Toplumsal olaylarda aslında çok aşina olduğumuz ama bir türlü adlandıracak kadar uzaktan bakamadığımız bazı olgular vardır ki, alttan alta değil, aslında ayan beyan etkilemektedir olayları, algılamaları, davranışları, hisleri, ilişkileri, siyaseti ve hatta dünyayı. Bazı soruların cevapları ise bu olguları anlamadan verilemez. Örneğin, neden bazı toplumlarda bireyler kendilerini daha ziyade bağlı oldukları cemaatlerle, gruplarla, uluslarıyla tanımlarlar da, bazı topluluklarda bu çok yoğun olarak görülmez... Neden bazı toplumlar kolayca hareketlenip bir ideoloji, lider ya da olgu etrafında kenetlenebilir de, bazıları ancak gerçekten savaş ya da benzer bir tehlike ortaya çıktığında refleks gösterir... Kuşaklar öncesinde yaşanan toplumsal olaylar, nasıl olur da o olayları hiç yaşamamış bireylerde, sanki kendilerinin başına gelmiş gibi canlı duygular uyandırabilir... Ya da kilometrelerce uzakta yaşayan grup üyeleri, nasıl olur da hiç tanımadıkları, muhtemelen hiç görmeyecekleri diğer grup üyelerinin rahatsızlıklarına sanki kendilerinin başına geliyormuş gibi tepki gösterirler de, başka gruptaki bireylerinin acılarına duyarsız kalıp acımasız olabilirler... Bazı grupların kurgusal ya da baştan verili inançları –gerçekliğe ne kadar uzak olursa olsun- nasıl olur da bireylerin sorgusuz sualsiz kabullenip ona göre davranmalarına neden olur... Dünya üzerindeki iki ulus arasında ortaya çıkmış bir çatışma, askerî, siyasi, ekonomik, hukuki önlem ve müdahalelere rağmen, neden kolayca çözümlenemez ve yıllarca canlılığını korur... Çözümlense bile, nasıl olur da daha sonraki ufak bir kıvılcımla, sanki her zaman ordaymış gibi capcanlı bir şekilde yeniden ortaya çıkar...
Bunlara benzer soruların arkasındaki olgular, çoğu zaman uluslararası ilişkiler ve siyaset bilimi, ve bazen de sosyoloji kuram ve modelleriyle açıklanmaya çalışılmıştır. Ancak tümünü birden yanıtlayabilecek kapsamda kuramlar hiçbirinde ortaya çıkmamıştır. Oysa dünya üzerinde yaşanan pek çok çatışma, bu soruların yanıtları bilinmeden anlaşılamaz. Bu yazıda, Türkiye için önemli bir çatışma olan Ermeni meselesi, yukarıdaki soruların yanıt alanlarının yardımıyla, yani psikolojik dinamikleri ile anlaşılmaya çalışılacaktır. Bu bakış açısı, hem uluslararası toplumun, hem de her iki tarafın, politika ve stratejilerini belirlemede yararlanacağı bir pencere sağlamaktadır.
Psikoloji ve Psikanalizin Uluslararası Çatışmaları Anlamaya Katkısı
Gruplar, toplumlar ya da uluslar arasında tarih boyunca ortaya çıkmış olan ve şu anda da uluslararası ilişkileri etkileyen grup çatışmaları, savaşlar ve bunların sonucunda ortaya çıkan göçler, yoksulluk ve yeni alt kültür oluşumları gibi olgular, siyaset biliminden, sosyolojiye, tarihten antropolojiye kadar pek çok disiplinin üzerinde çalıştığı alanlar olmuştur.
Stratejik Analiz’in Mart 2005 sayısında yer alan “Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkilerde Siyaset Psikolojisi” başlıklı yazıda belirttiğimiz gibi, uluslararası ilişkiler ve siyaset bilimi son 50- 60 yılda Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin (SSCB) dağılması, Holocaust’un yaşanması, Avrupa Birliği gibi çok uluslu siyasi birliklerin kurulması ve benzeri önemli olayların gelişimini tahmin etmekte başarısız olmuştur. Son dönemlerdeki uluslararası ilişkiler yayınlarında, siyasi kararın rasyonel olduğunu savunan, makro düzeyli analiz yapan ve temel aktörün devlet olduğunu ileri süren gerçekçi yaklaşımın miladını doldurduğu ortaya atılmış, yerine makro düzey analiz ile mikro düzey analizlerin birleştirilmesini, olayları sadece neden-sonuçlarıyla değil, çok boyutlu ve döngüsel olduğu düşünülen süreçleriyle de anlayabilmeyi ve disiplinler arası yaklaşıma ağırlık verilmesini savunan bir yaklaşım önerilmiştir. Uluslararası ilişkiler disiplininde bu yönde bir evrim görülürken, psikoloji ve psikanaliz gibi mikro düzeyli, bireysel ve ruh içi süreçleri inceleyen disiplinlerde de grup süreçlerinden yola çıkarak etnik grupları ve ulusları, grup-lider ilişkilerini araştıran çalışmalar çoğalmış, bu alandaki bilgi birikimi büyük-gruplar arasındaki çatışmaların çözümünde kullanılmaya başlanmıştır.
Örneğin, bazı sosyal psikoloji teorileri, uluslararası çatışmalarla ilgili olarak, realist yaklaşımın savunduğu argümanlara karşı, uluslararası ilişkilerde karşılıklı ilişkililiğin (mutuality) ve insan faktörünün önemine vurgu yapan önermeler getirmiştir. Bunlara göre, uluslararası çatışma, objektif bir değerlendirme sonucu ortaya çıkan rasyonel bir karardan çok, toplulukların kolektif ihtiyaçlarından ya da korkularından kaynaklanan bazı psiko-sosyal süreçlerin sonucunda ortaya çıkar. Uluslararası çatışma, devletler arası anlaşmazlıklardan çok, toplumlar arası süreçlerde işleyen bir olgudur. Uluslararası çatışma, bir tarafın diğeri üzerinde güç kullanarak yarattığı büyük zarar yüzünden ortaya çıkmaz; iki taraf arasında çok katmanlı fazları olan ve karşılıklı etkileşimle biçimlenen dönüşümlü bir süreçten oluşur. Ayrıca uluslararası çatışmalar, aktörlerin karşılıklı olarak birbirlerine sırayla etki- tepki gösterdikleri bir davranış silsilesi değil, kendi kendini çoğaltan, kışkırtıcı, çoğaltıcı bir dinamiği olan etkileşimsel bir seyir izler.
Buradan yola çıkarak, diğer disiplinlerin yanı sıra, psikoloji ve psikanalizin uluslararası düzeyde etkili olduğu görülen uluslar arasındaki çatışmaları anlamada kullanılabileceğini ileri sürmek mümkündür. Psikolojik indirgemecilikten uzak durarak yapılacak psikolojik ve psikanalitik yaklaşımlı analizin, uluslar ve etnik gruplar gibi büyük-gruplar arasında ortaya çıkan çatışmaları anlamada büyük katkı sağlayacağı düşünülmektedir.
Türk-Ermeni İlişkileri
Ermenistan ilk kez 1918’de bağımsızlığını ilan etmiştir. Bundan kısa bir süre sonra 1920’den itibaren SSCB içinde yer almış, SSCB’nin dağılmasından sonra ise 23 Eylül 1991 tarihinde ikinci kez resmî olarak bağımsızlığını ilan etmiştir. Türkiye, Ermenistan Cumhuriyeti’ni ilk tanıyan devletler arasında olmuştur.
Geçmişte, ayaklanıp silahlı eylemler yaparak, Osmanlı İmparatorluğu’ndaki Doğu Anadolu nüfusunun güvenliğini tehdit eden Ermeni topluluklarının 1915’te yerlerinin değiştirilmesi (ya da “tehcir” edilmesi), Ermenistan ve Türkiye Cumhuriyeti’nin şu andaki dış politikalarını etkileyen ve iki ülke arasında çatışma yaratan en önemli olaydır. Bu olayın siyasi, hukuki, askerî ve ekonomik sonuçları her iki toplumu olduğu kadar uluslararası ilişkileri de etkilemektedir.
1988’den itibaren Ermenistan’ın Azerbaycan sınırlarında yer alan Karabağ’a saldırması, oradaki Azerilere etnik temizlik politikası uygulaması ve Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nde alınan, işgal ettikleri Azerbaycan topraklarından şartsız çekilmesi yönündeki kararlara rağmen, hâlâ işgalci durumda olması , Türkiye’nin Ermenistan ile ilişkilerinde yaptırım yapma eğilimi gösteren bir siyaset izlemesine neden olmuştur. Ayrıca Ermeni diasporası başta olmak üzere Ermenilerin, pek çok ülkede, özellikle Amerika Birleşik Devletleri ve Avrupa Birliği parlamentolarında Ermeni soykırımını tanıma yönünde yaptıkları lobi çalışmaları, iki ülke arasındaki ilişkilerin daha da gerilemesine neden olmaktadır. Bunların yanı sıra, Ermeniler milattan önce dönemlerden beri yaşadıklarına, ancak diğer kavim ve uluslar tarafından yerlerinden edildiklerine inandıkları toprakların (bu topraklar bugün Azerbaycan, Gürcistan, İran ve Türkiye sınırları içindedir) Ermenistan’a geri verilmesini istemektedir. Ermeniler; Doğu Anadolu illerinden Erzincan, Erzurum, Bitlis, Van, Kars, Artvin, Rize, Trabzon, Giresun, Sivas, Malatya, Tunceli, Bingöl, Elazığ ve Muş topraklarını Batı Ermenistan olarak nitelemekte ve bu toprakların kendilerine verilmesini talep etmektedir.
Bu sorunlar Türk- Ermeni ilişkilerini çatışmalı bir düzleme getirmiştir. Yıllar içinde her iki tarafın birbirlerine karşı izledikleri dış politikalarda ufak tefek değişiklikler gözlense de, genelde Türk tarafının savunucu ve tedbirli bir tutum içinde olduğu ve aktif tavır göstermediği, Ermenilerin yaklaşımlarında daha sert, saldırgan ve aktif oldukları gözlenmektedir.
Türk- Ermeni Meselesinde Mağduriyet Psikolojisinin Etkisi
Travma yaşamış bireylerde görülen uzun süreli psikolojik sorunlardan biri, kişinin kendini zayıf, kurban, mağdur; dünyayı ya da diğer insanları güçlü, zalim ve düşman olarak algılaması, gerçeklikten kopuk bir kendilik-kimlik tanımlamasına sahip olması ve bu yüzden kişiler arası ilişkilerde sorunlar yaşamasıdır. Kişinin yaşamını çok genelleşmiş bir sorun olarak kaplayıp önemli problemlere neden olabilecek bu olgu “mağduriyet psikolojisi” (victimization) olarak bilinmektedir.
Mağduriyet psikolojisi olgusu, uluslararası ilişkilerde ortaya çıkan olayları ve politikaları, grup kimliği ve psikolojisi modelinden bakarak anlamaya çalışırken işimize yarayacak bir ****for olabilir. Gruplar arası ilişkilerde yaşanan, başta etnik olmak üzere pek çok dini, kültürel, ekonomik ya da siyasi çatışmanın içinde işleyen bir mekanizma olarak “mağduriyet psikolojisi” Türk- Ermeni sorununda da önemli bir “sürdüren” faktör olarak karşımıza çıkmaktadır. Özellikle, ulus-devletler içinde ortaya çıkan ayrılıkçı hareketlerde ya da toplum içindeki marjinallerle ya da azınlıklarla devlet arasındaki ilişkilerde bir tarafın kurban rolüne girdiği görülmekte , var olan ilişki ulusal ve uluslararası düzlemde mağdur eden- edilen, kurban- zalim ikiliği olarak algılanmaya başlanmaktadır.
Tarih boyunca gruplar arası ilişkilerde haksızlıklar, mağduriyetler, zalimce uygulamalar ya da bir grubun ya da gücün diğer grup üzerinde aşırı ve/veya haksız güç kullandığı pek çok deneyim gerçekten yaşanmıştır. Amerika’nın Japonya’ya atom bombası atması, farklı etnik yapıdan grupların Balkanlar’da, Kafkasya’da çatışması sırasında eşit olmayan güçlerin ve yanlı politik yaptırımların kullanılması ve Avrupa’da Yahudilerin Naziler tarafından soykırıma uğratılması buna örnek olabilir. Bu örneklerde, uluslararası düzeyde genel geçer kabul görmüş ortak gerçeklik, bir aşırı güç kullanımının varlığıdır. Bu da zarar gören tarafın gerçekten mağdur bırakıldığını düşündürmektedir.
Mağduriyet psikolojisinin bir de görünmeyen yüzü vardır: “mazuriyet psikolojisi!” Bu olgu, insan hakları ve eşitlik gibi Avrupa kökenli batı kültürünün idealleştirdiği nosyonların içinde gizliden gizliye işlemektedir. Öyle ki, modern batılı toplumlarda -kökenleri geçmiş barbarlıklarından ve hakkaniyetsiz uygulamalarından gelen- mağdura karşı aşırı ve olumlu yönde ayrım yapma hatta mağduru kayırma eğilimi olarak göze çarpmaktadır.
Doç. Dr. Erol Göka, Ermeni sorununun büyümesindeki psikolojik etmenleri sıralarken toplumlarda soykırım için uygun bir psikolojik atmosferin varlığından söz eder. Göka yazısında, “Bu psikolojik atmosferin ana çerçevesini, Almanlar tarafından Yahudilere uygulanan “Soykırım” (The Holocaust) oluşturmaktadır. “Yahudi Soykırımı” çerçevesinde, İkinci Dünya Savaşı’nın ardından, bazı sosyologların “insan hakları çağı” diye adlandırdığı bir hukuksal anlayış ve ona bağlı adeta mağduriyete yüksek prim veren, mağdur rolüne teşvik edici yeni bir ideolojik ve psikolojik atmosfer ortaya çıkmıştır.” diyerek batı toplumlarında giderek daha çok kabul gören ve olumlu bir olgu olarak popüler hâle gelen mağduriyetin, Ermeniler tarafından istismar edildiğini ve bu gibi grupların haklı kabul edilebilecek acılarının üzerine fazladan mağduriyet giydirerek yarar kazanmaya çalıştıklarını savunmaktadır. Göka, mağduriyet psikolojisinin altında işleyen asıl mekanizmanın, iki dünya savaşının sorumlusu olan batı medeniyeti ülkelerinin “mazuriyet psikolojileri” olduğunu vurgularken, Ermeni diasporası tarafından empoze edilmek istenen “Hitler soykırım yapmayı Türkler’den öğrendi” tezinin gerçekte Batılı-Hristiyan bilinçte günahlarından arınma arzusu ile ortaya çıkmış, “aslında biz böyle şeyler yapmayız ama bunu Türkler’den öğrendik” mantığında işleyen bir mekanizmayla arınma isteği olarak ele almaktadır. Dünyada Yahudiliğin mağduriyetten beslenen, büyüyen, güçlenen bir yapısının olması dikkat çekicidir. Holocoust’un, Yahudilere karşı pozitif yönde ayrımcılık yapılmasına neden olduğu düşünülmektedir. Yahudilik bu durumu da kullanarak güçlenmiştir. Buna örnek verecek olursak, Fransa gibi fikir özgürlüğüne büyük önem verilen bir batı demokrasisinde bile anti-Semitist bir yazı yazmak ya da Yahudilere soykırım uygulan-ma-dığını söylemek yazarının hapis cezasına çarptırılmasına neden olmaktadır. Ayrıca 1993’te Avrupa Konseyi bünyesinde Hoşgörüsüzlük ve Irkçılığa Karşı Avrupa Komisyonu (European Commission Against Racism and Intolerance) (ECRI) tarafından yayınlanan ve üye ülkelerin ortak kararıyla imzalanan deklarasyonun ırkçılık ve anti-semitizmle mücadele etme mekanizması olduğunun vurgulanması dikkat çekicidir.
Holocaust ile Yahudi kimliği arasında ortaya çıkan ilişki, Ermeni kimliğinin inşasında da kullanılmak istenmektedir. 9 Ekim 1948’de Birleşmiş Milletler’de imzalanan “Soykırım Suçunun Önlenmesi ve Cezalandırılması” anlaşmasından sonra , 1950’lerden itibaren Ermeniler, 1915 tehcirinin de bir soykırım olduğuna dair iddialarını yüksek sesle dile getirmeye başlamışlardır. O dönemde ABD, İngiltere, Fransa, Almanya gibi ülkelerde yaşayan Ermeni diasporası, dil, yaşam tarzı, cemaat alışkanlıkları gibi Ermeni kimliğinin önemli parçalarının ikinci ve üçüncü kuşak Ermenilerde yok olmaya başladığını, yani asimilasyona uğradıklarını fark etmeye başlamıştır. Özellikle batılı ülkelerde Ermeni kimliğinin erimesinden dolayı varoluş tehdidi yaşamaya başlayan Ermeni Kilisesi, Hınçak ve Taşnak Partileri ve Ermeni yardım kuruluşları, Ermeni toplumunun yaşadığı ülke ile kaynaşmasını önlemeyecek, ancak Ermeni kimliğini canlı tutacak bir formül olarak soykırım iddialarını kullanmıştır. Özellikle diasporada yaşayan Ermeniler’in ekonomik, siyasi, kültürel yapı, doğal kaynak ve sosyal yaşam yönleriyle zayıf olduğu görülen Ermenistan’ı geri dönülecek bir anavatan olarak algılamaması, “soykırım zihinsel imgesinin” hem duygusal olarak ortak kimlik inşasını sağlayan, hem bu kimliği kuşaktan kuşağa aktaran ve Ermeni kimliğini pekiştiren güçlü bir zihinsel anavatan işlevi görmesini sağlamıştır.
Ermeni kimliğinin önemli bir parçasını oluşturan “mağduriyet psikolojisi”, temellerini Ermeni mitolojilerinden alır. Ermeniler ilahi dinlerin kutsal hikayeleri arasında geçen Nuh Tufanı öyküsünde yer alan, Hz. Nuh’un soyundan çoğalıp kavim haline geldiklerine inanmaktadırlar. Onlara göre, Ağrı Dağı’na çıkarak hayatta kalmayı başaran kavim Ermenilerin atalarıdır. Aynı zamanda Ağrı Dağı’nın da onlara ait kutsal bir toprak olduğuna dair inançları buradan gelmektedir. Bu inanç Ermeni Kilisesi tarafından pekiştirilmektedir. Ermeniler bu inançla kendilerini “seçilmiş ulus” olarak tanımlarlar. Kavimlerinin başlangıç kökenlerinde bile görülebilen Nuh Tufanı gibi zorlu testleri ve hayatta kalma mücadelelerini aşabilme kabiliyeti ve dayanıklılığı gösterdiklerine duydukları inanç, kimliklerinin bir parçası haline gelmiştir. Ermeni Kilisesi’nin 1915 Tehcir olayı ile Nuh Tufanı arasında bağlantı kurmaya çalışması da Ermeni kimliğinde büyük felaketleri atlatıp hayatta kalmayı başarabilmiş “mağdur ulus” imajını güçlendirmektedir. Ermeni Kilisesi’nin bilinçli olarak vurguladığı bu benzetme, aynı zamanda soykırım olarak niteledikleri tehcirin de Ermeni kavmini yeryüzünden silmeye çalışan tufan gibi bir olay olarak algılanmasına ve Ermenilerin tarihte iki defa “yeniden diriliş” yaşadıklarına dair mitlerinin ve imajlarının güçlenmesine neden olmaktadır. Ermeni kimliğinin önemli bir bileşeni ve grup varlıklarının direği, grup olarak paylaştıkları mağdur olma-edilme imajlarına dayalı şemalar ve inançlar kümesidir. Topluluklarının oluşumundan (doğumlarından) bu yana yaşanmış olduğuna inandıkları büyük travmatik olaylar, Ermenileri diğer uluslardan- gruplardan ayırmaktadır. Onlar test edilen, tam yok olmak üzereyken yeniden dirilen ve -başta Türkler olmak üzere- “öteki”ler tarafından yok edilmeye çalışılan bir ulustur. Mağdur edilen taraf tarih boyunca her zaman onlar olmuştur. Bütün bu imaj ve inançlar Ermeni kimliğini biçimlendiren en belirgin unsurlardır. Bu inançlardan türeyen “mağdur edilmiş ulus” imajı özellikle Ermeni diasporası ve yöneticileri tarafından canlı tutulmaya çalışılan bir kazanç fırsatı olarak algılanmaktadır.
Ermenistan’ın var olan coğrafi konumu ile jeopolitik, demografik, ekonomik, siyasi ve askerî durumu da bahsedilen “mağduriyet” algısını pekiştiren bir nitelik taşımaktadır. Ermenistan’ın jeopolitiğini belirleyen etkenler, onun zengin enerji kaynaklarından yoksun bir kara devleti olmasının yanı sıra, güvenlik sorunları yaratabilecek bir unsur olarak etrafını saran komşularının temelde ortak etnik-kültürel kökenden gelen ve kendisiyle ilişkilerinin iyi olmadığı ülkelerden oluşmasıdır. Batısında büyük nüfusu, zengin yeraltı kaynakları ve göreceli olarak daha güçlü ekonomisi olan Türkiye; doğusunda Dağlık Karabağ Bölgesi’nde yaşanan savaşla ilişkilerindeki gerilimin arttığı, ancak doğal kaynakları Ermenistan’a göre daha zengin ve denizde kıyısı olan Azerbaycan; kuzeyinde ilişkilerinin ekonomik alan dışında pek iyi olmadığı ve Ermenistan sınırını siyasi, ekonomik ve tarihsel-kültürel yönden destekçi ülke olan Rusya’dan ayıran Gürcistan; ve güneyinde nüfusun çoğunluğunu Azerilerin oluşturduğu Kuzey İran bulunan Ermenistan, dört taraftan sarmalanmış olmanın güvensizliği içinde, diasporasının gücüne ve etkinliğine bel bağlayarak mağduriyet psikolojisinden kaynaklanan saldırgan politikasına devam etmektedir. Dört tarafında da iyi ilişki kuramadığı ve etnik olarak düşmanlığını yaptığı ülkelerle çevrili oluşu, Ermeni grup davranışındaki zavallılık, mağduriyet psikolojisini pekiştiren ve batıda da bu mağduriyete prim vermeyi arttıran bir etki yaratmaktadır. Özellikle Rusya ile ilişkilerinde ortaya çıkan baba-oğul tarzı bağımlı ilişki bu sarmalanmayla meşruiyet kazanmaktadır. Aralarında tarihsel ve dinsel bağların oluşu Rusya’nın Kafkasya’da bağımsızlaşan devletler arasında Ermenistan’a daha ayrıcalıklı bir yer vermesinin temel nedeni olarak görülmektedir. Bu temelden yola çıkarak Rusya, Ermenistan üzerindeki gücü ile Kafkasya’da ekonomik, siyasi ve askerî etkinliğini sağlamlaştırmaktadır.
Özetle, Ermenistan’ın Türkiye ile yaşadığı sorunda “kimlik”, önemli bir etmen olarak karşımıza çıkmaktadır. Mağduriyet psikolojisinin etkisinin Ermeni kimliğinde yaratmış olduğu ve tarihsel-kültürel kökleri oldukça eskiye ve derine dayanan “mağdur ve ezilen” ya da “korunmaya ve savunulmaya ihtiyacı olan” topluluk-grup-ulus algısı, uluslararası ilişkileri biçimlendirecek boyutta önem taşıyan bir etmendir. Ermeni grup varlığı, varoluş pratiğinde Türkiye’yi ötekileştirip ebedi düşman konumuna koyarak, bu algıyı çatışma yaratan düzlemlere taşımakta ve başta hukuki, siyasi ve ekonomik alanlar olmak üzere pek çok platformda bu duruma meşruiyet aramaktadır.
Türk- Ermeni Meselesinde Büyük-Grup Kimliği
Büyük-grup kimliği, bir grubu oluşturan bireylerin büyüme ve sosyalleşme süreci içindeyken içselleştirerek sahip oldukları kodlardan oluşur. Büyük grup kimliği, kişisel kimlik ile iç içe geçmiş olması nedeniyle belirgin bir tehditle karşı karşıya kalınmadığı taktirde varlığından ve etkisinden haberdar olunmayan, ancak aslında bireyin tutum ve davranışlarını, düşüncelerini ve duygularını kendi kişiliği kadar belirleyebilen, kişinin toplumla ve toplumsalla ilişkilerini ayarlayan zihinsel temsillerdir (mental representations). Vamık Volkan çadır modelinde büyük-grup kimliğini, kişinin bireysel kimliğini temsil eden giysisinin üzerinde bulunan, o gruptan olan tüm bireyleri örten bir çadır bezi ve liderin çadırın direği olduğu bir imgeyle tasavvur eder. Bu çadır bezi, aslında bireyleri biz-lik duygusu altında bir araya getirir, çadırın dışı ile içi arasında bir sınır oluşturur ve dışarıdan gelecek tehdide karşı grubu korur. Ancak çadır bezinde bir yırtık ya da direğinde bir sarsılma olursa, grubun biz-lik duygusu artar ve bireyler bir çadır altında yaşıyor olduklarını daha belirgin olarak algılarlar. Hatta bu tehlike durumlarında büyük-grup kimliği bireylerin kişisel kimliklerinden daha önemli hale gelir.
Bu model içinde dile getirilmeyen ancak önemli olduğu düşünülen bir boyut da bahsedilen tehdidin niteliğidir. Tehdit, grubun “grup-varlığına” tehlike oluşturabilecek her şey olabilir. Gerçek bir tehlike olabileceği gibi, aslında olmayan ancak öyle algılanan bir tehdit de aynı şekilde büyük-grup kimliğini ateşleyebilir. Önemli olan o tehditle ilgili algının grup üyeleri tarafından paylaşılıyor olmasıdır.