeni ve huzuru tamamen yok edeceği açıktır. Böyle bir durumda ülke, içinde yaşanılmaz bir kaos ortamına girecektir.
Devletin Toplumsal Hayattaki Kaçınılmaz Rolü
Güçlü bir devlet, sadece güvenliğin değil, toplumun genel refahının sağlanması için de zorunludur. Buna örnek olarak iki alanı ele alabiliriz: Sağlık ve eğitim.
Hastaların tedavisi işini üstlenen kurumlar, hastanelerdir. Bir toplumun sağlık sorununa çözüm bulunması için de mutlaka devlet hastahanelerinin var olması gerekir. Elbette günümüzde özel sektör tarafından açılmış çok sayıda hastahane de bulunmaktadır. Ancak bir noktaya dikkat etmek gerekir: Özel sektör her zaman için kar amacını güder. Dolayısıyla özel sektörün tüm bir toplumun sağlık sorununa çözüm getirmesi imkansızdır. Fakir insanlar hiçbir zaman özel hastahanelerden yararlanamazlar ve mutlaka devletin kurduğu ve kendilerine yardımda bulunacak hastahanelere ihtiyaç duyarlar. Dahası, aşı kampanyaları, toplu sağlık taramaları gibi toplumsal hizmetleri gerçekleştirecek olan yegane otorite de devlettir. Kar amaçlı hiçbir özel kurum, ilkokul çocuklarını salgın hastalıklardan korumak için yurt çapında aşı kampanyası düzenlemez ya da ülkenin ücra köşelerine sağlık hizmeti götürmez.
Toplumun refahı ile ilgili ikinci önemli konu ise eğitimdir. Eğitim de yine sağlık gibi kısmen özel sektör tarafından üstlenilebilir, ama bu durumda yine özel sektörün kar talebini karşılayamayacak olan yoksul kesimler eğitim imkanından yoksun kalacaktır. Eğitimin tüm yurtçapında, büyük kentlerden uzak köylere kadar yayılması da yine ancak devlet sayesinde mümkün olur. Eğer devletin eğitim sistemi işlemese, özel sektör için karlı olmayan tüm yerleşim birimleri eğitim şanslarını yitirecektir.
Devletin varlığı, eğitimin eşit ve standart olması için de zorunludur. Eğer eğitim devletin belirlediği standart bir müfredata göre şekillenmese ve tümüyle özel kişilerin denetiminde olsa, toplum kısa sürede kamplara ayrılabilir. Komünistler komünist ideolojiyi telkin eden okullar açabilir. Irkçılar, çocuklarını birer ırkçı olarak yetiştiren okullar kurabilir. Bu şekilde kısa zamanda toplum birbirine tümüyle yabancı ve düşman bireylerden oluşabilir. Toplumun birliğinin korunması ve birarada yaşamayı mümkün kılan ortak bir kültürün gelişmesi için, mutlaka devlet tarafından belirlenen standart bir eğitim uygulanmalıdır. Farklı kültürel gruplara ya da mesleki eğitim taleplerine özel okul statüleri tanınabilir, ama bu özel statü de yine müfredatın temel çizgilerine bağlı kalmalıdır.
Kısacası bir toplumun eğitim ve sağlık gibi en temel gereksinimleri, ancak güçlü bir devletin müdahale ve kontrolü ile karşılanabilir.
Devletin Ekonomik Hayattaki Kaçınılmaz Rolü
19. yüzyıl, çok sayıda düşünürün masabaşında teoriler ürettiği bir dönemdi. Liberalizm ve Marksizm gibi iki farklı sosyal teori bu dönemde ortaya çıktı. Her iki teorinin de ortak özelliği, tecrübelere değil soyut fikirlere dayalı olmasıydı. 20. yüzyılda ise bu fikirler uygulamaya kondu ve ortaya birtakım somut tecrübeler çıktı.
Marksizm'in bu tecrübeler sonucunda çökmüş olduğu açıktır. Devletin önce şiddet yoluyla ele geçirilmesini, sonra tüm ekonominin devlet kontrolüne alınmasını ve uzak bir gelecekte de devletin tümüyle lağvedilmesini savunan bu teorinin, gerçeklerle uyuşmayan ve son derece verimsiz bir ekonomik model ortaya koyduğu aşikardır. Sovyetler Birliği'nin merkezi planlamaya dayalı ekonomik modelinin çökmesi, mutlak devletçiliğin yanlış bir ekonomi politikası olduğunu ve ekonominin ancak özel sektörün rolüyle verimli hale geleceğini ortaya koymuştur.
1929 Bunalımı, dünya ticaretinin gerilemesine, toplumların gelir ve refah seviyelerinin düşmesine neden olmuş, ve milyonlarca insanı işsiz bırakmı ştır. En alttaki resimde, o dönemde iş bulmak için kuyrukta bekleyen insanlar görülmektedir.
Ancak bu kadar dikkat çekmeyen bir diğer önemli gelişme, 20. yüzyıldaki tecrübelerin 19. yüzyıl liberalizmini de bazı yönlerden haksız çıkarmasıydı. 19. yüzyılda yaşamış liberal ekonomi savunucuları, 18. yüzyıldaki İngiliz iktisatçı Adam Smith'in yolunu izleyerek, "en iyi devlet, en az müdahale eden devlettir" demişlerdi. Devletin ekonomik hayata hiç müdahale etmemesini ve tüm ekonominin özel girişimin denetiminde olması gerektiğini savunmuşlardı.
Devletin tümüyle dışlandığı bu ekonomi modeli 19. yüzyılın sonlarından 20. yüzyılın ilk çeyreğine kadar başta ABD olmak üzere çoğu Batı ülkesinde kabul gördü. Ancak 1929 yılında patlak veren ve "Büyük Buhran" olarak bilinen dev ekonomik kriz, bu modelin yanlışlığını gözler önüne serdi. Büyük Buhran, New York borsasında başgösteren ve sonra da oradan tüm dünyaya yayılan bir panikle doğmuştu. Dünya ekonomisini yıllar yılı kitleyen bu kriz, dünya ticaret hacminin büyük ölçüde daralmasına, toplumların gelir ve refah seviyelerinin düşmesine, milyonlarca insanın işsiz kalmasına neden oldu.
Büyük Buhran'ın ortaya koyduğu en önemli sonuçlardan biri, devletin tümüyle ekonominin dışına itilmesinin son derece zararlı bir uygulama olduğuydu. Nitekim Büyük Buhran'ın ardından gelişen "Keynes Modeli" ekonomik sistem, devletin gerekli durumlarda ekonomiye müdahale etmesi, kimi zaman da yatırımlarla ekonomiyi yönlendirmesi gerektiğini kabul etti. Çoğu devlet de Keynes Modeli'ni uygulayarak Büyük Buhran'ın tahribatını düzeltebildi.
Bugün için de geçerli olan ekonomik model, özel sektörün lokomotif görevi gördüğü, ama devletin denetimi ve yönlendirmesi ile işleyecek bir ekonomik modeldir. Devletin başta altyapı yatırımları olmak üzere ekonominin bazı alanlarına el atması zorunludur. Ayrıca özel sektör için karlı olmayan, ama toplumun genel refahı açısından gerekli olan bazı hizmetlerin yerine getirilmesi için de yine devletin müdahalesi zorunludur. (Örneğin posta hizmeti dünyanın hiçbir ülkesinde karlı değildir, ama toplumun yararı için devlet tarafından yürütülür.) Aynı şekilde bir ülkenin stratejik güvenliğini ilgilendiren ekonomik meselelerin de devlet tarafından düzenlenmesi gerekmektedir.
Özetle, bir ülkenin refahı için ekonominin devlet tarafından denetlenmesi, yasalarla düzenlenmesi, kimi zaman da doğrudan devletin müdahalesi ile yönlendirilmesi zorunludur. Devletin bunları yapabilmesi için de elbette güçlü olması gerekmektedir.