Divanü Lügati’t-Türk, Türk dilinin, Göktürk Bengü taşlarından sonraki en büyük anıt eseridir. Kaşgarlı Mahmud tarafından 1072-1077 arasında Bağdat’ta yazılan eser 8000 civarında Türkçe kelimenin Arapça karşılıklarını vermektedir. 11. yüzyıl için 8000 kelimelik bir sözlük fevkalade önemlidir. Üstelik Kaşgarlı, modern bir sözlükçü gibi kelimeler için örnek cümleler de vermiştir. Dörtlüklerden ve atasözlerinden oluşan pek çok örnek de vardır. Bu bakımdan Dîvânü Lügati’t-Türk, halk edebiyatımız için de eşsiz bir hazinedir. Kâşgarlı Mahmud eserini yüksek bir Türklük şuuru ile yazmıştı. Eserinin mukaddimesindeki şu sözleri bunun en önemli tanığıdır:
“İmdi, bundan sonra Muhammed oğlu Hüseyin, Hüseyin oğlu Mahmud der ki:
Tanrı’nın devlet güneşini Türk burçlarında doğdurmuş olduğunu ve onların milkleri üzerinde göklerin bütün tegrelerini döndürmüş bulunduğunu gördüm. Tanrı onlara Türk adını verdi ve onları yeryüzüne ilbay (hâkim) kıldı. Zamanımızın hakanlarını onlardan çıkardı; dünya milletlerinin idare yularını onların ellerine verdi; onları herkese üstün eyledi; kendilerini hak üzere kuvvetlendirdi. Onlarla birlikte çalışanı, onlardan yana olanı aziz kıldı ve Türkler yüzünden onları her dileklerine eriştirdi; bu kimseleri kötülerin -ayak takımının- şerrinden korudu. Okları dokunmaktan korunabilmek için, aklı olana düşen şey, bu adamların tuttuğu yolu tutmak oldu. Derdini dinletebilmek ve Türklerin gönlünü almak için onların dilleriyle konuşmaktan başka yol yoktur.” (DLT I , 1941: 3-4).
Türk maddesinde naklettiği kutsi hadis ve bu hadis dolayısıyla Kâşgarlı’nın yorumları da onun nasıl şuurlu bir Türkçü olduğunu gösterir:
“Yüce Tanrı, benim bir ordum vardır, ona Türk adını verdim, onları doğuda yerleştirdim. Bir ulusa kızarsam Türkleri, o ulus üzerine musallat kılarım” diyor. İşte bu, Türkler için bütün insanlara karşı bir üstünlüktür. Çünkü, Tanrı onlara ad vermeyi kendi üzerine almıştır; onları yeryüzünün en yüksek yerinde, havası en temiz ülkelerinde yerleştirmiş ve onlara kendi ordum demiştir. Bununla beraber Türklerde güzellik, sevimlilik, tatlılık, edep, büyükleri ağırlamak, sözünü yerine getirmek, sadelik, öğünmemek, yiğitlik, mertlik gibi öğülmeye değer, sayısız iyilikler görülmektedir”. (DLT I, 1941: 351-352).
Türklük duygu ve bilinciyle yazılan Dîvânü Lügati’t-Türk’ün Kâşgarlı’nın elinden çıkmış veya ona yakın dönemde istinsah edilmiş bir nüshası maalesef elimizde yoktur. Bugün elimizde bulunan biricik nüsha, Kâşgarlı Mahmud’dan aşağı yukarı 190 yıl sonra Sâveli Muhammed bin Ebî Bekr ibni Ebilfeth tarafından Şam’da istinsah edilmiş nüshadır.
Dîvânü Lügati’t-Türk’ün bu biricik nüshası bugüne nasıl ulaştı? Eserden bahseden yegâne Doğu kaynağı 17. yüzyılda yaşamış olan Kâtib Çelebi’ye aittir.
Keşfü’z-Zünûn’unda Kâtib Çelebi eserin adını Dîvânü Lügati’t-Türk olarak verir. Yazarını da Mahmud bin Hüseyin bin Muhammed. Eserin Türk dillerinden bahsettiğini, 18 harf üzerine kurulduğunu ve Ebi’l-Kasım Abdullah bin Muhammed el-Muktedî bi-Emrillaha sunulduğunu belirtir. Kâtib Çelebi’nin gördüğü nüsha bize ulaşan nüshadan farklıdır; çünkü elimizdeki nüshad a eserin adındaki ‘lügat’ kelimesi uzun a ile, Çelebi’de ise kısa a ile yazılmıştır. (Atalay, DLT I, 1941: XIX-XX).
Mükrimin Halil Yınanç’a göre Kâtib Çelebi’den önce Bedreddin Mahmud bin Mûsâ el-Ayıntâbî ile kardeşi Şahâbeddin Ahmed de Divan’ı görmüş olmalıdırlar. Gerek Bedreddin Mahmud’un İkdü’l-Cümân fî Târîh-i Ehli’z-Zamân’ında, gerek Şahâbeddin Ahmed’in Târîhü’l-Bedr fî Evsâfı Ehli’l-Asr’ında yer alan Türk nesep ve boylarına ait bilgiler ve damgalar Divan’dakilere çok benzemektedir (Atalay, DLT I, 1941: XX-XXI).
Bu iki kardeşin gördüğü nüshanın da elimizdeki nüsha olup olmadığını bilmiyoruz. O hâlde Divan’ın elimizdeki biricik nüshası bugüne nasıl ve hangi kanaldan ulaştı, sorusunu bir daha sorabiliriz.
2003 baharında Gazi Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümünde yaptığım vize sınavındaki sorulardan biri, “Dîvânü Lügati’t-Türk hakkında bildiklerinizi yazınız” şeklinde idi. Son sınıf öğrencilerinden Dursun Şalcıoğlu (şimdi mezun) verdiği cevapta kısaca Divan’ın bulunuşunu anlatıyor ve eserin, “eski Maliye Nazırlarından ve Vanioğullarından Nazif Beyin hısımı olan bir kadın” tarafından sahaf Burhan’a getirildiğini yazıyordu.
Kâğıt doğru cevaplarıyla 100 puanı hak etmişti. Bütün meslektaşlarım gibi ben de Türk Dili Tarihi dersinde Divan’ın bulunuşunu anlatıyordum. Bu çok hoş bir hikâye idi ve öğrencinin ilgisini çekiyordu. Fakat Vanioğlu Nazif Beyden ben hiç bahsetmemiştim.
Bahsedemezdim; çünkü bunu bilmiyordum. O halde Dursun bu bilgiyi nereden almıştı?
Birçok meslektaşım gibi ben de Kilisli Rifat’ın yazdığı Divan’ın bulunuş hikâyesini defalarca okumuştum. Karışık kitaplarım içinde Dr. Muhtar Tevfikoğlu’nun yazdığı Ali Emiri Efendi kitabını birkaç günde bulabildim. Daha doğrusu kitap eşimin Hacettepe Üniversitesi’ndeki odasından çıktı. Derhal kitabın ekler bölümüne alınmış olan Kilisli’nin yazısını okudum. Her halde Vanioğlu Nazif’i unutmuş olacaktım. Gerçekten de unutmuşum. Yazıda kitabı getiren yaşlı hanımın, “eski Maliye Nazırı Nazif Beyin mensubatından” olduğu ifade ediliyordu. Fakat Vanioğullarından olduğuna dair bir kayıt yoktu. O hâlde Dursun, Vanîoğlu’nu nereden çıkarmıştı? Eğer bilgi doğru ise bu benim için çok önemli idi. Çünkü Nazif Bey, 17. yüzyılın ünlü bilginlerinden Vanî Mehmed Efendi ailesinden olabilirdi. Vanî Mehmed Efendi’yi Türkçülerin çoğu bilir, bilmelidir. Az sonra onun kim olduğunu anlatacağım. Fakat müsaade ederseniz önce biraz konu dışına çıkacağım. 35 yıllık meslek hayatımda birçok defa okuduğum hâlde Kilisli Rifat’ın yazısında geçen ve beni çok duygulandıran bir anekdotu da unutmuşum. Divan’ın bulunuş hikâyesinin sonunda yer alan bu anekdotu herkesle paylaşmak ve eseri bulan Ali Emîrî Efendi’yi bir daha hayırla yad etmek istiyorum.
“Malî 1333 senesi idi.* (Emîrî Efendi) bir gece yine bu kıraathaneye teşrif buyurdu. Biraz tarihten, edebiyattan bahsedildikten sonra:
– Beyler, efendiler! Bu gece size bir şey soracağım! dedi.
– Buyurun, dedik.
Sordu:
– Divanü Lügati’t-Türk isminde bir kitap gördünüz mü, ya da işittiniz mi?
İlk cevabı ben verdim:
– Kitabın kendisini görmedim, fakat Kâtib Çelebi bunu görmüş ve Keşfüzzünun’a yazmıştır, dedim.
Sonra Arif Bey ve arkadaşları Arapça tarihlerin birisinde bunun adını gördük, dediler. Bunun üzerine Emirî Efendi, Fuzulî’nin şu mısraını okudu:
“Eyledim tahkik, görmüş kimse yok cananımı.”
Söz sırası bize geldi. Bir ağızdan heyecanla sorduk:
– Siz gördünüz mü? dedik.
Sualimiz hoşuna gitti, kendisine mahsus olan tarzda gevrek gevrek, güle güle katıldı:
– Ne söylüyorsunuz? İnayeti bârî ile bugün o kitaba malik oldum, dedi. Cümlemiz tebrik ettik, fakat nasıl elde ettiğini, kimden aldığını sorduk.” (Tevfikoğlu, 1989: 175).
Bunun üzerine Emîrî Efendi âdeti vechile sahaflara uğradığını, kitapçı Burhan’a bir şey var mı, diye sorduğunu, onun da Dîvânü Lügati’t-Türk’ü kendisine gösterdiğini söyler ve devam eder: “Kitabı elime alınca bayıldım. Otuz lira değil, otuz bin lira değeri var. Dünyada eşi menendi görülmemiş bir Türk kamusu ve grameri. Fakat kitapçıyı şımartmamak, fiyatı artırmaya bırakmamak için nazlı davrandım: “Dağınık bir eser. Acaba tamam mı, değil mi? Hem de müellifi Kâşgarlı bir adam imiş, kimdir, necidir, belli değil. Sarı Çizmeli Mehmet Ağa… Maamafih ne de olsa bir eserdir. Maarif 10 lira teklif etmiş ise, ben de 15 lira veririm” dedim. (Tevfikoğlu, 1989: 176).
Neticede Kitapçı Burhan yaşlı kadının istediği 30 altın lirada ısrar ediyor; Ali Emîrî’nin yanında ise 15 altın lira vardır. “Allahım bana bir dost gönder” diye içinden dua ederken oradan geçmekte olan dostu Faik Reşat Beyden paranın üstünü tamamlıyor ve kitabı alıyor. Sonrasını yine Emîrî’den dinleyelim: “Burhan Bey – Pekâlâ, ya benim bahşişim yok mu”? dedi. Üç lira da ona verdim, vedalaştım. Dükkândan kalktım, Reşat Beyle konuşa konuşa çarşıdan çıktık. Fakat arkamıza baktım: ‘Acaba Burhan Bey pişman olup da arkamızdan koşmasın’? diye korku içindeydim. Neyse, baktım ki gelen yok: ‘Oh… Elhamdülillâh’! dedim. Kitabı aldım, eve geldim, yemeyi içmeyi unuttum. Birkaç saat mütalâa ile uğraştım. Arkadaşlar, size arz ediyorum: Bu kitap değil, Türkistan ülkesidir. Türkistan değil, bütün cihandır. Türklük, Türk dili bu kitap sayesinde başka revnak kazanacak. Arap dilinde Seyyibuyihin kitabı ne ise bu da Türk dilinde onun kardeşidir. Türk dilinde şimdiye kadar bunun gibi bir kitap yazılmamıştır. Bu kitaba hakikî kıymet verilmek lâzım gelse cihanın hazineleri kâfi gelmez. Bu kitap ile Hazreti Yusuf arasında bir müşabehet var. Yusuf’u arkadaşları birkaç akçeye sattılar. Fakat sonra Mısır’da ağırlığınca cevahire satıldı. Bu kitabı da Burhan bana 33 liraya sattı. Fakat ben bunu birkaç misli ağırlığında elmaslara, zümrütlere veremem”. (Tevfikoğlu, 1989: 177).
Ali Emîrî, kitabı kimselere göstermez. Bütün ısrarlarına rağmen Ziya Gökalp da kitabı göremez.
Kilisli şöyle anlatıyor:
“Ziya Gökalp Bey de Divanü Lügati’t-Türk’e kulaktan âşık olmuştu. Adı söylenince Leyla’sının adını duymuş zavallı Kays gibi ah çekiyordu. Kitabı duyduktan sonra kitabı görmek için yaptığı teşebbüslerin fayda etmediğini görünce bir gün bana geldi. Aramızda şöyle bir konuşma oldu:
– Bahtiyar Rifat, sen bu kitabı hem gördün, hem okudun değil mi?
– Evet, gördüm de okudum da.
– Rifat, ben sevda bilmezdim. Fakat bu kitaba tutuldum. Görmek için ne yaptımsa olmadı, şu kadar var ki cezm ettim. Bu kitabı hem almalı, hem neşretmeliyiz.
Bu hazinenin anahtarı senin elindedir. Gel, bana yardım et. Şu kitabı kurtaralım. Bütün Türklere armağanımız olsun. Haydi bana çaresini söyle!
– Evet, bir çare düşündüm. Fakat hem kolay, hem zor.
Bilmem ki yapabilir misin?
– Aman çabuk söyle. Emin olun ki, Ferhad gibi dağları delecek kudretim var.” (Tevfikoğlu, 1989: 179).
Kilisli Rifat düşündüğü çareyi anlatıyor. Buna göre Adliye Nazırı İbrahim Bey, dostu Ali Emîrî’yi iftara çağıracak; bir süre sonra Talât Paşa ve adamları tesadüfen aynı eve gelecekler; Emîrî’ye iltifatlar edecekler ve Divan’ın basılması için ona ricada bulunacaklardı. Plân uygulanır; Emîrî Efendi, Talât Paşa’nın ricasını kırmaz; basım işiyle Kilisli Rifat’ın meşgul olması şartıyla razı olur. Adliye Nazırı İbrahim Efendi’nin evindeki sözde tesadüfî karşılaşmada Talât Paşa, defterdarlıktan emekli Emîrî Efendi’ye valilik, nazırlık gibi makamlar da teklif eder; Emîrî Efendi, “Ben milletime edecek hizmeti yaptım. Ömrümün bakiyesini mütalâaya hasr için kendi arzumla tekaüt (emekli) oldum. Bugün nazarımda hiçbir memuriyetin kıymeti yoktur” diyerek Paşa’nın teklifini nezaketle geri çevirir.
Muhtar Tevfikoğlu’nun, “Bir Definenin Keşfi” adını verdiği bu hikâyenin beni duygulandıran son anekdotunu Kilisli Rifat şöyle anlatıyor: “Kitap bana (baskıya hazırlanmak üzere) teslim edildikten üç gün sonra Talât Paşa emniyet ettiği bir zata altın para olarak üç yüz lira vermiş; bir de Emirî Efendi’ye hitaben:
Zatıâlinize küçük bir mükâfat olarak üç yüz lira gönderdim, lütfen kabul buyurmanızı rica ederim’ diye kendi eliyle bir tezkere yazmış:
– Al bunu götür, Emîrî Efendi’ye ver! demiş , memur parayı getirmiş, tezkere ile birlikte takdim etmiş, fakat Emirî Efendi parayı kabul etmemiş, kendisi de bir tezkere yazmış:
“Lûtfunuza, kadirşinaslığınıza teşekkür ederim, fakat parayı kabul edemem. Çünkü vatanî, millî bir ufacık hizmet mukabilinde para almış olacağım. Bu ise vicdanıma ağır gelen bir şeydir, bundan dolayı size teşekkür ile beraber parayı iade ediyorum. Siz parayı yardıma muhtaç olan birkaç namuslu aileye dağıtırsanız ben size müteşekkir kalacağım gibi Cenabı Hak da memnun olur. Bu sadakanın adı da, Divanü Lügati’t-Türk sadakası olsun’ demiş.” (Tevfikoğlu, 1989: 184-185).
Emîrî Efendi’nin, “Dîvânü Lügati’t-Türk Sadakası” herhâlde bugün de devam ediyor olmalı. Divan’ı eline alan her araştırıcı bu sadakadan bol bol istifade ediyor, behreleniyor.
Şimdi artık Vanîoğlu’na dönebiliriz. Evet, öğrencim Dursun Şalcıoğlu, Vanîoğlu’nu nereden bulmuştu? Birkaç gün düşündükten sonra Divan’ın Besim Atalay neşri aklıma geldi. O neşrin birinci cildinde Atalay da eser hakkında bilgiler veriyordu. Gerçi onu da birkaç defa okumuştum ama öyle anlaşılıyor ki hafızam bana artık iyi hizmet etmiyor. Besim Atalay’ın yazdığı giriş kısmını okumaya başladım. Evet, işte buradaydı; Dursun’un kaynağı Besim Atalay’ın yazdıklarındaydı.
“KİTAP Nasıl Bulundu ve Nasıl Basıldı?” başlıklı bölümün başında Atalay şunları yazıyordu:
“Kitabın nasıl bulunmuş olduğunu Bay Kilisli, rahmetli Ali Emîri dilinden bize yazdığı bir mektupta şöyle anlatıyor: Meşrutiyetin ilk senelerinde Emrullah Efendinin Maarif Nazırlığı zamanında eski Maliye Nazırlarından ve Vanîoğullarından Nazif Paşanın hısımı bulunan bir kadın Sahaflar çarşısında kitapçı Burhan Efendiye satılık bir kitap getirmiş.” (Atalay, DLT I, 1941: XVIII).
Demek ki Kilisli, 1945’te Yeni Sabah gazetesinde çıkan Divan’ın bulunuşu hikâyesinde Nazif Paşa’nın Vanîoğullarından olduğunu yazmamış; Besim Atalay’a yazdığı mektupta ise bunu belirtmiş. Artık konu kesinleşmişti. Bunun üzerine ben de Nazif Paşanın peşine düştüm. Baktığım birkaç ansiklopedide Nazif Paşayı bulamadım. Konuyu Gazi Üniversitesi’ndeki meslektaşlarımla devamlı müzakere ediyordum. Dost ve meslektaşlarımdan hafızasıyla meşhur Dr. Ferhat Tamir, “Hocam, Yılmaz Öztuna’nın ‘Devletler ve Hanedanlarına, bakalım” dedi. Öztuna’nın nasıl yazdığına akıl sır erdiremediğim, beni hayran bırakan kitabını açtık.
İkinci ciltte Vanîoğlu ailesi bütün fertleriyle karşımızda duruyordu. Evet, tahmin ettiğim gibi Nazif Paşa bu ailedendi; Vanî Mehmed Efendi’nin altıncı göbekten torunu oluyordu. Şimdi şecereyi, Öztuna’dan yararlanarak olduğu gibi yazıyorum (Öztuna, 1969: 879-880):
1. Şeyh Nizâmeddin Bistamî
2. Hacı Şeyh Vanî Mehmed Efendi (Hoşab ? -) Kestel/Bursa 10.10.1685)
3. Seyyid Mahmud Efendi (1673, ? – 4.1.1743; Edirne ve İstanbul kadısı, nakîbüleşraf, kazasker)
4. Abdullah Efendi
5. Mehmed Said Râsih Efendi (öl. 1776; müderris; Yenişehir mollası)
6. ?
7. Salih Efendi (Baruthane rûznâmçecisi)
8. Ahmed Nazif Paşa (1841 – 1905; 1890-1897: Maliye Nazırı; 1897-1905: Rüsûmat Emîni).
Abdulkerim Abdulkadiroğlu, “Van Kütüğü” adlı esere yazdığı, “Van Meşhurları”, adlı bölümde Vanî Mehmed Efendi’nin Hoşab’da değil Van’ın merkezinde doğduğunu belirtiyor ve onun iki atasını daha sayıyor (Abdulkadiroğlu, 1993, 184):
1. Şeyh Halil
2. Molla Rüstem
3. Molla Bistam (Şeyh Nizâmeddin Bistamî)
4. Vanî Mehmed Efendi.
Vankulu lügatiyle meşhur Vankulu Mehmed Efendi ile bu ailenin bir ilgisi olmadığını da kaydettikten sonra Vanî Mehmed Efendi konusuna gelebiliriz. Yukarıda da ifade ettiğim gibi Türkçüler Vanî Mehmed Efendi’yi bilirler, bilmelidirler. Yine Türkçülerin çok iyi tanıması gereken büyük tarihçi İsmail Hâmi Danişmend 1930’ların sonunda harika bir dergi çıkarıyordu: Türklük. İşte bu derginin 1 Mayıs 1939’da çıkan ikinci sayısında Danişmend’in bir yazısı var: “17’nci asırda Bir Türk Irkçısı”. 17. asırdaki Türk ırkçısı tahmin edeceğiniz üzere Vanî Mehmed Efendidir. İsrailiyatla dolu eski tefsirler arasında Vanî Mehmed Efendi’nin Arâisü’l-Kur’an ve Nefâisü’l-Fürkan adlı tefsiri bir inci gibi parıldamaktadır. Kuran’da Ye’cûc Me’cûc olarak geçen taifeyi açıklarken eski tefsirciler bunların insan eti yediğinden, kan içtiğinden bahsetmekte ve çoğunlukla bunların Türkler olduğunu ifade etmektedirler. O kadar ki bugün bile bazı Arapça sözlüklerde Ye’cûc Me’cûc maddesinin karşısında, ‘Türklerden bir taife’ diye yazılmaktadır. Vanî Mehmed Efendi ise Ye’cûc Me’cûc töhmetini reddettiği gibi Kur’an’da Arapların yerine geçeceği müjdelenen kavmin Türkler olduğunu söylemektedir.
Hicretin 9. yılında Tebük seferine çıkılacağı zaman sahabenin ağır davranması üzerine şöyle bir ayet nazil olur:
“Eğer siz emr olunduğunuz gazaya çıkmazsanız, Allah sizi azâb-ı elîm ile tâzib edecek ve sizin yerinize sizden olmayan başka bir kavmi ikame edecektir.” (Tevbe suresi, 40. ayet).
Mâide suresinin 57. ayetinde de şöyle denmektedir: “Ey mü’minler, içinizden bazıları dininden döndüğü takdirde, Allah yakında öyle bir millet getirecektir ki o onları sever, onlar da O’nu severler; onlar müminlere mütevazı ve kâfirlere karşı kahirdirler (kahredicidirler)”.
Eski müfessirler Tanrı tarafından müjdelenen bu kavmi Hicaz’daki Arap kabileleri, İranlılar, Bizanslılar ve hatta melekler olarak tefsir ettikleri hâlde Vanî Mehmed Efendi bu kavmin Türkler olduğunu tarihî delilleriyle birlikte şöyle ifade ediyor:
“Allahu Taalâ’nın avn ü inayetiyle hüsn-i tevfikine istinaden biz deriz ki bu kavm, Arap kavmine mu***eret-i tâmme ile mu***ir bulunan (tamamıyla aykırı olan) Türk kavmidir… Türk kavmidir, zira biz uzun zamanlardan beri karada ve denizde, Şarkta ve Garpte Rumlar ve Frenklerle mücahedede bulunan gazilerin bütün Bizans ülkelerini zapt edip oralarda tavattun etmiş (yurt tutmuş) olan Türkler olduğunu görüyoruz; bu suretle Rum, Ermeni ve Gürcü ülkeleriyle Frenk memleketlerinin bazıları ve Rus diyarının bir kısmı Türk memleketi haline gelmiş, Türk dili oralarda taammüm ve intişar etmiş (yayılmış), Türkler tarafından bu memleketlerde İslâm ahkâmı tatbik ve icra edilmiş ve Türklerin yümn ü bereketi sayesinde Hıristiyan cemaatlerinin ekserisi İslâm dinini kabul ederek evvelce Rum, Frenk ve Rus oldukları hâlde bilahare Türkleşmişlerdir ve bu da Allah’ın Türklere nasip etmiş olduğu bir fazl-ı ilâhîdir, çünkü Allah’ın fazl ü inayeti büyüktür”. (Danişmend, 1939: 140-141).
“Türkler size ilişmedikçe siz de onlara ilişmeyiniz” hadisini de delil olarak zikreden Vanî Mehmed Efendi Türklerin İslâm dünyasını İsmailîlerden ve Bizanslılardan kurtardığını da belirterek Türk tarihini özetler ve “ayetin Arap kavmini tehdit etmiş olduğu azâb-ı elîmin tekmil Arap memleketlerini istilâ eden ve işte bu suretle Arap istiklâline nihayet verip ‘Arapların yerine geçen’, Türklerin hâkimiyeti şeklinde tecelli ettiğini” kaydeder (Danişmend: 1939, 141).
Vanî Mehmed Efendi’nin temas ettiği bir başka nokta Zülkarneyn peygamberin Oğuz Han olduğu hususudur. Arap müfessirleri, Türkçeye de “eciş bücüş” diye geçen Ye’cûc ile Me’cûc’u Türk yaparken Vanî Mehmed Efendi tam tersine onlarla mücadele eden ve onlara karşı bir set yapan Zülkarneyn’i Türkleştirerek şöyle diyor:
“Türkler, Kuran’da bahsi geçen Zülkarneyn’den maksat Oğuz Han olduğunu söylerler ki bu hususta tereddüdü mucip olacak hiçbir nokta yoktur”. (Danişmend, 1939: 139).
Bu ifadede iki nokta mühimdir:
1. Zülkarneyn peygamberin Oğuz Han olduğu inancının 17. yüzyılda Türkler arasında mevcut bulunması,
2. Vanî Mehmed Efendi’nin bunu tereddütsüz kabul etmesi.
İsmail Hami Danişmend’in “Osmanlı tarihinde Türk milliyetinin ilk alemdarı ve en büyük piri” olarak nitelediği ve gerçekten de tefsirinde Türklere bu kadar yüksek değer veren Vanî Mehmed Efendi’nin torunları vasıtasıyla Dîvânü Lügati’t-Türk’ün bize ulaşmış olması anlamlı değil mi? Tabii ki Maliye Nazırı Nazif Paşa’nın eline Divan’ın nasıl geçtiğini çok iyi bilmiyoruz. Kilisli Rifat’ın yazdığı Divan’ın bulunuş hikâyesinde Ali Emîrî, kitapçı Burhan Beye kitabın sahibi kimdir, diye soruyor. Burhan Bey “yaşlıca bir hanımdır, eski Maliye Nazırı Nazif Beyin mensûbatından… Paşa, bu kitabı ona verirken:
bak sana bir kitap veriyorum. İyi sakla! Sıkıldığın zaman kitapçılara götür. Altın para otuz lira eder, aşağıya verme’! demiş. (Tevfikoğlu, 1989: 176). Bu ifadelerden anlaşılıyor ki Divan, aileden kalma bir yadigâr olarak Nazif Paşa’nın elinde bulunmaktadır.
Her hâlde kitabın ailedeki ilk sahibi de Vanî Mehmed Efendi olmalıdır. Kâşgarlı Mahmud’un şuurunu taşıyan Vanî Mehmed Efendi’nin 17. yüzyılda Dîvânü Lügati’t-Türk’e sahip olması ve kitabın, 20. asrın başında, onun altıncı göbekten torunu Nazif Paşa eliyle gün yüzüne çıkması son derece anlamlı değil mi?
Ye’cûc Me’cûc’un Türkler olduğunu reddeden, tam tersine Zülkarneyn peygamberin Oğuz Han olduğunu söyleyen, Allah’ın Arapların yerine geçeceğini belirttiği kavmin Türkler olduğunu ileri süren ve son olarak bu yazıyla ortaya çıktığı gibi Divan’ı muhafaza edip bize kadar ulaştıran Vanî Mehmed Efendi’nin biraz da hayatından bahsetmek doğru olmaz mı?
Büyük dedesi Şeyh Halil, onun oğlu Molla Rüstem, onun oğlu Şeyh Nizâmeddin Bistâmî, onun oğlu Vanî Mehmed Efendi. Aile Horasan’ın Bistam şehrinden gelip Van’ın Hoşab nahiyesine yerleşmiş. Mehmed Efendi Van’da 1620 civarında doğmuş. Van, Gence, Karabağ, Tebriz’de tahsil görmüş. Tarikatlarla, tefsirle, peygamberler tarihiyle ve umumî tarihle meşgul olmuş. 1659’da Erzurum’a gelerek vaazlar vermeye başlamış. Erzurum Beylerbeyi Fâzıl Ahmed Paşa ile tanışmış. Paşa sayesinde 1661’de Edirne’ye gelir; 1665’te İstanbul Yeni Cami vâizliğine getirilir. Şöhreti artar.
Sadrâzam Fâzıl Ahmed Paşa, padişah 4. Mehmed’e ondan bahseder ve saraya hoca olarak tayin edilir; hâce-i Sultânî olur. Şehzade Mustafa’ya hocalık eder. Sarayda çok sevilir. Günde 1000 dirhem ulûfe aldığı olur.
1683’teki Viyana seferine ordu vâizi olarak katılmıştır. Ancak Viyana kuşatması bozgunla sonuçlandığı ve Vanî Mehmed Efendi, Fâzıl Ahmed Paşa ile Merzifonlu Kara Mustafa Paşa’ya yakın olduğu için 1685’te Bursa’ya sürülür. Bursa’daki Kestel nahiyesine yerleşir; aynı yılın Ekim ayında Kestel’de vefat eder (Abdulkadiroğlu, 1993: 184-185; Öztuna, 1969, 879). Danişmend’e göre Bursa’ya sürülmesinde, tefsirinde Türklüğü müdafaa etmesinin ve bundan dolayı iftiralara uğramasının da rolü vardır (Danişmend, 1939: 138). Danişmend, Vanî Mehmed Efendi’ye karşı düşmanlığın Şemseddin Sami ve Bursalı Tahir’e kadar geldiğini belirtir. Şemseddin Sami, Kamûsu’l-Âlâm’da Vanî Mehmed’i milel-i sâireye (başka milletlere) karşı olan taassubiyle meşhur olarak belirttiği gibi Bursalı Tahir de, tevhîd-i kulûb-ı İslâmiyâna (Müslümanların kalblerinin birliğine) hizmet edemeyen, siyasete ***rıvâkıf ulemadan, sayar (Danişmend, 1939: 138).
Vanî Mehmed Efendi kazancını hep hayır işlerine vakfetmiştir. Üsküdar’daki Vaniköy, onun yaptırdığı yalı, cami, medrese etrafında kurulup gelişti. Edirne ve Kestel’de de birçok vakıfları vardır. Kabri de Kestel’de yaptırdığı caminin son cemaat yerindedir (Abdulkadiroğlu, 1993: 185).
Karahanlı şehzadelerinden Muhammed oğlu Hüseyin oğlu Mahmud, Malazgirt Savaşı sıralarında Bağdat’ta Dîvânü Lügati’t-Türk adını verdiği kutlu sözlüğünü yazıyor; halifenin oğluna sunuyor. Bu nüsha şimdi elimizde yok.
Kâşgarlı’dan 190 yıl sonra 1266’da, İran ortalarından Sâve şehrinden Ebilfeth oğlu Bekir oğlu Muhammed adlı bir başka Türk Şam’da bu kutlu eserin bir kopyasını çıkarıyor. Sâveli Muhammed’in elinden çıkmış nüsha 400 yıl kadar kimlerin eline geçmiş bilmiyoruz. Tahminen 1670’lerde, Molla Rüstem oğlu Molla Bistam oğlu Vanî Mehmed elinde olmalıdır. Sonra da onun oğul ve torunlarının elinden eski Maliye nazırı Nazif Paşa’ya intikal ediyor. 1905’te vefat eden Nazif Paşa, ölüm tarihinden bir müddet önce Divan’ı, kendi mensuplarından olan kadına vermiş olmalıdır. 1910’lu yılların başlarında Divan, bir hafta kadar Beyazıt’taki Sahaflar Çarşısında kitapçılık yapan Burhan Beyde kalıyor ve meşhur hikâyede anlatıldığı şekilde Emîrî Efendi’nin eline geçiyor. Ziya Gökalp’ın ısrarı, Sadrâzam Talât Paşa’nın, Emîrî’ye iltifat ve ricası ile, Kilisli Rifat’ın koca eseri eliyle aylarca kopya eden himmet ve emeği ile 1917-1919’da Dîvânü Lügati’t-Türk matbaa makinalarının arasından gün yüzüne çıkıyor.
Şimdi benim elimde Kilisli Rifat neşri de var, Besim Atalay neşri de. Atalay, 1940’ların başında çıkan tercümesini genç Türkçü Reha Oğuz Türkkan’a imzalamış vermiş. Eser her nasılsa Beyazıt’taki Sahaflar Çarşısına düşmüş. Kitapçı Burhan’ın dükkânına mı bilmem. Kayınpederim İzzet Yolalan da bermutat Sahaflar Çarşısına uğramış ve bu nüshaları görüp satın almış. Eve gelince bir de bakmış ki eser, Besim Atalay tarafından arkadaşı Reha Oğuz’a imzalanmış. Şimdi rahmetli olan kayınpederimden de kitap bana intikal etmiş bulunuyor. Kilisli Rifat neşri ise rahmetli tarihçi Akdes Nimet Kurat terekesinden Ankara’da, kitapçı Turhan Beye intikal etmiş; oradan da ben satın aldım.
23 Haziran 2002’deki düğününde, babadan oğula intikal etmesi öğüdüyle oğlum Konuralp’a da bir Dîvânü Lügati’t-Türk armağan ettim.
Yahya Kemal’in,
“Diz çök önünde şimdi Emîrî Efendi’nin” mısraıyla övdüğü Ali Emîrî’nin bağışladığı kitaplarla bir kütüphane kuruluyor: Fatih’teki Millet Kütüphanesi. Divan’ın biricik nüshası da şimdi orada.
1940’ta Türk Dil Kurumu bu nüshanın tıpkıbasımını yaptı; fakat çok kötü bir baskı. 1990’ların başında Namık Kemal Zeybek Bey Kültür Bakanı, Alâattin Korkmaz Bey Yayınlar Dairesi Başkanı olunca kendilerine rica ettim; onlar da himmet göstererek bu kutlu eserin mükemmel bir tıpkıbasımını yaptırdılar. Renkli, ciltli ve kutu içinde. İşte oğluma armağan ettiğim bu tıpkıbasımdır. Konuralp’a düğününde iki eser daha armağan ettim. Göktürk bengü taşları ve Dede Korkut Kitabı. Babadan oğla geçmesi öğüdüyle. Ne dersiniz, Türkçülerin düğünlerinde böyle bir gelenek oluştursak iyi olmaz mı?
*Muhtar Tevfikoğlu 1333’ün (1917’nin) bir zühul olduğunu, tarihin 1908-1912 arası olması gerektiğini, konuyu tartışarak ortaya koyar (Tevfikoğlu, 1989: 72).
Prof.Dr. Ahmet B. Ercilasun
Divânü Lügati’t- Türk’ü koruyan aile (1) – Orkun Dergisi, 67.Sayı
Divânü Lügati’t- Türk’ü koruyan aile (2) – Orkun Dergisi, 68.Sayı
Abdulkerim ABDULKADİROĞLU, Van Meşhurları, Van Kütüğü, Van, 1992.
Besim ATALAY, Divanü Lûgat-it-Türk Tercemesi, Cilt: I, 1941.
İsmail Hâmi DANİŞMEND, 17nci asırda bir Türk ırkçısı, Türklük, sayı:2, 1. 5. 1939.
Yılmaz ÖZTUNA, Devletler ve Hânedanlar 2, Ankara, 1969.
Dr. Muhtar TEVFİKOĞLU, Ali Emîrî Efendi, Ankara, 1989.