Onu görürsünüz... Gözlerine baktığınızda, kokusunu duyduğunuzda, tenine dokunduğunuzda içiniz içinize sığmaz. Kalp atışlarınız hızlanır, yüzünüz pembeleşir, göğüs kafesiniz üzerinde bir yumru hissedersiniz, karnınızın burulduğunu, içerisinde "kelebeklerin uçuştuğunu" hissedersiniz. Eğer etki yeterince güçlüyse dizleriniz zayıflar ve ağırlığınızı taşıyamamaya başlar. Terlersiniz, gözbebekleriniz büyür. Koltukaltlarınızdan ve cinsel organından etrafa giderek artan ter kokunuz ile birlikte az miktarda feromon saçmaya başlarsınız. İştahınız kapanır ve mideniz ile bağırsaklarınız daha yavaş çalışmaya başlar. Ağzınız kurur, erkekseniz penisiniz sertleşir, dişiyseniz vajinanız ıslanır ve kabarır. Beyninizin aktivitesi artar, vücut, var olma amacını gerçekleştirmek üzere hazır hale getirilir. Siz, aşıksınızdır.
Evet, aşkı tanımlamak konusunda edebiyatçılar ve filozoflar kadar başarılı değiliz ve toz pembe bir tanımlama yapamıyoruz. Ancak hepsinden daha gerçekçi olduğumuzu ve konuyla ilgili bilimsel gerçekleri bu makalemizde ortaya koyabileceğimizi rahatlıkla iddia edebiliriz.
Bildiğiniz gibi aşk konusunda binlerce yıldır binbir şiir yazılmış, methiyeler dürülmüş, efsaneler uydurulmuş, masallar söylenmiş ve aşkın gücü, kulaktan kulağa, "kalpten kalbe" tüm Dünya'yı avuçları içerisine almıştır (şimdi biraz daha edebi oldu, ne dersiniz?). Peki tüm bu gerçeklikten uzak benzetmeler bir yana, sahiden, aşk nedir? Neden aşık oluruz? Daha önemlisi, evrimsel süreçte aşk gibi bir duygu neden geliştirilmiş, korunmuş ve desteklenmiştir? Bu bağlamda, sadece biz mi aşık oluruz? Diğer hayvanlar da aşık olur mu? Aşkın sevgiden farkı var mıdır ve varsa nedir? Bu makalemizde, bu sorulara cevaplar arayacağız.
İlk olarak, dediğimiz gibi aşk, esasında hiç de edebi kitaplarda ele alındığı gibi büyülü bir mekanizmaya sahip değildir, aksine, oldukça sıradan ve mekanistik bir duygudur. Elbette insanların bu duyguyu abartmaları ve kültürel evrimleri dahilinde harmanlamaları son derece doğaldır, buna kimse laf etmemeli. Ancak iş bilim oldu mu, artık bu içi pek de dolu olmayan tanımlamalardan sıyrılarak gerçeği ele almak şarttır.
Aşk Nedir?
Aşkın bilimsel arkaplanını anlamak isteyen biri, ilk olarak şunu anlamalı ve kabullenmelidir: aşk, diğer tüm bedensel olaylar gibi, tamamen biyokimyasal bir süreçten ibarettir ve hiçbir maddeüstü anlam taşımamaktadır! Çoğu zaman insanların bunu kabul etmekte zorlandığını görüyoruz, çünkü aşkın edebi ve felsefi boyutları içerisinde kaybolmuş, gerçeklikten bağlarını koparmış olmaktadırlar. Ancak gerçek, son derece yalın bir şekilde gözümüzün önündedir: aşk, tüm diğer duygular gibi nöral (sinirsel) ve hormonal yolaklar aracılığıyla açıklanabilmektedir. Bunu zaten bu yazımızda izah edeceğiz.
Aşkın bilimsel arkaplanıyla ilgili anlamamız gereken, belki kimilerine aptalca gelebilecek kadar sade bir gerçek daha vardır: aşk, kalp ile ilgili bir duygu değildir ve diğer bütün duygular gibi aşk da, sadece ve sadece beyinde meydana gelmektedir. Gerçekten de bunu söylemek ve savunmak bile aptalcadır ancak eski Pagan geleneklerinden kalma sebeplerle günümüzde birçok inanç sistemi ve inanç sistemlerinden bağımsız olarak insan grupları, aşkın kalpten kaynaklandığı gibi çocukça bir yanılgıya saplanıp kalmışlardır. Bilime düşen ise gerçeği ortaya koymaktır. Aşk da dahil olmak üzere istisnasız her duygu beyinde üretilir, beyinde algılanır ve beyinde sonlanır. Beyinde olan bu süreçler diğer organları etkileyebilir; ancak yaşanan duyguların kendilerinin bu etkilenen organlarla (örneğin aşkın kalple, kaslarla, bağırsaklarla) hiçbir alakası yoktur. Bunu açıkça ve son defa belirtelim.
Şimdi, gelelim aşkın tanımına... Dünyaca ünlü Merriam-Webster sözlüğünde oldukça yalın bir şekilde tanımlanmaktadır:
Aşk, güçlü bir bağlılık hissi ve kişisel bağlanma duygusudur. Türkçede biz bu duyguyu sevgi ve aşk diye iki kategoride incelesek de, İngilizcede böyle bir ayrım bulunmamaktadır ve her tür sevgi için "aşk" sözcüğü kullanılmaktadır. Dolayısıyla, aşkın sadece cinsiyetler arası sevgi olarak düşünülmemesi gerekir. Ancak biz Türkçe anlatımda bulunduğumuza göre, buradaki "aşk"tan kastımızın cinsiyetler arası yoğun sevgi, yani günlük hayatta kullandığımız "aşk" olduğunu belirtmek isteriz.
Aşkın Evrimsel Temelleri
Aşk, diğer tüm duygular gibi sıradan ve yaygın bir duygu olduğuna göre, biyolojik olarak incelenebilmesi gerekmektedir. Bilimsel olarak aşkın temellerine baktığımızda, edebi ve felsefi eserlerdeki kulağa hoş gelen iddiaların aksine, aşkın son derece sıradan bir olgu olduğunu görürüz.
Esasında aşkı sadece tek bir bilim dalı incelememektedir ve farklı açılardan ele alınabilmektedir. Örneğin aşkı inceleyen bilim dalları arasında evrimsel psikoloji, evrimsel biyoloji, antropoloji ve sinirbilim bulunmaktadır. Biz burada yalnızca evrimsel biyoloji ve sinirbilim açısından ele alacağız; böylece gözümüzde bu kadar büyütmekten hoşlandığımız bu duygunun bilimsel temellerini de öğrenmiş olacağız.
İlk olarak, aşkın neden evrimleştiğini anlamakta fayda görüyoruz. Bu sayede, aşık olduğumuzda vücudumuzda meydana gelen değişimlerin nedenlerini daha kolay anlayabileceğiz.
Evrimsel açıdan bakıldığında, aşkın evrimleşmesinin arkasındaki nedenleri tam olarak bilmek ne yazık ki mümkün değil. Ancak günümüzdeki hayvan türlerinin sevgi anlayışlarına ve insanlarınkinin sevgi anlayışına bakarak ve bunlar arasındaki paralellikler ile zıtlıkları analiz ederek, davranışsal bir evrim süreci belirlemek mümkün olabilmektedir.
İlk bakışta, aşkın evrimleşmesinin en kritik nedenlerinden birinin seks olduğu görülecektir. Çünkü bütün canlılar hayatta kalmak ve üremek üzerine kurulu bir genetik yapıya sahiptirler; insandan, bakteriye kadar. Bu yolda, hayatta kalma veya üreme başarısını arttıracak her unsur ve yöntem, bir avantaj olacak, bu sebeple doğal süreçler içerisine seçilecektir. İşte aşk da, cinselliği sağlaması ve garanti altına alması açısından önemli bir unsurdur. Bunu, empati ve bağ kurma gibi ikincil duyguları barındırarak yapar.
Hayali bir ortam düşünelim: Bu ortamda A grubu ve B grubu bulunsun. İki grupta da 200'er birey bulunsun. Bu 200'er bireyin 100'eri erkek, 100'eri dişi olsun. A grubunda, empati, bağ kurma, sevgi ve nihayetinde aşk gibi duygular bulunacak olsun. B grubunda ise bu duyguların hiç bulunmadığını varsayalım. Bu durumda, iki grup serbest bir şekilde bırakıldığında, üreme başarıları evrimsel açıdan aşkın neden evrimleştiğine dair fikirler verecektir: Muhtemelen, birbirine karşı empati, sevgi ve aşk duyan popülasyonlarda, kendisine uygun gördüğü bireye karşı saplantı duyma, arzulama ve aşk duyma gibi hisler, nihayetinde cinsel başarıyı da getirecektir. Diğer grupta ise, tamamiyle rastlantısal olacak olan çiftleşme, belki de birbiriyle uyumsuz bireylerin çiftleşmesi ihtimalini arttıracak, bu da popülasyonun geleceğini tehlike altına alacaktır. Yani aşk, seksin önünü açan ve onu garantileyen bir mekanizma olarak evrimleşmiş olabilir.
Ancak, burada kritik bir nokta bulunmaktadır: Arkaplan. Bir kişiye aşık olup olmayacağımızı seçememekteyiz. Bunun neden olduğunu hiç düşündünüz mü? Bir erkek olduğunuzu düşünelim: Bir dişiye aşık olduğunuzda, öncesinde durup düşünür müsünüz? "Burnu 30 derece eğime sahip, gözleri birbirinden 5 santim ayrık ve mavi renkte, saçları 56 santimetre uzunluğunda ve sarı, boyu 1.66 ve kilosu 55. Bu kız tam bana göre!" diye? Elbette hayır. Tek bir bakış bile, beyninizin anında tek bir bireye saplanıp kalmasına neden olabilmektedir. Zaten evrimsel avantaj da buradan kaynaklanmaktadır: Rastgele, imkan olan ortamda cinsel başarıya ulaşmaktansa, o cinsel başarıyı sağlayacak unsurları yaratmanıza neden olacak bir duygunun evrimleşmesi son derece avantajlıdır.
İşte "arkaplan" dediğimiz unsur, aşk dahilinde bu yüzden önemlidir. Sizin kime aşık olacağınızı, biyolojik ve kültürel arkaplanınız belirlemektedir. Biyolojik yapınız, yani genetik ve gelişimsel özellikleriniz sizin ilk bakıştaki tercihlerinizi belirlemede rol oynamaktadır. Kültürel özellikleriniz ise, aşık olacağınız kişilerin sizin için sosyal anlamda ne kadar uygun olduğunuzu belirlemenizi sağlayacaktır. Kimi zaman ilk bakışta çok güzel/yakışıklı bulduğumuz kişilerden, onlarla konuştuktan ve sosyokültürel durumunu anladıktan sonra soğuyabiliriz. Tam tersi şekilde, ilk bakışta beğenmediğimiz kimselerle konuştukça, onlara aşk duyduğumuzu fark edebiliriz. İşte beyniniz, tüm bu süreçler olurken, sizin sosyal-biyolojik arkaplanınız ile söz konusu şahsın arkaplanı arasındaki uyumluluğa bağlı olarak aşk duygusunu, sizin kontrolünüzden tamamen bağımsız olarak gerçekleştirebilmektedir. Kişisel zevklerimizin, genetik ve çevresel birçok unsurdan ötürü birbirinden tamamen farklı olması, aşkın hedeflerinin de tamamen farklı olmasına neden olmaktadır. Bu yüzden kimi zaman çiftleri birbiriyle yakıştıramaz ve birbirlerine layık görmeyiz; ya da tam tersi şekilde birbirlerine uyumlu buluruz.
Dolayısıyla, evrimsel açıdan bakıldığında, A ve B grupları arasındaki başarılı çiftleşme oranı kıyaslanacak olursa, A grubunun daha başarılı yavrular üretebilmesi çok daha muhtemeldir. Belki B grubu da başarılı olabilecektir (sonuçta üremeyi başarmaktadırlar); ancak A grubunun yavruları, nesiller geçtikçe, B grubundan daha üstün olabilecektir. Bunun da çok basit bir nedeni vardır: cinsel seçilim. Esasında beyninizin, ilk etapta tamamen içgüdüsel olarak yaptığı seçimler, evrim mekanizmasının işleyişini yansıtmaktadır. Türümüzün dişileri ve erkekleri, birbirlerini belli özelliklerine göre seçmektedirler ve kendilerine uygun buldukları özelliktekilerle çiftleşmeyi tercih etmektedirler. İşte bu, evrimin cinsel seçilim mekanizmasıdır. Beyin bakımından oldukça gelişmiş bir hayvan türü olarak insanda, bu seçilim sadece fiziksel özelliklere göre değil, daha önce de açıkladığımız gibi arkaplan bilgilerimize bağlı olarak da yapılmaktadır. Ancak ne olursa olsun, ortada bir seçim vardır ve bu seçim, evrimsel süreçte gelecek nesillerdeki bireylerin (yavrularımızın) genetik yapısına doğrudan etki etmektedir.
Bu sebeple, cinsel seçilimin etkili olmadığı, yani cinsiyetlerin birbirlerini herhangi bir öncül koşula bağlı olarak seçmedikleri, rastgele çiftleşen türler bile günümüzde hayatta kalabilmektedir; ancak birçok türde cinsel seçilim etkilidir. Bunun sebebi, aşk, sevgi ve bağlılık duygularının popülasyonun cinsel başarısını arttırıyor olması olabilir.
Öte yandan, aşkın sadece cinsel başarı için evrimleşmediğini düşünen birçok bilim insanı da bulunmaktadır. Zira hem insan, hem de diğer hayvan türleri incelenecek olursa, her aşkın sonu, seks ile bitmemektedir (büyük bir çoğunluğu sonunda buna ulaşıyor olsa da). Benzer şekilde her seks, aşk duygularını beraberinde taşımamaktadır. Örneğin çiftleşme sonrası erkeğinin kafasını kopararak yiyen dişi mantisin veya benzer şekilde üreme sonrasında erkeğini öldüren bir karadulun o sırada pek de aşk dolu duygular beslemediği aşikardır (eğer ki mantislerin aşk anlayışı bizden çok farklı değilse tabii). Bu durumda, aşkın evrimsel geçmişinde başka bir sebep daha yatıyor olabilir.
Bağ... Evrimsel süreçte, özellikle toplumsal bir yapıya sahip olan sosyal türlerde, popülasyonu bir arada tutan en önemli özelliklerden biri, bireyler arasında oluşan bağlardır. Ebeveyn ile yavru arasında, benzer dönemde doğmuş bireyler (genelde kardeşler ve yaşıtlar) arasında, erkekler ve dişiler arasında oluşan bağlar, sosyal yapıyı güçlendirmekte ve evrimsel olarak avantajlı bir konuma geçilmesini sağlamaktadır. Ayrıca bu bağ duygusu, empati duygusunu da beraberinde getirmekte, böylece bencil ve bireysel davranan bireyler yerine, bir bütün olarak hareket edebilen türler evrimleşebilmektedir. Dolayısıyla türün devamlılığı ve gücü açısından aşk duygusu önem arz etmiş olabilir. Rastgele çiftleşen bireylerde, ebeveynleri ile yavrular arasındaki sevginin farklı bir forma dönüşmesi, cinsiyetler arası sevginin evrimleşmesine neden olmuş olabilir. Çünkü özellikle ebeveyn ile yavru arasındaki sevgi, karşılıklı bir gizli çıkar ilişkisine dayanmaktadır. Her ne kadar "anne sevgisi", kültürel yapımız içerisinde "yüce" olsa da, evrimsel ve bilimsel açıdan oldukça çıkarcı bir ilişkinin ürünü olarak gelişmiştir: Anne, yavrusuna bakarak kendisinin daha ileriye götüremeyeceği genlerinin, gelecek nesillere aktarılmasına katkı sağlamış olur. Yavruysa, annesi tarafından bakılarak, diğer yavrulara göre avantajlı konuma geçebilir. Böylece hem yavru, hem anne evrimsel açıdan kazanmış olur.
Dolayısıyla aşkın evriminin temelleri, cinsel güdüler ve toplum bireyleri arasındaki bağın, türün devamlılığına katkı sağlıyor olmasına dayanmaktadır diyebiliriz.
Aşkın Sinirbilimsel Temelleri
Aşkın sinirbilimsel temelleri, bize o sırada neleri, neden hissettiğimize dair çok net veriler sunmaktadır. Öncelikle, aşkın diğer tüm duygular gibi tamamen hormonal bir sürecin sonucunda vücudumuzda oluşan tepkilerin toplamında hissedilen bir duygu olduğunu hatırlayalım. Yani aşkı anlamak istiyorsak, arkasındaki nörokimyasal temelleri anlamamız gerekmektedir.
Bilimsel açıdan baktığımızda, aşk duygusuna neden olan temel hormonlar ve kimyasallar olarak karşımıza sinir büyüme faktörü, testosteron, östrojen, dopamin, norepinefrin (noradrenalin), serotonin, oksitosin ve son olarak vazopressin çıkmaktadır. Görülebileceği gibi aşkın bize karmakarışık hisler yaşatmasının nedeni, oldukça karmaşık bir hormonal dengeye dayalı olmasıdır.
Şimdi, evrimsel biyoloji ile ilgili açıklamalarımızdan da yola çıkarak, kendimize uygun gördüğümüz (biyolojik veya kültürel olarak) bir bireyle karşılaştığımızda, bu sayılan hormonların vücudumuzda ne gibi değişimler yarattığına bir göz atalım:
Testosteron: Özellikle ilk aşık olma anında ve yakın çevresinde etkili bir cinsiyet hormonudur. İlgi duyduğunuz cinsiyete karşı şehvet ve istek duymanıza, bu cinsiyeti arzulamanıza neden olur. Dişilerde az miktarda bulunur ve bu görevleri vardır; ancak bunun haricinde erkeklerde, aşkın ilk evrelerinde penisin ve testislerin muhtemel bir cinsel birleşmeye hazırlanmasını sağlar. Cinsel dürtü uyandıran bireylere karşı penisin dikleşmesine neden olur.
Östrojen: Özellikle ilk aşık olma anında ve yakın çevresinde etkili bir cinsiyet hormonudur. İlgi duyduğunuz cinsiyete karşı şehvet ve istek duymanıza, bu cinsiyeti arzulamanıza neden olur. Erkeklerde az miktarda bulunur ve bu görevleri vardır; ancak bunun haricinde dişilerde, vajinanın ve döl yatağının olası bir cinsel çiftleşmeye hazırlanmasını sağlar. İlgi duyulan bireye karşı vajinanın ıslanmasına neden olabilir.
Sinir Büyüme Faktörü: Aşk hormonları arasına göreceli olarak yeni katılan bu kimyasal, özellikle ilk aşık olduğumuz zamanlarda hızla artışa geçmekte, 1 seneden sonra ise kademeli olarak azalmakta ve eski haline dönmektedir. Dolayısıyla bilim insanları, gerçekte aşkın ömrünün 1-2 sene civarında olduğunu düşünmektedirler. Bu da esasen mantıklıdır; zira insanın tek bir bireye takılı kalması, evrimsel çeşitlilik önünde engel arz etmektedir. Ne var ki insanın kültürel yapısı, onu tekeşli bir sosyal yaşantıya itmiştir; bu sebeple ilk zamanki gibi bir aşk duygusu olmasa bile çiftler hem sosyal sorumluluklar nedeniyle, hem de birbirlerine duydukları bağlılık ve sevgi/saygı ilişkilerinden ötürü onlarca yıl birlikte kalabilmektedir. Ancak tekrar etmek gerekir ki, hem insan, hem de yakın akrabaları, sosyal olarak tekeşli olsalar bile, cinsel olarak çokeşli olacak şekilde evrimleşmiş türlerdir.
Dopamin: Sinirsel bir iletim kimyasalı olan dopamin, salgılandığı zaman vücutta mutluluk ve huzur hislerini uyandırır. Bireye ek bir enerji ve dikkat katar. Bu sayede, aşık olunan birey üzerine odaklanılır ve ona ulaşılmak için gereken ek enerji ve dikkat sağlanabilir. Bu da, evrimsel açıdan ileri sürülen argümanları desteklemektedir. Ayrıca, aşık olmaktan hoşlanmamızın sebebi, bu güzel duygulardır. Çeşitli uyuşturucu ve sakinleştirici ilaçların yarattığı etkiyle aynı etkiye neden olur.
Noradrenalin: Aşık olduğumuzda duyduğumuz strese karşı salgılanan bir hormondur. Stres, birey üzerinde oluşturulan her türlü çevresel baskıdan kaynaklanabilir ve aşk, bu baskılardan sadece biridir. Ancak noradrenalinin salgılanması sebebiyle kalp atışları hızlanır, dudaklar ve ağız kurur, kaslara giden kan artar, mide ve bağırsak kasları gevşer. Bu da yine, olası bir çiftleşmeye hazırlık evresi olarak görülebilir. Ancak daha önemlisi, aşkın tarih boyunca hep kalp ile eşleştirilmesi yanılgısının ana sebebi budur. Noradrenalin nedeniyle, aşık olduğumuzda kalbimiz hızlandığından ve midemizdeki kaslar gevşediğinden, "kalp ile aşık olduğumuzu" ve "karnımızda kelebeklerin uçuştuğunu" hissederiz. Bu, bilimsel olarak saçmalıktır. Aşık olan tek organ beyindir.
Serotonin: Başlıca mutluluk hormonu olan serotonin, aşkın da temel hormonları arasında yer almaktadır. Ancak serotonini aşk açısından özel kılan, bu mutluluk hissinden çok, obsesif-kompulsif davranış bozukluğuna sahip, bir diğer deyişle "takıntılı" insanlarda bu hormonun aktivitesindeki sorundan kaynaklanan bir açıklamanın bulunuyor olmasıdır: Aşık olduğumuzda, tek bir kişiden başkasını düşünememe sebebimiz, serotonin düzeylerindeki dalgalanmadır. Kısaca aşık olduğumuzda, tıpkı ciddi bir hastalık olan obsesif-kompülsif davranış bozukluğunda olduğu gibi, takıntılı bir hal alırız. Bu da yine, arzulanan hedefe ulaşmak için evrimsel avantaj sağlayan bir hormonal düzenlemedir.
Oksitosin: Sinir Büyüme Faktörü'nde aşkın ömründen biraz bahsetmiştik ve teknik olarak aşkın bitmesine rağmen çiftlerin genelde uzun yıllar bir arada kalabildiklerini söylemiştik (esasen birçok ülkede evliliğin ortalama süresi 7-10 yıl olarak verilmektedir). İşte bu uzun süreler birlikte kalabilmemizi sağlayan, aşkın bir diğer unsuru olarak gösterdiğimiz bağ duygusudur. Oksitosin, bağlılık duygumuzu güçlendirerek eşimizden ayrılmamamızı sağlamaktadır. Oksitosin seviyesinde anormallikler olan bireylerin evliliklerinin de başarısız olduğu düşünülmektedir. Ayrıca oksitosinin ebeveyn-yavru ilişkilerinde de üst düzeylerde salgılanıyor olması, aşkın evrimsel kökenleriyle ilgili argümanlara destek olmaktadır. Bunun haricinde oksitosin, yanı zamanda cinsel orgazm sırasında da doruk düzeyde salgılanmaktadır. Bu da, aşk ile cinsellik arasındaki bağ hakkında fikirler vermektedir.
Vazopressin: Tıpkı oksitosin gibi vazopressin de uzun dönem bağlı kalmayı sağlayan hormonlardan biridir. Ebeveyn-yavru arasında kurulan ve ömür boyu sürmesinin avantajlı olduğu bu bağlar, cinsiyetler arasında da kurulduğunda, toplumsal bir başarı ve istikrar sağlanabileceği düşünülmektedir. Bu sebeple evrimsel süreçte bu tip bir bağlılık duygusunun evrimleştiği düşünülmektedir. Ayrıca vazopressin, seks sonrasında salgılanmaktadır.
Dolayısıyla, aşkın evrimsel ve biyolojik kökenlerine bakıldığında, son derece sıradan ve anlaşılır bir duygu olduğunu görebiliriz.
Elbette kültürel evrimimiz dahilinde aşka ve diğer duygulara anlamlar yüklememiz son derece olağandır. Ancak bunları abartarak, bilime dahil etmeye çalışmak, akıl dışı olacaktır. Tüm bunları, aklınızın bir köşesinde bulundurarak, ömrünüzü aşk dolu yaşamanızı dileriz.