Candaroğulları
Anadolu beylikleri arasında Karamanoğullarmdan sonra en uzun yaşayan bu beylik, Kastamonu ve çevresinde kurulmuştur. Sülâlenin altıncı hükümdarı İsfendiyar Bey'e nisbetle İsfendiyaroğulları diye de anılmaktadır.Ailenin ilk reisi Şemseddin Yaman Candar, Selçuklu ümerasından olup, hizmetlerine karşılık Kastamonu ve etrafı kendisine verilmişti. Oğlu Süleyman Paşa Kastamonu'da bir beylik kurmaya muvaffak olmuştur. (1300), Bilâhare Sinop ve Safranbolu'yu da alarak kuvvetlenen Süleyman Paşa, bir müddet ilhanlılara itaat eder görünmüştür. Bu beyliğin tam müstakil hâle gelmesi, ilhanlı hükümdarı Ebu Said Bahadır Han'ın ölümünden sonraya rastlamaktadır.Candaroğulları ile Osmanlılar arasındaki ilk münasebet Celâleddin Bayezit Bey zamanında başlamıştır. Osmanlı tarihlerinin Kötürüm Bayezit diye bahsettikleri Candaroğullarnıın bu hükümdarı sert ve haşin tabiatlı bir insandı. Kötürüm Bazeyid'in haşin tabiatı yüzünden Candaroğulları beyliği komşuları ile mütemadiyen anlaşmazlıklara düşmüştür. Kötürüm Bayezid'in İskender adındaki oğlunu veliaht tâyin edeceğinden kuşkulanan öteki oğlu Süleyman Paşa babasına karşı silâhlı muhalefete geçmiş bu arada Osmanlıların yardımını temin edebilmek için de Orhan Gazi'nin oğlu Süleyman Paşa'nın kızı ile evlenmiştir. Osmanlıların yardımı sayesinde babası Kötürüm Bayezid'i Kastamonu'yu terke mecbur bırakmıştır. Kötürüm Bayezit Kastamonu'dan çıkıp Sinop'ta yerleşirken, oğlu da Kastamonu'ya hâkim vaziyete geçtiği cihetle, Candaroğulları ikiye ayrılmıştır.Kötürüm Bayezit 1385 de ölünce oğlu İsfendiyar Bey, Candaroğullarnıın Sinop şubesi hükümdarı olmuştur. Önce Osmanlılarla iyi geçinen Süleyman Paşa (ikinci Süleyman Bey) bilâhare bu tavrını değiştirdiğinden Yıldırım Bayezit ile çarpışmak zorunda kalmış, harp de yenilerek öldüğünden, Candaroğullarnıın Kastamonu şubesi toprakları Osmanlılara geçmiştir (1392). Sinop şubesinin hükümdarı İsfendiyar Bey'in hâkimiyeti Sinop şehrinde devam etmiş, 1402 Ankara harbini müteakip ise, Timur'un müsaadesiyle İsfendiyar Bey Kastamonu'dan Samsun'a kadar Candaroğullarnıın eski topraklarına yeniden sahip olmuştur.Ankara harbinin sarsıntıları atlatılmaya çalışılırken Çelebi Sultan Mehmet zamanından itibaren Candaroğulları ile Osmanlılar arasındaki mücadele yeniden başlamış, ikinci Murat zamanında yine çatışmalar olmuş, Fatih zamanında da Candaroğullarına nihayet verilmiştir (1461).Saruhanoğulları
Saruhan beyliği, Türkmen beylerinden Saruhan Bey tarafından Manisa merkez olmak üzere eski Lidya kıtasında kurulmuştur. Beyliğin kuruluşu 1313 tarihine rastlamaktadır. Manisa’dan başka Menemen, Gördes, Nif, Turgutlu ve Demirci gibi kasabalarla sahilde bir miktar araziye sahip olan Saruhanoğulları denizcilikle de meşgul olmuşlardır. Saruhanoğulları, Naksos dukası, Sakız ve Foça Cenevizlileri ve Midilli beyleri ile yaptıkları deniz harplerinin sonunda, denizcilikle Aydınoğulları kadar kuvvetli olmamakla beraber bunlardan bazılarını vergiye bağlayacak kadar muvaffakiyet göstermişlerdir.Beyliğin kurucusu Saruhan Bey ölünce yerine oğul İlyas Bey geçmiş (1346), o da ölünce İlyas Bey'in oğlu İshak Bey Saruhan beyi olmuştur (1364).Osmanlılarla Saruhan oğulları arasında ilk münasebet ve mücadele Ihsak Bey'in oğlu Hızırşah Bey zamanında vuku bulmuştur. Murat Hüdavendigâr'ın Birinci Kosova muharebesinde şehit düşmesi üzerine, Osmanlılar aleyhine Karamanoğulları tarafından hazırlanan tertibe Saruhanoğulları da karışmışlardır. Lâkin Yıldırım Bayezit, sür'atli hareketiyle bunların birlikte iş görebilmelerine fırsat vermemiş ve Saruhan arazisini işgal ederek (1390) beyliğe son vermiştir.Saruhan arazisi Osmanlılara geçince son hükümdar Hızırşah Bey önce Candaroğlu İsfendiyar Beyin yanına sonra da Timur'un yanına kaçmıştır. Ankara harbini müteakip, diğer Anadolu beyleri gibi Hızırşah Bey de memleketine sahip olmuş, hattâ Yıldırım'ın şehzadeleri arasındaki mücadeleye bile karışmıştır. Nihayet Çelebi Mehmet tarafından yakalanarak idam edilince, Saruhan beyliği ikinci defa olarak nihayete ermiştir.Hamidoğulları
Eğridir merkez olmak üzere Uluborlu, Yalvaç ve daha sonraları Antalya'yı da içine alan Hamidoğulları beyliğinin kurucusu Feleküddin Dündar Bey'dir. Eğridiri imar ederek kendi adına nisbetle şehre Felekabad ismini veren Dündar Bey bu beyliği on üçüncü asrın son senelerinde kurmuştur. Dündar Beyin büyük babası Hamit, Selçuklular zamanında bu bölgeye yerleştirilen Türkmen aşiretlerinden birisinin reisi idi. Dündar Beyin mensup olduğu aşiretin büyük babasının ismiyle anılması da muhtemeldir. Hamit Beyin oğlu İlyas Bey Selçukluların göller havzası hududundaki uç beylerinden idi.İlyas Bey'in oğlu Dündar Bey Hamidoğulları beyliğini kurduğu zaman ilk defa Uluborlu'yu, bilâhare de Eğridir'i merkez yapmıştır. Antalya şehri de Dündar Bey zamanında Hamidoğullarına bağlanmıştır; yalnız, Antalya'da Dündar Bey'in kardeşi Yunus Beyin sözü geçtiğinden Hamidoğulları beyligi Eğridir ve Antalya şubelerine ayrılmıştır.İlhanlıların Anadolu valisi Demirtaş, Anadolu beyliklerini kaldırmak için harekete geçtiği zaman Demirtâş'a karşı duramayacağını anlayan Dündar Bey Antalya'ya kaçmıştır. Lâkin Antalya emiri bulunan yeğeni Mahmut Bey amcası Dündar Beyi Demirtâş'a teslim etmiş, o da Dündar'ı öldürtmüştür (1324).Anadolu beylikleri için tehlike saçan İlhanlı Valisi Demirtaş Mısır'a kaçınca Dündar Bey'in oğlu Hızır Bey meydana çıkarak babasının mülkünün bir kısmını elde etmiş, onu müteakip Dündar'ın diğer oğlu İshak Bey Hamidoğulları beyliğinin idaresini elde ettiği gibi (1328) Eşref oğullarından arazi bile koparmıştır.Osmanlılarla Hamidoğulları arasındaki münasebet Dündar Beyin diğer oğlu Mehmet Beyin torunlarından Kemaleddin Hüseyin Bey zamanında vuku bulmuştur. Osmanlı hükümdarı Birinci Murat, Kemaleddin Hüseyin Bey'i sıkıştırarak ülkesinin büyük bir kısmını satmaya mecbur bırakmıştır. Osmanlılar, Hamidoğullarına verdikleri 80,000 altın mukabilinde bu beyliğin topraklarından Yalvaç, Karaağaç, Beyşehir, Akşehir ve Seydişehir'e sahip olmuşlardır. Hüseyin Bey 1391 de ölünce arazisinin diğer kısımları Osmanlılarla Karamanlılara intikal etmiştir.Hamidoğullarının Antalya şubesi eğridir şubesinden daha sonra yıkılmıştır. Osmanlı Padişahı Yıldırım Bayezit 1392 de Antalya'yı zapt ederek beyliğin bu şubesine de nihayet vermiş ise de, 1402 Ankara harbinden sonra Hamidoğullarının Antalya şubesi soyundan Osman Bey, Antalya hariç olmak üzere beyliğin topraklarının bir kısmını elde etmiştir. Antalya'yı zapt edebilmek için Karamanoğullarından yardım isteyen Osman Bey, Osmanlıların Antalya Sancak Bey'i tarafından merkezi Korkuteli'ne yapılan ani bir baskın neticesinde telef olmuş, Antalya'yı kuşatan Karamanoğlu Mehmet Bey de kaleden atılan bir gülle isabetiyle ölmüştür (1423).Böylece Hamidoğularının son tutunma noktaları olan Korkuteli de Osmanlılara geçmiştir.Eretna ve Kadı Burhaneddin hükümetleri
Bu iki hükümet, Selçuklular yıkılmak üzere iken veya yıkılmalarını müteakip hemen kurulan hükümetlerden olmadığı ve bunun için de Anadolu beylikleri sayılırken onların arasında zikredilmediği halde, Osmanlı tarihinin ilk devirlerinin iyi kavranabilmesi için kısaca gözden geçirilmeleri faydalı olacaktır.Eretna beyliği, aslen bir Uygur Türkü olan Eretna Bey tarafından kurulmuştur. İlhanlıların Anadolu valisi Emir Çobanoğlu Demirtaş Mısır'a kaçtığı sırada Noyan unvanını haiz olan Alâeddin Eretna Beyi kendisine vekil bırakmıştı. Kurnaz ve müdebbir bir zat olan Eretna, Moğollara sadakat göstererek mevkiini muhafaza etmiş, İlhanlı hükümdarı Ebu Said Bahadır Han'ın ölümü ile baş gösteren saltanat kavgalarında da gayet kurnaz davranarak Anadolu valiliğini elinden kaçıracak bir hata işlememiştir. 1343 senesinde üzerine yürüyen Demirtaş'ın oğlu Küçük Şeyh Hasan'ı mağlûbedince istiklâl ve hükümdarlığını ilân eylemiştir. Böylece Erzurum, Sivas, Kayseri, Amasya, Ankara, Aksaray, Tokat şehirlerini içine alan Eretna hükümeti ortaya çıkmıştır.Anadolu halkı Moğol tahakkümünden bizar olduğundan Alâeddin Eretna'nın iyi idaresi, hak ve adaleti tanıması geniş bir memnuniyet uyandırmış, halkı arasında «Köse Peygamber» diye maruf olmuştu.Eretna 1352 de ölmüş, yerine geçen oğlu ve onu müteakiben de torunu zamanında valilerin nüfuzları artmaya, bunlara mukabil hükümdarların nüfuzları da azalmaya yüz tutmuştu. Eretna'nın torunu Ali Bey'in 1380 yılında ölümü üzerine, yedi yaşındaki oğlu hükümdar ilân edilmiştir. Fakat çocuğa vasi tâyin olunan Kadı Burhaneddin bir taraftan bu çocuğu hal' ederken öte yandan da Eretna beyliğinin en nüfuzlu ümerasından olan Hacı Şadgeldi'yi katlederek Eretna beyliğine son verip kendi hükümdarlığını ilân etmiştir (1381).Eretna beyliği topraklarının mühim bir kısmını içine alan Kadı Burhaneddin'in hükümeti, hükümdarın cesur, zeki ve mücadeleci olmasına rağmen on yedi seneden fazla devam edememistir. Kadı Burhaneddin Karamanoğulları, Mısır memlûkleri ve Osmanlılar gibi kendisinden çok kuvvetli hasımlar karşısında kalmış, buna rağmen onlarla mücadele etmekten çekinmemiştir.Âlim, fâzıl ve şair bir kimse olan Kadı Burhaneddin, Akkoyunlu devletinin kurucusu Karayölük Osman Beyle Divriği yakınlarında yaptığı bir harbde (1397) esir düşerek idam edilmiş, onun öldürülmesiyle hükümeti de sona ermiştir.SELÇUKLULARLA BEYLİKLER DEVRİNİN ÖN ASYA'DAKİ MEDENİYETİSelçuklular Ön Asya'ya geldikleri vakit burasını harap bir halde buldular, az zamanda kendi idareleri altındaki yerlerde Orta Asya'da kurdukları binalar tekniği ile çalışmaya koyuldular; yer yer sıhhî, içtimai ve dinî müesseseler, Selçuk mimarîsinin ince ve zarif hatları ile yükselmeye başladı. Taş işçiliğinin, tahta oymacılığının şaheserleri addedilen örnekleri verirken diğer sahalarda; kumaş, hah, işleme, tezhip ve ciltlemede, dericilik, ev ve el sanatlarında da bir gelişme ve yükselme gösterdiler, silâhlarına bile Selçuk sanatının kendine has ince desenini nakşettiler.On üçüncü asırda Ön Asya, Selçuklular elinde her bakımdan bir inkişafa mazhar olmuş bulunuyordu. Yeni şehirler kurulmuş, halk, kendi işleriyle meşgul, refah içinde bir hayat sürmekteydi. Başta sanat şubeleri olmak üzere ziraat ve ticaret de daimî inkişaf halinde idi. İlim müesseseleri devrin en yüksek otoriteleri elinde öz Türkçenin özellikleriyle sulh ve sükûn içinde çalışıyor, yeni adamlar yetiştiriyordu. Müslüman dininin ana prensibi olan vicdan ve beden temizliğini tam ve gerçek manası ile anlayan Selçuk hükümdar ve devlet adamları, şehirlerinin kuruluşunda bilhassa bu noktaya kıymet veriyor, camilerle çeşmeler ve hamamlar inşa ediyor, bir taraftan da halkın sağlığını ve sağlamlığını temin için darüşşifaların temellerini atıyorlardı.Sonra Anadolu beyliklerini kuranlar da, böyle yüksek bir medenî seviyeye ulaşmış bir ülkeye tevarüs ettiklerinden bir taraftan istiklâl mücadelesi yaparlarken diğer taraftan da bu imar ve kalkınmayı durdurmadılar, kendilerinden de bazı özellikler katarak devam ettirdiler. Bilhassa her büyük şehirde beylerin kendi adlarını taşıyan eserlerinin imar faaliyetinin şahidi olarak diğer eserlerle birlikte bugün hâlâ ayakta durmaktadırlar.Anadolu'ya Selçuklulardan sonra en fazla eser veren beylik Karamanoğulları'dır. Bu beyliğin Anadolu'nun birçok yerlerindeki eserleri, Selçuk ve Osmanlı devri mimarîsi arasında ayrı bir hususiyet de taşımaktadır. Diğer beylikler de, Karamanlılar kadar olmamakla beraber bulundukları yerleri kendi çaplarında imardan geri kalmamışlardır.Selçuklular devrinde olduğu gibi beylikler zamanında, imar faaliyetine muvazi olarak ziraî, sınaî ve ticarî ve diğer mevzular da ihmal edilmeyerek ele alınmıştı. Bu devirlerde hayvan neslinin ıslahına, pamuk ekiminin yayılmasına çalışılmış, madenlerden istifade edilmiş, ipekçilik inkişaf ettirilerek ham ve mamul halde yabancı memleketlerde pazar bulmuş, Türk halıcılığı ise dünyada bu devirlerden itibaren kendisini tanıtmıştır.HAÇLI SEFERLERİ
Hıristiyanların haç yeri olan ve mukaddes toprak diye adlandırılan Kudüs şehri ile civarının, on birinci yüzyılda büyük bir Müslüman Türk imparatorluğu kuran Selçukluların Ön Asya'yı zapt etmeleri sonunda burasının Hıristiyan hacılara kapanmış addedilmesi Hıristiyanlık âleminde esasen mevcut olan İslâm düşmanlığının artmasına sebep olmuştu, ön Asya ile teması olan Avrupalı gemici, tüccar ve iş adamlarının buralarda gördükleri zenginlik, refah ve medeniyeti, topraklarının verimliliğini kendi memleketindekilere kıyasla methetmeleri de o tarihlerde yoksul ve perişan bir hayat süren Avrupa halkı arasında efsane şeklinde ağızdan ağıza dolaşıp din düşmanlığına bir de hırs ve tamah eklemişti.O sırada papa bulunan Ürben, hal ve şartları Hıristiyan halkını Müslümanlar aleyhine kışkırtmaya müsait bulup ne zamandır tasavvur ettiği din savaşını ilâna karar vererek halkı Piyer Lermit ismindeki cahil bir papazın çığırtkanlığı ile Müslümanlarla harp etmek, mukaddes topraklardan geri atmak için kurulacak orduya katılmaya davet etmişti. Bu şekilde başlayacak olan Haçlı seferleri 1096 dan 1270 yılma kadar sekiz sefer halinde devam etmişse de her yerde, İslâmiyet’i kabul ettikleri tarihten itibaren bu dinin koruyucusu ve alemdarı olan Türklerin kahramanlıkları karşısında askeri bir netice vermemiştir. Bununla beraber bu seferler, garbın şark kültür ve medeniyetini tanımasında ve bilâhare de bundan kendi yararlarına âzami faydayı sağlayarak kalkınmalarında âmil olmuştur.Öncüler ve Birinci Sefer
Papa Ürben'in davetine ilk koşanlar Fransızlar, İtalyanlar ve Alınanlardı. Diğer Avrupa memleketlerinden de katılanlarla acele kurulan karmakarışık ilk ordu papas Piyer Lermit ile şövalye Gotye'nin kumandasında öncü olarak kolay bir zafer ümidiyle yola çıkarıldı. Balkanlar yolu üzerinden Bizans (İstanbul)a, oradan da Anadolu'ya geçen bu ordu İznik civarında kendilerine karşı cephe tutan Selçuklular tarafından mağlûbedildi ve tamamiyle kılıçtan geçirildi. Bu çarpışmadan Piyer Lermit kaçarak canını zor kurtarabildi.Öncü kuvvetlerin imhası Hıristiyanların hırsını büsbütün kamçıladı. Asıl büyük orduyu teşkil eden altı yüz bin kişilik bir kuvvet Fransız şövalyelerinden Godfruva dö Buyyon kumandasında İstanbul'a gelmiş bulunuyordu. Bizanslılar, Haçlı kuvvetlerinin başlarına belâ olmasından korkarak bunları kendi gemileriyle karşı yakaya geçirdiler ve Türklerden temizlenen şehirleri kendilerine verdikleri takdirde Haçlılara erzak temin edecekleri vaadinde bulundular. Godfruva dö Buyyon, ordusu öncülerinin kılıçtan geçirildiği İznik'e kadar ilerledi, kısa bir muhasaradan sonra şehri zapt etti. Selçuk sultanı Birinci Kılıç Arslan, bu büyük düşman kuvveti karşısında oyalama ve ardçı harbleriyle ve sık sık baskınlar yaparak hasmını kırpalama tabiyesi ile köyleri yakarak, köprü ve yolları tahribederek geri çekilmeyi muvafık bulduğundan Haçlılar büyük kayıplar vererek güçlükle ilerliyorlardı.Torosları da aşan Haçlılar ordusu bu hareketinin sonunda Kudüs'ü de almaya muvaffak oldu. Burada Türk Müslüman sivil halktan yetmiş bin kişinin işkence ile katledilmesi, kadın ve çocuklara yapılan zulümler Hıristiyanlığın yüz karası olarak tarihe mal olmuştur.Kudüs'ün zaptı ile neticelenen ilk sefer gayesine ulaşmış addedilebilir. Suriye ve Filistin şehirlerini de zapt eden Haçlılar buralarda birtakım derebeylikler kurdular. Ordunun kumandanı Godfruva dö Buyyon ise tesis ettiği Lâtin krallığının başına geçerek kral sıfatiyle Kudüs'e yerleşti (1096-1099).İkinci Sefer
Bu sefer, Selçuk Türklerinin birinci Haçlılar ordusu ile yaptıkları harpler sonunda kaybettikleri şehirleri geri almak için harekete geçmeleri üzerine tertiplenir.Musul atabeyi İmadüddin, ordusu ile taarruza geçerek 1144 senesinde Urfa'yı Haçlılardan kurtarmaya muvaffak oldu.Bu haber Avrupalıları telâşlandırdı. Mukaddes toprağı yine başlayan Türk tehlikesinden korumak ve onları tamamiyle ezmek üzerine Fransa kralı Yedinci Lui ile Alman imparatoru Üçüncü Konrad ordulariyle, ayrı ayrı olarak yola çıktılar. Anadolu'ya Fransızlardan daha evvel varan Konrad mağlûboldu.Yedinci Lui ise Antalya önlerine kadar ilerleyebildi ise de bir netice alamadı. Oradan deniz yolu ile Suriye'ye geçti. Şam'ı muhasara etti, orada da şehrin kahramanca müdafaası karşısında başarısızlığa uğradı, mahzun ve mahcup geriye, memleketine döndü.Üçüncü Sefer
Kudüs Lâtin krallığının Mısır'a karşı harekete geçmesi üzerine Musul atabeyi Nurettin Zengi, yeğeni Selâhattin Eyyubî ile kumandanlarından Şirgûh'u bir yardım ordusunun başında Fatımî devletine muavenete göndermiştir.Şirgûh'un vefatı üzerine ordunun başına geçen Selâhattin Eyyubî Fatımî devletini de ortadan kaldırarak Mısırda Eyyubî devletini kurmuştu (1174).Selâhattin Eyyubî Mısır'a hâkim ve sahip olduktan sonra ordusunu daha da kuvvetlendirerek derhal Kudüs Lâtin krallığı ile harbe başladı. Taberya gölü civarında iki taraf arasında cereyan eden büyük savaş sonunda Lâtin krallığı ordusunu perişan eden Selâhattin Eyyubî Kudüs'ü de muhasara altına aldı, şehri üç ay gibi kısa bir zamanda Haçlılardan kurtardı (1187).Selâhattin Eyyubî'nin bu muvaffakiyet ve muzafferiyet haberi Avrupa'da yeniden Türkler ve Müslümanlar aleyhine büyük bir galeyana ve ayaklanmaya sebep oldu ve neticede Üçüncü Haçlılar seferinin hazırlıklarına başlanıldı.Bu sefere Alman imparatoru Kızılsakallı Frederik, Fransız kralı Filip Ogüst ve İngiltere kralı olan Arslan Yürekli Rişar kumandalarında büyük bir ordu katılacaktı.Mukaddes toprağı Müslümanlardan kurtarmak şerefini diğer krallardan evvel kazanmak hayal ve hırsiyle ilk harekete geçen Alman imparatoru oldu. Kara yolu ile ordusunun başında Anadolu'ya geçen İmparator Frederik Silifke suyunu, Göksu'yu geçerken çaya düşüp boğuldu. Başsız kalan ordusu da dağıldı.İngiltere ve Fransa kralları deniz yolu ile Kıbrıs'a oradan da Akkâ önlerine geldiler. Maksatları Selâhattin Eyyubîyi ve devletini ortadan kaldırmaktı. Akkâ kalesini muhasara ettilerse de bir netice alamadılar. Krallar arasında seferin güdümü ve kumanda mevzuunda esasen anlaşmazlık vardı. Bu yüzden Filip O-güst ordusu ile geriye döndü. Yalnız kalan Arslan Yürekli Rişar birçok neticesiz ve ordusunu yıpratan savaşlar yaptı. Kudüs'ü geri almak şöyle dursun hiçbir muvaffakiyet elde edemedi. Neticede Selâhattin Eyyubî ile yaptığı konuşmalar sonunda üç senelik bir sulh ile Kudüs'ü Hıristiyanların ziyaret edebilmeleri müsaadesini istihsal etti ve memleketine döndü.Diğer Seferler
Dördüncü Haçlılar seferi yine Kudüs'ü kurtarmak gayesiyle tertiplendi ise de bu sefere iştirak edenler İstanbul'a geldikleri vakit Bizans'ın iç karışıklıklarından istifade ederek şehri yağma ettikten ve halkı soyduktan sonra buraya yerleştiler, bir Lâtin imparatorluğu kurarak dâva ve hedeflerini unutuverdiler (1204).Beşinci sefer, Selâhattin Eyyubî'nin Şam'da vefatı haberi üzerine (1193) durumdan faydalanırım ümidiyle Macar kralı Andre tarafından tertip edildi ise de neticesiz kaldı.Altıncı seferi Alman imparatoru İkinci Frederik yaptı. Selâhattin Eyyubî'nin vefatından za'fa uğrayan Eyyubîlerle anlaşarak Kudüs'ü zapt etmeye muvaffak oldu ise de şehir bir müddet sonra yine Türkler tarafından kurtarıldı.Yedinci ve sekizinci Haçlı seferlerini Fransa kralı Sen Lui yaptı. 1248 de Mısır'a saldıran Sen Lui Mansure savaşlarında yenilerek ordusu ile beraber esir düştü. Muazzam bir bedel fidyei necat ödiyerek esaretten kurtuldu, zelil ve makhur memleketine döndü. Bu mağlûbiyet ve esaretin intikamını almak istiyen Sen Lui bir müddet sonra, fakat bu sefer daha kolay bir zafer temini maksadiyle Tunus'a hücum etti (1270). Neticesiz birtakım harpler yaptı, orada da muvaffakiyetsizliğe uğradı. Tutulduğu veba hastalığı ile ölümü kendisini memleketine ne yüzle döneceği endişesinden kurtarmış oldu.Mutaassıp Hıristiyanların din perdesi altında Müslüman Türkleri imhayı hedef tutan harpleri de Sen Lui'nin ölümü ile neticelenen sekizinci seferle tamamlanmış ve resmen kapanmış ise de ileride Osmanlı Türklerinin Rumeli’deki zaferleri ve ilerlemeleri Hıristiyanlık için büyük bir tehlike addedildiğinden yeni Haçlı seferlerinin tertiplendiği görülecektir.Haçlı Seferlerinin Neticeleri
Şark kültür ve medeniyetine nazaran o devirde çok geri olan ve kilisenin nüfuzu altında bulunan Avrupalıların din uğruna diye yaptıkları bu harplerde her iki taraftan da milyonlarla insan ölmüş, bunda garbın insan kaybı daha fazla olmuştur.Ön Asya'da Selçuk Türklerinin bulunması ve mıntıkaya kültür ve dinî müesseseleriyle yerleşmiş olmaları, garpten gelen mutaassıp ve yağmacı insan sürülerinin Müslümanlığı ve müdafii Türkleri imhaya matuf emellerine ulaştıramamıştır.Türklerin Müslümanlığı kabul edişleri ve küçük Anadolu'da sağlam bir surette yerleşmiş bulunmaları ve bu toprakları kendilerine yurt-vatan ittihaz etmiş olmaları, asil ve necip kan ve canları bahasına bu önünde durulması güç aç Hıristiyan seline kahraman vücutlariyle sed çekmiş, bu seferler karşısında topyekûn Müslümanlığın kurtuluşunu sağlamış, tarihe zafer destanları olarak geçen harpler sonunda vatan istilâdan kurtarılmıştır.Avrupalılar ise bu seferlerle şark kültürünü, medeniyet eserlerini, insanlarını ve Türklerin âlicenap kahramanlığını tanımışlardır. Bu seferler garp ile şark arasında yeni ufuklar açılmasına ve siyasî, ticarî münasebetlerin kurulmasına sebep olmuştur.Avrupa'da papanın ve kilisenin; krallar, beyler, halk üzerindeki nüfuzları kırılmış, derebeylikler zayıflamış, krallıklar kuvvetlenmeye başlamıştır.Neticede Türk İslâm medeniyeti garbın gözünü açmış ve Avrupalılar bu seferler sayesinde görüp tanımaya başladıkları bu medeniyet eserlerinden büyük ölçüde istifade yolunda çalışmaya koyulmuştur.OSMANLI DEVLETİ KURULURKEN BİZANS'IN VAZİYETİOsmanlı devletinin kurulup gelişmesini iyi kavrayabilmek için, Anadolu'nun o zamanki siyasî çehresini, kültür durumunu ve etnik vaziyetini tahlil edebilmek üzere Selçuklulardan itibaren Anadolu beyliklerini kısaca da olsa, tetkike nasıl lüzum varsa; aynı noktaların aydınlanması ve bilhassa Osmanlıların süratle gelişmelerinin sırrını kolaylıkla çözebilmek için de, Bizans'ın on üçüncü ve on dördüncü asırlardaki vaziyetini gözden geçirmek lazımdır.Malazgirt meydan muharebesinden sonra (1071), Bizanslılar Anadolu'yu kaybetmeye başlamışlardı. Gerçi Bizanslılar, Malazgirt'ten sonra da Anadolu'nun Türkleşmesine mâni olmak için gayret sarfettilerse de, kudretleri böyle bir işe mâni olmaya kâfi değildi. Haçlı seferleri Türklerin Anadolu'ya tamamen yerleşmesine bir müddet mâni oldular. Haçlı seferleri Bizans için de pek hayır getirmedi. Zira bu seferler Bizans'ın da tahrip edilmesine ve idarenin 57 yıl müddetle Latinler eline geçmesine sebep oldu. Paleoloğ'ların gayretiyle 1261 de Bizans imparatorluğu yeniden kurulduğu zaman, imparatorluk her bakımdan zayıflamış, arazisi küçülmüş ve perişan hale düşmüştü.İmparatorluk arazisi küçüldüğü, ve imparatorluğa asker veren ülkeler elden gittiği için Bizans'ın ordusu kalmamış gibiydi. Bizanslıların ordu dedikleri şey; çeşitli milletlerden ücretle toplanmış bir kalabalıktan ibaretti. Bizans, bu gayrı mütecanis asker topluluğunun maaşlarını da doğru dürüst veremiyordu. Kara ordusu böyleyken, tabii denizcilik de aynı perişan manzarayı gösteriyordu. Akdeniz'de bir kuvvet kesilen Venedik ve Cenevizliler, Ege'deki Bizans hâkimiyetini baltalıyor, Bizanslılar onların Ege ada ve kıyılarında yerleşmelerine mâni olamıyordu.Mihael Paleólogos (1259-1282) Lâtin hükümetinin yerine Bizans imparatorluğunu bu perişan durum içinde yeniden tesis ederken; Anadolu'da, Bizans'ın lehine sayılacak hâdiseler cereyan etmekteydi. Anadolu Moğol istilâsına uğrayarak Selçuklu devleti İlhanlı nüfuzu altına düşerken Anadolu'daki Türk kudret ve vahdeti sarsılıyordu. Fakat Bizans'ın sosyal ve ahlâkî yapısı zayıflamış olduğundan, Anadolu'daki Türk idarî vahdetinin sarsıntı geçirmesinden faydalanamadı. İlhanlı hâkimiyeti neticesi Selçuklu devleti yıkılmaya yüz tutarken, yeni Türk devletleri doğup gelişmeye başladı. Zira Türklük Anadolu'ya dinî ve sivil mimarî şaheserleri, kültür müesseseleri, halk el sanatları ve ticareti ile öylesine yerleşmişti ki, Moğol istilâsı gibi asyaî hareketler, Anadolu Türklüğünü söndürmek surda dursun, Türklüğe yeni direnme ve bu direnmeye istinat ederek ileriye atılma heyecan ve cesareti verecekti.Mihael Paleologos'tan sonraki İmparator İkinci Andronikos (1282-1328), bu vaziyet karşısında, Anadolu'yu siyasî nüfuzları altında tutmakta olan İlhanlılardan medet ummaya başladı. Bizans imparatoru, kızı olduğu söylenen Prenses Marya'yı, İlhanlı hükümdarı Gazan Mahmut Han'a zevce olarak vermek suretiyle onlardan yardım vaadi aldı, Marya yolda iken Gazan Han öldüğünden, Bizanslı Prenses Gazan Han'ın kardeşi Olcayto Han'a zevce oldu. Lâkin o, Bizans'ın yardım talebine önem vermediğinden imparatorun bu ümidi de suya düştü.İkinci Andronikos İlhanlılardan yardım beklerken, Bizans'ın Anadolu hudutlarında kurulmuş bulunan Türk beylikleri her gün biraz daha imparatorluk arazisinden parçalar kopararak büyüyorlardı. Osman Beyin taze kuvvetleri bunların en başında geliyordu.İmparator Andronikos doğudan gelecek yardımdan ümidini kesince, yüzünü batıya Hıristiyanlık dünyasına çevirdi. Ücretle tutulmuş insanlardan müteşekkil bir kalabalığı yardıma çağırdı. İspanya kiralı Ferdinand Dragon, Sicilya kiralı Şarl D'anju (Charles d'anjou) ile sulh imzalayınca, kendi hizmetinde kullandığı sekiz bin Katalonyalı askeri Bizans'a göndermişti (1302). Roje dö Flar ismindeki maceracı bir kumandanın emrinde bulunan bu sekiz bin Katalan, kumandanları gibi maceracı ve nizam dinlemeyen topluluktan ibaretti. Katalanlar İstanbul'a gelir gelmez önce Galata'daki Cenevizlilerle boğazlaşıp, onun arkasından Bizans halkını soymaya başlayınca, imparator bunları şehirden uzaklaştırmaya çalıştı. Anadolu'ya sevketmek üzere Kapıdağı'nda karaya çıkarttı.Soygun ve macera harbinden başka bir şey yapmayan Katalanlar Anadolu'da Karesi ve Germiyanlı Türklerle çarpıştıktan sonra Kilikya'ya kadar gittiler; oradan dönüp yine soygun çarpışmaları yapa yapa batıya geldiler ve Rumeli'ye geçtiler. Reisleri Roje dö Flar, Edirne'ye giderek babası Andronikos ile birlikte İmparatorluk eden Mihael'e arzı tazimatta bulunmak isterken bir Alan tarafından öldürülünce, bundan muğber olan Katalanlar işi büsbütün azıttılar. Soygun ve tahriplerini artırdılar. Bir müddet Gelibolu'da tutunarak, intikam almak gayesiyle imparatorun topraklarına akınlar yaptılar. Sonra yine tahriplerle maceracı hareketlerine devam ederek Atina'ya kadar ilerlediler, orada bir hükümet kurdular.Bu vaziyette imparatorun batıda yardım ümidi neticelenmiş olmayıp, ayrıca yeni belâların ortaya çıkmasına, sebep olmuştu. İmparatorluk arazisi dahilindeki halk vergi yükünden ezilir, derebeyi vaziyetindeki eyalet valileri ile memurların zulüm ve adaletsizliklerinden bezginlikleri artmakta devam ederken, Bizans merkezinde de siyasî krizler ve taht kavgaları sürüp gidiyordu. İmparator İkinci Andronikos, oğlu Mihael ile birlikte saltanat sürmekte iken, Mihael'in 1320 yılında ölmesi üzerine Mihael'in oğlu genç Andronikos büyük babası ihtiyar Andronikos ile taht kavgasına girişmiş, en sonunda saray nazırı Kantakuzen'in de yardımiyle 1328 de ihtiyar Andronikos'u hal' ederek Bizans tahtına oturmuştu.Genç Andronikos, imparatorluğunu Anadolu ve Balkanlardan tehdit eden kuvvetlerle uğraşmak üzere faaliyete geçti. Balkanlar cihetinde Bulgar kiralının ileri hareketini durdurdu. Anadolu cihetinde Bursa'yı aldıktan sonra İznik'i kuşatan Orhan Bey ile muharebe etti. Balkanlardaki muvaffakiyetine rağmen Orhan Bey karşısında mağlup oldu. Yaralı vaziyette muharebe sahasından güçlükle sıyrılıp kurtulabildi (1330). Bunun arkasından İznik, İzmit gibi mühim merkezler Türklerin eline geçtikten sonra, Türkler Boğaziçi kıyılarına kadar sokuldular.Bu sırada Balkanlarda Bizans için yeni bir tehlike daha belirmişti. Bu yeni tehlike Bizans başşehrini dahi almaya niyetlenen Sırp kiralı Istefan Duşan idi. Sırpların bu en kudretli krallarının arz ettiği tehlike karşısında Bizans İmparatoru Türklere yanaşmak ve onların dostluğundan faydalanmak istedi. İmparator genç Andronikos bu gaye ile Orhan Beye bir heyet yolladı. Fakat 1341 yılında ölümü Bizans merkezinde saltanat için yeni kavgaların doğmasına âmil oldu.Andronikos'un küçük yaştaki oğlu Yuannis (Jan)e vasi tâyin edilen başvekil Kantakuzenos bir fırsatını bularak Dimetoka'da hükümdarlığını ilân etti. Lâkin Kantakuzenos'un imparatorluğu İstanbul ve Edirne'de kabul edilmedi. Edirneliler Bulgar kiralını yardıma çağırırken, tahtı elinden kaçırmak istemeyen Kantakuzenos da Sırp kiralı ile anlaşmak istedi; buna muvaffak olamayınca Aydınoğlu Gazi Umur Beye başvurdu. Umur Bey 32 gemi, 29 bin askerle yardıma geldi. Bulgarları Dimetoka'dan geriye attı. Umur Bey ertesi sene yine Rumeli'ye geçti ve Kantakuzenos'un rakiplerini tepeledi. Umur Bey Bizanslılara yardım için 1345 de üçüncü defa olarak Saruhan beyliği ile Karesi Oğullarının kuvvetleri de yanında bulunduğu halde Rumeli'ye geçmiş ve dostu Kantakuzen'in hasımlarını ezerek Bizans imparatoruna kıymetli yardımlarda bulunmuştur.Umur Beyin bu üçüncü yardımından sonra Kantakuzenos, Umur Beyin tavsiyesiyle bundan böyle Orhan Gazi'den de yardım temin edip ona istinadetti. 1346 da kızı Teodora'yı Orhan Beye vererek dostluğunu akrabalık bağı ile takviye etti. Orhan Beyden ilk defa beş altı bin kişilik yardım kuvveti temin eden Kantakuzenos, Türk askerlerinin başarısı sayesinde, Yuannis'e karşı Rumeli'deki vaziyetini iyice kuvvetlendirdi. Rumeli'de emin ve hâkim vaziyete geçince Bizans'ı almaya karar verdi. Orhan Beyden aldığı kuvvetlerle beraber Bizans'ı kuşattı. Bir senelik kuşatma sonunda, şehirdeki taraftarlarının surlardaki bir kapıyı açmaları neticesi şehre dahil oldu. Nihayet Yuannis'le müştereken imparatorluğu kabul edildi.
Kantakuzenos, 1347 yılında damadı Orhan Gazi ile Üsküdar'da görüşmesini müteakip, Sırplara karşı kullanılmak üzere altı bin kişilik yardımcı Türk kuvveti temin etti. Kantakuzenos, sıkıntıya düşünce hemen Türklere başvurarak yardım kuvveti temin etmesine ve mevkiini Türklere medyun bulunmasına rağmen, Türklerin aleyhine çalışmaktan da asla geri durmadı. Hattâ Papaya müracaat ederek Türklere karşı bir Haçlı seferi yapılmasını dahi istedi ve bu mesele üzerinde hayli durup uğraştı.
Yuannis'le müşterek saltanatı sırasında Rumeli'de kullanılmak üzere iki üç defa daha Türklerden yardım kuvveti alan Kantakuzenos 1353 de asıl imparator Yuannis'i Bozcaada'ya sürerek hapsettirmişti. Aynı sene içinde Bizanslılara yardım için gittiği Rumeli'den dönen Orhan Gazinin büyük oğlu Süleyman Paşa, Gelibolu yarımadasındaki Çimpe kalesine bir miktar asker bırakmıştır. Türklerin Rumeli'de tutunması işte asıl bu tarihten itibaren başlamaktadır.
1354 de Türkler Gelibolu'yu alınca, imparator Kantakuzenos tehlikenin vehametini kavramış, Türkleri Rumeli'de tutunmaktan alıkoymak için Sırp ve Bulgarlardan yardım istemişse de muvafık cevap alamamıştır. Bu arada Yuannis Bozcaada'dan kaçmış, İstanbul'a gelerek şehirde bir ayaklanmaya sebep olmuştur. Ayaklanma sonunda Kantakuzenos tahtını kaybederken, Yuannis onun yerine Bizans'ın imparatorluk tahtına kuruluyordu (1355).
Birtaraftan Bizans merkezindeki taht kavgaları, öte taraftan da Anadolu'dan sonra Rumeli cihetinden de sıkışması, Bizanslı idarecileri şaşkına çevirmişti. Bizans'ın hasmı bir tane değildi; en başta fena idare ile taç kavgaları imparatorluğu her gün biraz daha çökertiyordu. Balkanlarda Sırp ve Bulgar tehlikesi, imparatorları sık sık Türklerden yardım ricasına mecbur ediyor, taç kavgaları devam ettikçe Türklerin Bizans üzerindeki nüfuz ve müdahaleleri o nispette artıyordu. Bütün bu hallerden ustaca istifade eden Türkler Balkanlarda adım adım ilerliyorlardı.
Türklerin Balkanlardaki ilerleyişi fazlalaşınca imparator yardım temin etmek için Avrupa'ya gitti. Avrupa dönüşü Macaristan'dan geçerken ziyaret ettiği Macar kiralına, yardım yapıldığı takdirde Katolikliği kabul edeceğini bildirdi. Macaristan'dan memleketine avdet ederken birçok sıkıntılar atlattı. İmparatorun bu vaadini gerek Bizans halkı gerekse Balkanlılar hoş karşılamıyordu. Balkanlılar mezhep değiştirmektense Türklerin dinî toleransından faydalanarak Türk idaresinde yaşamayı daha uygun buluyorlardı.
İmparator Beşinci Yuannis karısının ve tebaasının muhalefetine rağmen, kiliselerin birleşmesi işini görüşmek üzere Roma'ya gitti. Roma'da katolikliği resmen kabul etti (1369). Papa bir taraftan imparatorun katolikliği kabul ettiğini ilân ederken, aynı zamanda bütün Rum papaslarının da mezhep değiştirmek suretiyle imparatoru takip etmelerini tavsiye ediyordu. Fakat imparatorun katolikliği kabul etmesi Rum papasları üzerinde katoliklik lehine bir tesir yaratmadı. Bilâkis eskiden beri Katoliklerle Ortodokslar arasında mevcut olan mezhep münaferetini körükledi, Yuannis de Roma'dan ayrıldıktan sonra Avrupa'nın mühim merkezlerini dolaşarak pek çok yardım vaadi aldı ama bütün bu vaadler tamamen lâfta kaldı.
Bütün bu haller Türk muvaffakiyetini kolaylaştırmaktaydı. Batıdan istenen yardımdan kat'i şekilde ümit kesilince Bizans imparatorları Türklerle anlaşmaya mecbur oldular. Türklerin Balkanlardaki fütuhatını tanıdılar, hattâ Bizans'ta Türkler için bâzı haklar tanımak zorunda kaldılar. Maamafih fırsat düştükçe Türkler aleyhine açık veya gizli entrikalar çevirmekten geri durmadılar. Nihayet Balkanlarda da vaziyetlerini sağlamlaştıran Türkler Bizans'ı zapt etmek üzere kuşatma hareketlerine tevessül ettiler. 1402 Ankara harbi Bizanslılara rahat nefes aldırdı ama, Bizans artık o derece çökmüş, buna mukabil Türk devleti o kadar kuvvetli temeller üzerine bina edilmişti ki, neticede yıkılmaktan kurtulamadı.
Kayılar rastladıkları ili muharip ordudan mağluba yardıma koşarlarken (Mufassal Osmanlı Tarihi Tablosu No: 1)
OSMANLILARIN ASLI
KAYILAR
Dünya tarihi seyrinin değişmesine tesir eden Büyük Osmanlı İmparatorluğunu kuranların; Oğuzların Kayı boyundan olduğu, bugün tahakkuk etmiş sayılmaktadır. Eski Osmanlı tarihleri ile yeni tetkikler, bunlara ilâveten tarih geleneği; Osmanlıları, Oğuzların Kayı boyuna mensup bulundukları neticesine götürmektedir.
Osmanlıların Anadolu'ya geldikleri zamanki aşiret devirleri ile devletin kurulduğu ilk zamanlara ait tarihleri hayli karışıktır. Bu devrelere ait tarihler sonradan kaleme alınmış eserler olduğu için, bâzı hususlarda kat'î hükümlere varabilmek üzere yeni tetkiklerin neticesini beklemek lâzımdır.
Osmanlıların aslına ve Kayılara dair son yapılan tetkikler Osmanlı devletini kurmuş olan ailenin, Oğuzların sağ kolu (Bozoklar) olan Gün Han kolunun Kayı boyundan olduğu hakikatim tarih geleneklerine uygun tarzda neticeye bağlarken; Kayılardan bahseden eski eserlere, Türk kabilelerinin İran'dan itibaren batıya doğru göç hareketlerine ve bilhassa Anadolu'da Kayı adını taşıyan köy isimlerinin yerlerine müsteniden, Kayıların Anadolu'ya gelişlerinin, Osmanlı tarihlerinin yazdıkları gibi on üçüncü asır ortalarında değil, Malazgirt harbini müteakip olduğu neticesine varmaktadır.
On beşinci asırda kaleme alınmış olan en eski Osmanlı tarihleri, Kayıların, Merv yakınındaki Mâhân şehrinde Süleyman Şah idaresinde yaşarken Moğol istilâsı üzerine batıya kaçarak Birinci Alâeddin Keykubat (1219-1236) zamanında Anadolu'ya geldiklerini bildirmektedir. Halbuki zamanımızın yeni tarih görüşünün ışığı altında, başka kaynaklara da istinat etmek suretiyle yapılan son incelemeler eski Osmanlı tarihlerinin bu ifadelerinin doğru olmadığını göstermektedir. Selçuklu hükümdarı Alp Aslan'ın 1071 Malazgirt zaferini müteakip, Selçuklular Anadolu'yu istilâya, daha doğrusu istilâ suretiyle Türkleştirmeye başladıkları sırada kendilerine bağlı birçok Türk aşiretini Anadolu'ya getirerek kısım kısım muhtelif yerlere yerleştirmişlerdir. Kayıların da bu arada Anadolu'nun bâzı yerlerine yerleştikleri muhakkaktır.
Tarih geleneklerine göre, Kayılar, Birinci Alâeddin Keykubat zamanında Ankara'nın batısındaki karacadağ mıntıkasına yerleştirilmiş bulunuyordu. Kayıların Karacadağ'a ne zaman yerleştirildiklerini kat'i şekilde tespite imkân olmamakla beraber, bunların on üçüncü asır ortalarında Karacadağ mıntıkasında bulundukları ve yine Kayılardan bir kısmının Söğüt ve Domaniç havalisine gelerek Osmanlı devletini kuranların çekirdeğini teşkil ettikleri tarihî bir hakikattir. Kayılar Söğüt havalisine geldikleri zaman reisleri Ertuğrul Beydi.
Türk tarih geleneğine ve Oğuzlardan bahseden eski kaynaklara nazaran, 24 Türk kabilesi arasında Kayıların mühim bir mevkii vardır. Yukarıdaki tabloda gösterilen 24 Oğuz boyu (kabilesi Oğuz efsanesine göre Oğuz Hanın altı oğlunun dörder oğlunu, yâni Oğuz Hanın 24 torununu göstermektedir. Bunlardan Kayı, Oğuz Hanın büyük oğlu Gün Hanın birinci oğludur.
Kayı aşiretinin Süleyman Şah maiyetinde Anadolu’ya gelirken ilk Osmanlı tarihçilerine göre, takip ettiği yollar.
(Bu husustaki bilgiler metinde izah edilmiştir)
Kayılardan bahseden en eski eser Kaşgarlı Mahmud'un «Divan-ı Lûgat-üt Türk» isimli eseridir. Kaşgarlı Mahmut bu boyun adını Kayığ şeklinde yazmaktadır. Reşideddin'in Camiüttevarih'inde Kayılara 24 Oğuz boyu arasında birinci mevki verilmiştir.
Osmanlıların Kayılara mensubiyetini kaydeden ilk eser ise; Yazıcıoğlu Ali'nin Selçuknâmesi'dir. Yazıcıoğlu Ali on beşinci asrın ilk yarısında yaşamış ve eserini İkinci Murat namına kaleme almıştır. Buna mukabil Ahmedî, Âşık paşazade, Oruç Bey ve anonim Tevarih-i Âl Osman'da Osmanlıların Kayılara mensubiyetinden pek bahsedilmez. İdrisi Bitlisi, Hasan Bayatî, Acem Hâmidî, Müneccimbaşı gibi müelliflerin Osmanlıların Kayılardan olduğunu kaydeden eserlerinin kaynağı Yazıcıoğlu Ali'nin Selçuknâmesi olması lâzımdır.
Okundan çıkmış yay ile iki ok şeklinde Kayı boyu damgasına ilk defa İkinci Murad'ın bâzı sikkelerinde rastlanmaktadır. Daha sonra bu damga Osmanlı hükümdarlarının yedi tasarruflarına geçen ve hazinelerine giren silâhlarına vurulmuştur. Bu hususta Hünernâme adlı eserde şu malûmatı bulmaktayız; «Oğuz neslinden olan Osmanlı Türkleri bu damgayı kabul ve Istablıâmirelerinde dahi bu şekil ile mamulunbihtir». Hünernâme bu şeklin Şahin mânasına geldiğini kaydettiği gibi diğer boyların da işaret ve mânalarını bildirmektedir. Bu kitap Osmanlı Türklerinin ceddinin Oğuz Türkleri olduğu malûmatını veren kıymetli bir mehazdır.
Ertuğrul Bey ve nesebi
Kayıların Söğüt ve Domaniç havalisine geldikleri sırada reisleri bulunan Ertuğrul Bey'in nesebi kat'i şekilde tespit edilememektedir. Kayıların Anadolu'ya geliş zamanları gibi, kimler idaresinde geldikleri de iyice bilinmemektedir. Zira, elimizde Osmanlı beyliğini kuran şahısları ilk yıllardan itibaren tanıtan vekayinameler tam değildir. Osmanlı tarihlerinin hemen hepsinin birbirinden ufak farklarla anlattıkları Süleyman Şah hâdisesi belirli bir kaynağa istinad etmemektedir. Onun için, Ertuğrul Bey'in babasından başlayarak nesebini şüpheye meydan vermeyecek tarzda tespit edebilmemiz, ancak yeni bulunacak vesikalara ve yapılacak ilmî tetkiklerin neticesine bağlıdır.
Ertuğrul ve Osman Bey zamanında yaşamış olan Rum müverrihleri ile Selçuklu vaka'nüvislerinin eserlerinde Ertuğrul Beyden hiç bahis yoktur. Kendisinden bahis olmadığı için tabii nesebinden de bahis olmayacaktır. Ertuğrul Bey'den bahseden eserler, onun ölümünden en az yüz sene sonra kaleme alınmışlardır. Ertuğrul'un ismine ilk defa Yıldırım Bayezid'in gazalarına iştirak etmiş olan Şemseddin Muhammedül Cezerî'nin Tarihül İslâm adlı kitabında rastlanır. Burada, Osman Bey'in Bilecik fethi anlatılırken babasının adı Erdukrul şeklinde kaydedilip geçilir. Ertuğrul Bey'in nesebini tesbite delil ve medar olabilecek en eski kayıtlara, on dördüncü asrın sonları ile on beşinci asrın başında yaşamış olan Şair Ahmedî'nin îskendernamesinde ve yine on beşinci asrın ilk yarısında yaşamış bulunan Yazıcızade Ali'nin Âl-i Selçuk tarihinde rastlanır. Yazıcızade bu eserinde Birinci Alâeddin Keykubat'tan bahsederken «Rum ucunu Kayı'dan Ertuğrul'a ve Gündüzalp ve Gökalp'e ısmarladı» demektedir. Bu ifadeden Gündüzalp'in, Ertuğrul'un babası olduğu neticesini çıkaranlar olduğu gibi, Ertuğruğrula nisbeti olmayan başka bir uc beyi olabileceğini tahmin edenler de vardır.
Fatih devri şairlerinden Enverî ve Fatihan son veziriazamı Karamanı Mehmet Paşa, Ertuğrul'un babasını Gündüzalp olarak zikrederler. Behçet-üt Tevarih sahibi Sükrullah'dan başlamak üzere İkinci Bayezit ve müteakip padişahlar zamanında yaşamış ilk Osmanlı tarihçilerinden Âşıkpaşazade, Oruç Bey, İdrisi Bitlisi, Neşrî, Lütfi Paşa, İbni Kemal, Hoca Sadeddin; Ertuğrul'un babasını Süleyman Şah diye kaydettikten sonra birbirinden ufak tefek farklarla Nuh Peygambere kadar giden bir şecere tanzim ederler.
Aşıkpaşazade, Oruç Bey ve Neşrî gibi müverrihlerden daha önce yaşamış bulunan Ahmedî, Yazıcızade Ali, Enverî, Karamanî Mehmet Paşa gibi kimselerin eserlerinde Gündüzalp ismine rastlandığına; mezkûr müverrihlerin Süley'man Şaha atfettikleri maceranın da yaşadığı işaret edilen devrin tarihî hâdiselerine pek tetabuk etmediğine göre; Ertuğrul'un babasının Süleyman Şah değil Gündüzalp olması daha kuvvetle muhtemeldir.
Âşıkpaşazade ve diğer ilk Osmanlı müverrihlerinin eserlerinde Kayıların Anadolu'ya gelişleri ve Ertuğrul Bey idaresinde Söğüt havalisine yerleşmeleri hulasaten şöyle anlatılmaktadır:
Emrinde bulunan kabileleri ile birlikte İran'da Mâhan şehrinde oturan Süleyman Şah bin Kaya-Alp Acem beylerinin tahrik ve teşviki neticesi batıya doğru hareket etmiştir. Süleyman Şah Doğu Anadolu'ya girdiği zaman maiyetinde 50,000 göçebe Türk bulunmaktadır. Bunlarla Erzurum, Erzincan taraflarında dolaşmış, bâzı fütuhatta bulunmuş, göçebe Türkler dağlık arazide davarlarını barındıramadıkları için güneye inmiştir. Bu arada Süleyman Şah, Ca'ber kalesi önünde Fırat nehrini geçerken boğulmuş ve oraya defnedilmiştir. Halen burası Türk mezarı diye meşhurdur. Süleyman Şah'ın boğulması maiyetindeki-lerin dağılmalarına sebep olmuştur. Bunlardan bir grup Süleyman Şah'ın Sungur Tiğin, Gün Doğdu, Ertuğrul ve Dündar adın-daki oğullarının etrafında toplanmışlar ve Pasin ova-sındaki Sürmeliçukur'a gitmişlerdir. Bunlardan Gün Doğdu ve Sungur Tiğin oradan eski vatan-larına dönmüşler, Ertuğrul ise kardeşlerinden Dündar ve 400 kadar maiyeti ile Sürmeliçukur'da kalarak birçok cenklere iştirak etmiştir. Ertuğrul Bey o arada Saveci (Savcı) veya Sarubatı adındaki oğlunu Selçuklu sultanı Alâeddin Keykubad'a göndererek kabîlesi için bir yer istemiştir. Alâeddin Keykubat ona Söğüd'ü, Domaniç dağı, ve Ermeni Beli'ni vermiş; Ertuğrul da önce Ankara yakınındaki Karacadağ'a, sonra da kendisine yurt olarak verilen yerlere gelip yerleşmiştir.»
Kayıların reisi Ertuğrul Beye kışlak olarak Söğüt, yaylak olarak da Domaniç verilip de buralarda yerleşince huduttaki Kumlarla birtakım mücadelelerde bulunmuştur. Selçuklu Sultanı Üçüncü Gıyaseddin Keyhusrev (1264-1283) Cimri hâdisesinden sonra hududa geldiği zaman Ertuğrul Bey, sultanı selâmlayarak hediyelerini sunmuştur. Selçuklu sultanının 1279 senesine rastlayan bu ziyareti sırasında Ertuğrul Bey uçta aşiret beyi bulunmakta idi.
Osmanlı tarihlerinin çoğu Ertuğrul Beyin ölümünün 1281 yılında vaki olduğunu, öldüğü sırada 90 yaşını aşmış bulunduğunu kaydederler. Ertuğrul Beyin mezarı Söğüt'tedir.
OSMANLI İMPARATORLUĞUNUN HAYATINDAKİ SAFHALAROnüçüncü asır kapanırken tarih sahnesine çıkan Osmanlı devletinin altıyüz seneyi aşan ömrü, devletin hayatında göze çarpan bâzı safhalara göre beş bölüme ayrılır. Bunlar: «Kuruluş», «Yükselme», «Duraklama», «Gerileme» ve «Dağılma» devirleridir. Gerçi gerileme devrini takiben Islahat, Tanzimat ve Meşrutiyet devirlerini de ayrı bölümler sayanlar varsa da, bu hareketlerin her üçü de gerilemeyi önleyip, parçalanıp dağılmayı kati şekilde durduramadığından hepsini birden dağılma devrinin içinde mütalâa etmek daha doğru olur.
Kuruluş Devri : (1299-1453)
Devletin hayatındaki ilk safha «Kuruluş» devridir. Başlangıçtan 1453 de İstanbul'un fethine kadar süren bu iki safha, şayet 1403 de Timur'un Ankarada Yıldırım Bayezid'e indirdiği darbe olmasaydı daha erken tamamlanabilirdi.
Osmanlı devletinin ilk hükümdarı olan Osman Gazi, babasından sadece bir aşiret reisliğini devraldığı halde, yüksek zekâsı ve bitip tükenmeyen gayretleri sayesinde, tarihte cihanşümul bir devletin kurucusu olarak ebedileşmiştir.
Oğlu Orhan Gazi, babasından devraldığı Osmanlı ülkesini bir hayli büyültmüştür. Orhan Gazi'nin başa geçtiği sıralarda Bursa'nın zaptı önemli bir hamle olmuş ve bu şehir Osmanlı devletine merkez yapılmıştır. Türklerin Rumeli'ye geçmesi gibi mühim bir hâdise ile devletin teşkilâtlanmasına ait idarî, adlî ve askeri ilk müessese ve organizasyonların meydana getirilmesi onun zamanında olmuştur. Teşkilâtlanma ve idare işlerinde Orhan Gazi'nin kardeşi Alâeddin Paşa ile Çandarlı ailesinin hizmeti mühimdir. 1356 da Rumeli'ye geçiş hâdisesinde Orhan Gazi'nin oğlu Süleyman Paşa'nın gayret ve hizmetleri bilhassa zikre değer. Türklerin Rumeli'ye geçmeleri, Osmanlı devletinin sadece Asyalı kalmayacağına ve ilerde cihanşümul olabileceğine ilk delildir.
Muharebe meydanında ölen ilk padişah Murad Hüdavendigâr zamanında, Osmanlı devleti, artık Balkan fütuhatı münasebetiyle, Avrupalıların bir haçlı ordusu manzarası gösteren birleşik kuvvetlerini yenmek için muharebeler vermiştir. 1389 da Kosova ovasında verilen meydan muharebesi işte böyle bir savaştır. Birinci Kosova zaferi ile Balkan hâkimiyeti için ilk büyük engel yenilerek aşılmıştır. Kapıkulu askerî teşkilâtı da ilk defa Murad Hüdavendigâr zamanında kurulmuştur.
Yıldırım Bayezid'in kazandığı Niğbolu meydan muharebesi (1398) ile İkinci Murad'ın Varna (1444) ve İkinci Kosova (3448) zaferleri de gene bir haçlı ordusu mahiyetini taşıyan müttefik Hıristiyan kuvvetlerine karşı kazanılan harplerdir. Bu mühim savaşlarda elde edilen parlak başarılar sayesinde Balkanlarda birkaç asır devam edecek olan Türk hâkimiyetinin temelleri kuvvetle atılmıştır.
Kuruluş devrinin en ateşli hükümdarı Yıldırım Bayezit, Anadolu ve Rumeli'de üst üste zaferler kazandıktan başka, İstanbul'u da kuşatarak Bizanslıları hayli sıkıştırdığı sırada, Osmanlı devleti büyük bir tehlike ile karşı karşıya kalmıştır. Bu tehlike; Maveraünnehir'de büyük bir devlet kurduktan sonra batı istikametinde istilâ hareketlerine devam eden Timur'du. Yıldırım Bayezit 140? de Ankara'nın Çubuk ovasında mağlûp olarak Timur'a esir düşünce; Osmanlı devleti yıkılma tehlikesi atlattı. Timur, Ankara muharebesinde sadece Bayezid'ı esir etmekle kalmadı, Yıldırım’ın uzun uğraşmalar sonunda kurmuş olduğu Anadolu Türk birliğini de bozdu. Zira Timur, Anadolu beylerini eski beyliklerinin başına geçirdi. Bu arada, Ankara harbini müteakip Yıldırım'ın oğullan arasında on sene (1402-1413) devam eden saltanat kavgaları da devlet için hayli zararlı ve sarsıcı oldu.
Yıldırım Bayezid'in oğullarının en diplomatça hareket edeni Çelebi Mt imet, saltanat kavgaları devrine nihayet vererek Osmanlı tahtına yalnız başına sahip olunca; Timur'un yıkıcı tesirlerini ortadan kaldırmaya ve Osmanlı devletini hemen hemen Ankara muharebesinden önceki durumuna getirmeye muvaffak olmuştur. Böylece de, Osman Gazi, Osmanlı devletinin nasıl ilk kurucusu olmuşsa Timur'un bu devleti parçalamaya matuf siyaset ve hareketlerini önleyip birliği temin etmekle Çelebi Sultan Mehmet de hakkiyle ikinci kurucusu vasfını almıştır.
Osmanlı padişahları, devletin İlk kuruluş günlerinden itibaren, bir taraftan Hıristiyan ülkelerinde fetihler yaparken, öte yandan da Anadolu Türklüğünü bir bayrak altında toplamayı gözetmişlerdir. Anadolu'da Türk birliğinin temini işi de şüphesiz kolay olmamış, bu gayenin istihsali için umumiyetle Türk beylikleriyle de silâhlı mücadele gerekmiştir.
Her biri ayrı ayrı birer kıymet olan İlk padişahların kumandanlık, devlet adamlığı ve teşkilâtçılıkta gösterdikleri kudret ve maharetle Osmanlı devleti kuruluş ve emniyetini 1453 de tamamlamıştır. Daha devlet yeni teşekkül ederken askerî düzene verilen önem, kudretli hasımlar karşısında bile zaferlerin âmili; âdil ve lâyık idare de yabancı ırkların Türk hâkimiyetine kolaylıkla ısınmalarının sebebi olmuştur.
Yükselme devrinin ilk hükümdarı Fatih Mehmet 1453 de İstanbul'u aldığı zaman, Osmanlı ülkesi Anadolu'da Karamanoğulları arazisi hariç olmak üzere Kızılırmağın kaynak bölgesine kadar olan yerleri; "Rumeli'de de Trakya ve Bulgaristan'ın tamamını, Yunanistan ile Sırbistan'ın bir kısmını ihtiva ediyordu.
Binaenaleyh, bir buçuk asır süren kuruluş devri; Hristiyan ülkelerinde fütuhat, Anadolu Türklüğünü Osmanlı idaresinde birleştirme hareketleriyle birlikte, devletin gelişmesiyle mütenasiben esas kanunların, çeşitli devlet ve memleket kurum ve müesseselerinin ortaya konduğu ve inkişaf ettirildiği devirdir.
* Kaynak:
- Mufassal Osmanlı Tarihi I. Cilt s. 1-37, Mustafa CEZAR, Midhat SERTOĞLU (Türk Tarih Kurumu Yayınları, 2011)