Günümüzde insanlık “herkesi içine alan, herkese uygun bir toplum modelinden” yoksundur. İşte bu nedenle insanlık çoğu kez sorunlar karşısında kendisini çaresiz hissetmektedir. Bir toplumun gereksinimlerini karşılayacak hizmetler/çözümler üretirken öncelikle “normal insanlar için” harekete geçiliyor, “ötekiler” için “sonra yaparız” deniliyor.Yaratılan bu eksik modelle toplumun bir bölümü dışlanıyor, sonra da bu dışlamanın yarattığı olumsuzluklarla da pekişen sorunların içinden çıkılamıyor. Dışlanan bu kesimleri toplumla bütünleştirecek (entegre edecek) yollar aranıyor. Ne yazık ki, bir yandan dışlama süreci sürerken, bütünleşme çabaları da başarısız kalıyor. bu çözümsüzlüğün nedeni yaklaşımdaki bu yetersizliktir.


Bir toplum, kendisini oluşturan bileşenleri iyi tanıyor, onlar hakkında gerçekçi, geçerli bilgiler topluyor ve yaşamı, tüm bileşenleri eşit oranda dikkate alan bir anlayışla planlayıp/şekillendiriyorsa özlenen toplum model,ine doğru yol alıyor demektir. İşte “herkesi içine alan toplum anlayışının temel” budur.


Farklılıklar özünde yadırganacak durumlar değildir. Çünkü farklılık, biz insanların doğasında vardır. Bu fark yalnızca özürlü olmakla değil; pek çok açıdan birbirimizden farklıyız. Hepimizin farklı özellikleri, farklı gereksinimleri var. Güçlerimiz de zayıflıklarımız da farklı. Bu yüzden hepimizin içinde yaşadığı toplum, birkaç kişinin ya da belirli bir kesimin özellikleri temel alınarak şekillendirilemez. Özürlü insanların ihtiyaçları en az özürlü olmayan insanların ihtiyaçları kadar, toplumun düzenlenmesini etkilemelidir. Bu da onların özel bakım isteğinden değil, onlar da herkes gibi toplumun bir parçası olduğundan yapılmalıdır. Herkes, ‘yaptığı hizmetlerden’ özürlülerin de yararlanmasını sağlamaktan sorumludur. Bu sorumluluk herkesindir. Bu sorumluluk doğal ve sürekli bir sorumluluk olarak algılanmadıkça, yerine getirilemez.


Özürlünün karşılaştığı ‘engelin’ temelinde, sahip olunan ‘özür’ değil; özrün yarattığı farklılığı bahane eden toplumun, özürlüye karşı geliştirdiği ‘engelleyici tutumlar’ yatmaktadır.


Ayrıca özürlülerin kendileri de, sahip oldukları farklılığı, farklı davranmanın ve kendilerine farklı davranılmasının haklı bir gerekçesi sayarak (zaman zaman bunu bir kazanç sayarak) ayrımcı uygulamaları pekiştirecek tutum ve davranışlar içerisinde olabilmektedir. Bu anlamda özürlüyü kendisinden gelecek ayrımcılığa karşı da korumak gerekmektedir.


Özürlüler gündelik yaşamlarında sayısız ayrımcılık örnekleri yaşamaktadır.


Özürlülere yönelik ayrımcılığın önlenmesinde en etkili unsur, onları iş yaş***** sokmak, üretken kılmaktır.


Unutulmamalıdır ki özürlülerin istihdamı önündeki en büyük engel, önyargıdır; önyargıyı aşmanın en etkili yolu da çalışma yaşamında gösterilecek başarıdır.


Farklı olmak “farklı muameleye tabi tutulmanın” haklı gerekçesi olamaz. Engelliler de herkes gibi, başka hiç bir sebeple değil; salt insan oldukları için onurlu bir yaşamı hak etmektedirler. Bunun için toplumsal yaşama tam katılımın önündeki her türlü engel kaldırılmalı ve eşitlik ilkesi gereğince yaşamın tüm alanlarında desteklenmelidirler.


Oysa engelliler genelde görmezden gelinen, acınan, evde, sokakta, işyerinde, vb. koruma altında bulundurulması gereken kişiler olarak algılanmaktadırlar. Engellilere yaklaşımda dinsel-geleneksel kökenli ‘vicdani yaklaşım’ bireysel, korumacı ve bastırıcı bir tutumdur. Bu yaklaşıma göre iyi bir toplumda, iyi bir insan ‘muhtaç’ kişileri de düşünür. böyle yaptığında engelliler için toplumsal görev yerine getirilmiş olmaktadır. Çağdaş yaklaşım ise insanların bu türden duygu ve düşüncelerini reddetmez; ancak insanların sorunları ve gereksinimleri karşısında sorumluluğu ağırlıklı olarak kamuya (sosyal devlete) yükler. Bu sorumluluk ise tek tek bireylerin, grupların, toplulukların... farklı nedenlerden kaynaklı ve tümüyle kendi inisiyatifler, içerisinde gerçekleşen ‘iyilik yapma’ dürtülerine bırakılamaz. Bunları bir hak olarak tanımlıyorsak hakkın yerine getirilmesinde bir de ‘muhatap’ bulunmalıdır; o da devletten başkası değildir.


Bu anlayışla bakıldığında, devleti sosyal sorumluluklarında uzaklaştırma ve yerine ‘sivil toplumu’ ikame etme yönünde son yıllarda giderek artan çabaların özünde çağdaşlık karşıtı çabalar olduğu hemen fark edilecektir.




“Kimsenin yarın engelli olmayacağının garanti edilemeyeceği” gerçeğinin sık sık anımsatılması üzerine bina edilen, korkuya dayalı davranışlar yerine; başkalarına karşı da sorumlu olduğumuz bilinci konulmalı ve bu bilincin gereği olan kamusal sorumluluklar yerine getirilmelidir.


Ayrımcılıkla Savaşım


Öncelikle sorunların çözümü için gerekli iradenin varolması gerekir. Odağına insanı alan bir yaklaşımla, çözüm üretme ve uygulama sürecinde, sorunun etkilediği tüm tarafların etkin katılımına başvurulmalıdır.


Ayrımcılıkla savaşımda, öncelikle böyle bir olgunun varlığının kamuoyunca bilinmesi büyük önem taşımaktadır. (...) Günümüzde, burada sözü edilen toplumsal farkındalık olgusunda ‘medyanın’ rolü büyüktür. Ancak özürlülere yönelik ayrımcılık konusunda medyanın soruna daha çok acıma duyguları içinde yaklaştığı, sağlıklı bir ele alış üretmediği bilinmektedir. Bu anlamda öncelikle medyanın yaklaşımı düzeltilmelidir.




Ayrımcılığın önüne geçilebilmesi için eğitime büyük önem verilmelidir. (...) Ayrımcılıkla savaşımda en önemli konu, bakış açımızın genişletilmesidir. Bu amaçla, ayrımcılık karşıtı bir eğitim sistemi kurmak ve özellikle de çocuk yaşta eğitime önem vererek, toplumsal yaşamın her alanında ayrımcı uygulamalara izin vermemek gerekir.


Engellilere yönelik ayrımcılık, toplumun gündemine yerleştirilmeli ve toplumun kendi kendini sorgulaması için bir yol açılmalıdır.


Ayrımcılığı yaratan maddi koşulların olabildiğince ortadan kaldırılması ve doğal kabul edilebilecek farklılıklardan bir ayrımcılık türetilmemesi için ayrımcılık karşıtı bir bilincin geliştirilmesi gerekir. Bu doğrultuda temel kabul, herkesin farklı ve herkesin eşit olduğuna olan inançtır.




Yrd. Doç. Dr. Kasım Karataş


Hacettepe Ünv. S.H.Y.O. Öğretim Görevlisi


alıntı