kayseri escort ankara escort izmir escort antalya escort bursa escort istanbul escort

Etiketlenen üyelerin listesi

Sayfa 8 Toplam 14 Sayfadan BirinciBirinci 1234567891011121314 SonuncuSonuncu
Toplam 134 adet sonuctan sayfa basi 71 ile 80 arasi kadar sonuc gösteriliyor
  1. #71
    aRZuU - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Title
    Forum Üyesi
    Üyelik tarihi
    04.Şubat.2014
    Mesajlar
    10,882
    Mentioned
    42 Post(s)
    Tagged
    34 Thread(s)
    BU BİR MUCİZE (HİKAYELERDEN SEÇMELER, SEÇME ÖYKÜLER, KISA HİKAYELER)

    Sally, küçük kardeşi George hakkında anne ve babasının konuşmalarını duyduğu zaman yalnızca sekiz yaşındaydı. Kardeşi çok hastaydı ve onu kurtarabilmek için ellerinden gelen her şeyi yapmışlardı.

    George'ın yalnızca çok pahalıya mal olacak bir ameliyatla kurtulma şansı vardı fakat bunun için yeterli paraları yoktu. Babasının, umutsuz bir biçimde annesine şöyle fısıldadığını duymuştu Sally:

    "Yalnızca bir mucize onu kurtarabilir."

    Bu sözleri duyar duymaz, usulca kendi odasına yürüdü Sally. Domuz biçimindeki kumbarasını gizlediği yerden çıkartarak içindeki paraları yavaşça yere dökerek saymaya başladı. Yanılgıya düşmemek için tam üç kez saydı kumbaradan çıkardığı bozuk paraları. Sonra hepsini cebine koyarak aceleyle evden çıkıp, köşedeki eczaneye gitti.

    Eczacının dikkatini çekebilmek için büyük bir sabırla bekledi. Eczacı çok yoğundu ve bir adama ilaçlarını nasıl kullanacağını anlatıyordu. Bu yoğun çalışmanın arasında sekiz yaşındaki bir çocukla ilgilenmeye hiç niyeti yoktu ama Sally'nin beklediğini görünce

    "Evet, ne istiyorsun söyle bakalım" dedi. "Biraz acele et, gördüğün gibi beyefendiyle ilgileniyorum" diyerek yanındaki şık giyimli adamı gösterdi.

    Sally "Kardeşim" dedi. Sessizce yutkunduktan sonra devam etti: "Kardeşim çok hasta, bir mucize almak istiyorum."

    Eczacı Sally'e bakarak:

    "Anlayamadım" dedi.

    "Şeyy, babam 'Onu ancak bir mucize kurtarabilir' dedi, bir mucize kaç paradır, bayım?" Eczacı Sally'e sevgi ve acımayla baktı bu kez: "Üzgünüm küçük kız, biz burada mucize satmıyoruz, sana yardımcı olamayacağım" dedi.

    Sally o kadar kolay vazgeçmek istemedi. Eczacının gözlerinin içine bakarak "Karşılığını ödemek için param var benim, bana yalnızca fiyatını söylemeniz yeterli" dedi. Bu arada Sally ve eczacının yanında bekleyen iyi giyimli bey Sally'e dönerek "Ne tür bir mucize gerekiyor kardeşin için küçük hanım? diye sordu.

    "Bilmiyorum" dedi Sally. Sonra gözlerinden aşağı süzülen yaşlara aldırmaksızın devam etti: "Tek bildiğim, o çok hasta ve annem ameliyat olmazsa kurtulamayacağını söyledi ailemin de ameliyat için ödeyebilecekleri paraları yok. Ama babam "Onu ancak bir mucize kurtarabilir" deyince ben de paramı alıp buraya geldim." "Peki, ne kadar paran var?" diye sordu iyi giyimli adam. "Bir dolar ve on bir sent" dedi

    Sally. "Ve dünyadaki tüm param bu!" "Bu iyi bir şans, küçük kardeşini kurtarmak için gerekli olan mucize için yeterli bu para" dedi, iyi giyimli adam.

    Adam bir eline parayı aldı, öteki eliyle de Sally'nin elini tutarak "Beni yaşadığın yere götürür müsün lütfen?" diye sordu. "Küçük kardeşini ve aileni tanımak istiyorum" dedi. İyi giyimli adam Dr. Carlton Armstrong'du ve George için gerekli olan ameliyatı yapabilecek tanınmış bir cerrahtı.

    Ameliyat başarıyla sonuçlanmış ve aile hiçbir ödeme yapmamıştı. Hep birlikte mutluluk içinde evlerine döndükleri zaman hâlâ yaşadıkları olayların etkisinden kurtulamamışlardı. Anne:

    "Hâlâ inanamıyorum. Bu ameliyat bir mucize! Doğrusu maliyeti ne kadardır merak ediyorum" dedi. Sally kendi kendine gülümsedi. O bir mucizenin kaça mal olduğunu çok iyi biliyordu. Tam tamına bir dolar ve on bir sent!
    oLmadı bir çay koy.. Ben bir ömüR..demLenirim

    qözLerinde..!

  2. #72
    aRZuU - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Title
    Forum Üyesi
    Üyelik tarihi
    04.Şubat.2014
    Mesajlar
    10,882
    Mentioned
    42 Post(s)
    Tagged
    34 Thread(s)
    BU NE YAMAN ÇELİŞKİ HİKAYESİ (MESNEVİDEN HİKAYELER, SEÇME ÖYKÜLER) (HİKAYELERDEN SEÇMELER)

    Ahmaklar bilgisizliklerinden Mecnun’a dediler ki: Leyla pek o kadar ahım şahım bir şey değil. Şehrimizde ondan daha güzel ay gibi yüz binlerce kız var.
    Mecnun dedi ki: Suret testidir, güzellik şarap, Allah bana onun suretinden şarap içirmede. Halbuki onun testisinden size sirke verdi de onun için onun sevgisi, sizin kulağınızı tutup çekmede.

    Allah, bir testiden hem zehir verir, hem bal. Onu bana veren de ulu Allah’tır, bunu, şuna veren de. Testiyi görüyorsun ama o şarap, doğru olmayan göze görünmez. Can zevki, ehlinden başkasına bakmaz, hısmından başkasına nişane vermez. O şarap, ehlinden başkasını görmez. Şu zarf hicapları ise onu gizleyen çadırlara benzer.

    O deniz bir çadırdır ki onun içinde kaz yaşar. Fakat kuzgunlar ölürler. Zehir, yılana gıdadır, azıktır. Ondan başkasına ise yılanın zehri, derttir ölümdür. Her minnetin sureti, bana cennettir, ona cehennem.

    Şu halde gördüğünüz bütün cisimlerle bütün eşyada hem gıda vardır, hem zehir, fakat siz görmezsiniz. Her cisim, bir kaseye, bir testiye benzer. Onda hem gıda vardır, hem gönül yakıcı bir hassa. Kase meydandadır içindeki gıda gizli. O kaseden ne yediğini yalnızca yiyen bilir.

    Yusuf’un sureti güzel bir kadehti. Babası o kadehten yüzlerce neşe şarabı içerdi. Fakat kardeşleri, ondan zehirli bir su içtiler de bu öfkeleri, kinleri arttı. Sonra yine Zeliha, şekerler yedi, aşktan bir başka çeşit afyon yuttu. O güzeli Yusuf’tan Yakup’un aldığı gıdadan başka türlü bir gıda aldı.

    Çeşit, çeşit şerbetler, fakat tesiri bir. Bu suretle de ***b alemine ait hiçbir şüphem kalmaz ya. Şarap ***b alemindendir, testi bu cihandan. Testi meydandadır, içindeki şarap gizliden gizli. Namahremlerin gözlerinden pek gizli ama mahremlere meydanda, apaçık.

    Allah’ım gözlerim sarhoş bir hale geldi. Yüklerimiz sırtımızı ağırlaştırdı, büktü, sen bizi affet. Ey gizli Allah, o alemde de doldun, bu alemde de. Doğu nurunun da üstüne yüceldin, batı nurunun da. Sen, bir sırsın ki sırrımızı açığa vurur, bilirsin. Sen, bir fecirsin, kin nehirlerimizi kaynatır akıtırsın.

    Ey zatı gizli ihsanı duyulur Allah, sen su gibisin, bir değirmen taşına benzeriz. Sen yel gibisin, bir toz gibi. Yeli gizlersin de tozu meydandadır. Sen bir baharsın, biz bağ gibi yemyeşil, hoş bir haldeyiz. O gizlidir ihsanı aşikar.

    Sen can gibisin, biz ele, ayağa benzeriz. Elin tutup koy vermesi, can vasıtası iledir. Sen akıl gibisin, biz şu dile benzeriz. Bu dil, şu anlatışı akıldan alır, akıldan beller. Sen sevinç gibisin, biz gülme gibi. Yani sevincin sonucu güler neşeleniriz.

    Bizim hareketimiz, her an sana bir tanıklık vermede; ululuk ıssı Allah’a bir tanıktır. Değirmen taşının ıstıraplarla dönüşü de, suyun varlığına tanıktır. Ey benim vehmimden, dedikodundan dışarı olan Allah, toprak benim de başıma, getirdiğim örneğin de başına.

    Kul sabretmez, güzel güzel tasvirlerde bulunur. Her an sana, canım, ayaklarının altına yayılmış bir döşemedir. Hani o çoban gibi. O da Yarabbi, seni arayan çobana gel. Gel de gömleğindeki bitleri ayıklayayım, kırayım. Çarığını dikeyim eteğini öpeyim diyordu ya. Kimse aşk ve muhabbette ona eş olamazdı, fakat Allah’ı tesbih etmeyi, ona söz söylemeyi bilmiyordu. Onun aşkı, gökyüzüne çadır kurmuştu. Köpeğe benzeyen can, o çobanın çadırı önünde bir köpek kesilmişti. Allah aşkının denizi coşunca onun gönlüne vurdu, senin kulağına değdi.

    Sözü kuvvetli, cerbezesi yerinde bir vaaz eden vardı. Mimbere çıkmış vaaz ediyordu. Kadın, erkek, herkes mimberin dibine toplanmıştı.

    Cuha’da bir çarşaf giyip yüzünü örttü, kadınlar arasına karıştı. Kimse onu tanımıyordu. Bir kadın, vaaz edene gizlice sordu: Kasıktaki kıllar namazın bozulmasına sebep olur mu? Vaiz dedi ki: Uzun olursa namaz mekruh olur. Ya hamam otu ile, ya ustura ile tıraş etmen lazım ki namaz tamam olsun, kabul edilsin.

    Kadın: Ne kadar uzun olursa namazım kabul olmaz dedi. Vaiz eden dedi ki: Bir arpa boyu uzun olursa tıraş etmek farzdır.

    Cuha, hemen kız kardeş dedi, bak bakalım benim kasığımın kılı o kadar olmuş mu? Allah rızası için elini uzat da bir yokla. Bakalım, mekruh olacak kadar uzamış mı? Yanındaki kadın, Cuha’nın şalvarına el atar atmaz eline aleti geldi. Derhal şiddetli bir nara attı. Hoca sözüm gönlüne tesir etti dedi.

    Cuha dedi ki: Hayır, gönlüne tesir etmedi, eline tesir etti. A akıllı adam, gönlüne tesir etseydi vay haline.

    O büyücülerin gönlüne birazcık tesir etti de onlarca sopa da bir oldu, el de. Padişahım, bir ihtiyarın sopasını alsan o sopa onun eli ayağı olduğu için pek incinir. Halbuki onlar, elleri, ayakları kesileceği halde “Bize bir zarar olmaz ki” diye nara attılar, naraları gökyüzüne vardı. Hadi, gel kes dediler, can, can çekişmeden kurtulur.

    Biz bildik ki şu tenden ibaret değiliz. Beden olmaksızın da Allah ile yaşarız. Ne mutlu o kişiye ki kendi zatını tanıdı, ebedi emniyet sahasında bir köşk kurdu.

    Çocuk ceviz ve kuru üzüm için ağlar. Halbuki büyük adama göre bu, hiçbir şey değildir. Gönle göre de beden, beden cevizle kuru üzümdür. Çocuk nereden büyüklerin bilgisine sahip olacak?

    Kim, perde ardındaysa zaten çocuktur. Er ona derler ki kırılmaz. Bir adam sakalla, hayayla erkek olsaydı keçinin de sakalı var. O da adam olurdu. Halbuki keçi, kötü bir kılavuz olur, kendisine uyanları ancak kasaba çeker götürür. Sakalını tarar, ben ileri gelen biriyim demek ister. Doğru, ileri gelensin ama ölüme ve gama.

    Kendine gel de sakaldan vaz geç, kendine bir yol tut, bu benliği bu teşvişi bırak. Bu suretle de aşıklar için gül suyu kesil, gül bahçesine kılavuz ol, öne düş. Gül kokusu nedir? akıl nefesi, ebediyet ülkesinin güzel kılavuzu.

    Bayezid zamanında bir kafir vardı. Ona kutlu bir Müslüman dedi ki: Ne olur Müslüman olsan da yüzlerce kurtuluşa erişsen, ululuklar bulsan.

    Kafir dedi ki: Eğer Müslümanlık, alemin şeyhi Bayezid’in Müslümanlığı ise, ben ona takat getiremem. O, benim çalışmalarımdan çok üstün. Dine imana inanmıyorum ama onun imanına adamakıllı iman etmişim. İmanım var ki o, herkesten yüce, pek latif, pek nurlu. Ağzım adamakıllı mühürlü, iman edemem ama gizliden gizliye onun imanına müminim. Yok eğer sizin imanınız, imansa ona ne meylim var ne iştahım. İmana yüzlerce meyli olan sizi gördü mü soğur, kesilir.

    Çünkü sizin imanınızdan adam, yalnız bir ad görür, manası yoktur. Nasıl olur da çöle kurtuluş yeri denir? Sizin imanınıza bakan kişinin imana olan sevgisi soğur gider.

    Bir müezzin vardı, sesi pek çirkindi. Kafir ülkesinde ezan okurdu. Ezan okuma, savaş çıkar, düşmanlık uzar dedilerse de, inat etti, pervasızca o kafir ülkesinde ezan okumaya koyuldu.

    Halk umumi bir kargaşalıktan korkarken bir de baktılar, elinde bir elbise, kafirin biri çıkageldi. Dostlar gibi eline mum ve helva almış, öyle bir latif elbiseyi hediye getiriyordu.

    Söyleyin o müezzin nerede? Onun selası ve ezanı bana rahatlık verdi diye sormadaydı.

    Yahu dediler. Nasıl olur? Hiç o bet ses, insana rahatlık verir mi? Kafir dedi ki: Sesi kiliseye gelince, benim pek güzel, pek yüce bir kızım var, çoktandır Müslüman olmak isterdi. Bu sevda, kafasından bir türlü çıkmıyordu. Bunca kafir ona öğüt verdi. Fakat gönlünde iman sevgisi, öyle bir yerleşmişti ki. Bu dert, adeta bir buhurdanlıktı, ben de öd ağacı. Anbean imana yöneldikçe ben, dert, azap ve işkence içindeydim. Bu hususta elimde hiçbir çare yoktu; nihayet müezzin ezan verince, kızım bu çirkin ses nedir? kulağıma geldi de beni berbat etti. Bütün ömrümde bu kilisede, şu manastırda bu derece çirkin bir ses duymadım dedi.

    Kız kardeşi, bu ezandır, Müslümanlar okur, Müslümanları ibadete çağırırlar dedi. İnanmadı başkasına sordu, o da evet deyince, inandı, yüzü sapsarı kesildi, Müslümanlık hevesi kalmadı. Ben teşvişten azaptan kurtuldum, dün gece korkusuz rahat bir uyku uyudum.

    Onun sesinden dolayı rahatlaştım. Onun için de ona hediye getirdim; nerede o adam?

    Müezzini görünce de hediyeyi kabul et dedi, beni dertten kurtardın , elimi tuttun. Bana öyle bir ihsanda bulundun ki senin azat kabul etmez bir kulun oldum.

    Malda, mülkte, zenginlikte tek bir kişi olsaydım ağzını altınla doldururdum. İşte sizin imanınızda bunun gibi bir riya, geçici bir şey. O ezan gibi yol kesici.

    Fakat Beyazıd’ın imanına, onun doğruluğuna karşı gönlümde nice hasret var. Hani şu kadın gibi. Eşeğin çiftleşmesini gördü de dedi ki: Amanın şu tek erkeğe bakın. Çiftleşme buysa bizim kocalarımız, bizimle çiftleşmiyorlar, içimize aptes bozuyorlar.

    Bayezid, imanın bütün şartlarına haiz Aferinler olsun bunun gibi tek aslana. Onun imanının bir katrası denize gitse deniz, o katrada gark olur. Nitekim zerrecik ateş, ormanlara düşse o zerre bütün ormanları yakar, yok eder.

    Padişahın, yahut ordunun gönlündeki hayal gibi. O hayal de hayaldir ama savaşta düşmanları mahveder. Muhammed’in yüzünde bir yıldızdır parladı, kafirlerin, çıfıtların gevherleri yok oldu. İmana erişen aman buldu, imana gelmeyenlerin şüphesi iki kat oldu. Önce gelenlerin halis küfrü kalmadı da yerini ya Müslümanlık tuttu, ya korku

    Bu da hileyle suyu yağa karıştırmaktır. Bu örnekler, nurun zerresine eşit olamaz. Zerre, bir cisimden ayrılmış, küçücük bir parçadan başka bir şey değildir. zerre,, taksim kabul etmeyen güneş olamaz ki, zerre demekte bil ki gizli bir muradım var. Sen, denize mahrem değilsin, ancak köpüksün şimdi.

    Şeyhin parlak iman güneşi, şeyhin can doğusundan yüz gösterse. Bütün aşağılık alemi ta yerin dibine kadar hazine kesilir, bütün yücelikler alemi, yemyeşil cennete döner. Onun aydın nurdan canı var. Hor hakir topraktan bir bedeni. Şaştım kaldım, acaba o, bu mu, yoksa o mu? Söyle bu işte müşküle düştüm.

    Kardeş eğer o, bu ise o nedir ki yedi kat gök onun nuru ile dolmuş. Yok o, bu değilse dostum, şubeden nedir öyleyse? ACABA BU İKİSİNDEN HANGİSİ KİM?

    Bir adamın bir karısı vardı. Pek hilebaz, pek kötü huylu ve yol kesici bir kadındı. Adam, eve ne getirse harcar, telef ederdi. Adam da sesini çıkarmazdı. Bir gün adam konuğunu ağırlamak için yüzlerce sıkıntıyla biraz et aldı, eve getirdi.

    Kadın onu kebap edip şarapla sildi süpürdü. Adam gelince de düzensiz sözlerle hileye başladı. Adam dedi ki: Konuk geldi, et nerede? Konuğa yemek çıkarmak lazım. Kadın eti şu kedi yedi, hadi git et al yine dedi. Adam Aybek dedi, teraziyi getir, şu kediyi bir tartayım. Terazi geldi, kediyi tarttı, yarım batman geldi. Bunun üzerine a hilebaz kadın dedi, et yarım batmandı, yarım okka kadar da fazlalığı olacak. Kedi de yarım batman geldi. Eğer bu kediyse söyle, et nerede? Yok, bu etse hadi var, bucak bucak kediyi ara.

    Bayezid de buysa o ruh nedir? o, o ruhsa şu suret kim? Dostum hayretler içinde hayrete düştüm. Bu ne senin işin,ne benim işim. Her ikisi de odur. Fakat mahsulüm aslı tanedir, o saman çöpü feridir. Allah hikmeti, bu zıtları birbiriyle kaynaştırdı. Ey kasap, şu oyluk eti, gerdanla beraber işte. Ruh bedensiz bir iş yapamaz. Kalıbında ruhsuz soğur donar. Kalıbın meydandadır da canın gizli. Alemin sebepleri de şu ikisinden düzelmiştir.

    Toprağı bir adamın başına atarsan baş yarmaz. Suyu birinin başına atsan yine baş yarılmaz.

    Baş yarmak istiyorsan suyla toprağı birbirine katıp kerpiç yapman gerek. Baş yardın mı o kerpiçin suyu, aslına gider, ayrılış gününde toprak da toprağa kavuşur.

    Allah’ın suyla toprağı birleştirmesindeki hikmeti, niyazla inattan hasıl olur. Ondan sonra daha başka birleşmeler meydana gelir ki onları ne kulak duymuştur, ne göz görmüştür. Kulak duysaydı kulak olarak kalır, yahut artık başka sözleri duyabilir miydi?

    Kar ve buz, güneşi görseydi buzluktan ümidini keser giderdi. Damarlarına iliklerine kadar su kesilirdi de hava Davut’u, ondan zırh yapardı. Her ağacın canına derman olurdu. Her ağaç, onun kudumiyle devlet olurdu. Halbuki o donmuş buz, öylece kalakaldı da ağaçlara bana dokunmayın demeye başladı.

    O buz gibi donup kalan adamın cismi de ne bir şeyle uyuşup birleşir, ne de bir şey, onunla uzlaşır. O, ancak kendi nefsinin hırsı peşindedir. O da faydasız değildir, yeşillik padişahı da değil. Eyaz , senin yıldızın, pek yücedir. Her burç, ona durak olamaz. Himmetin öyle her vefayı beğenir, saflığın öyle her saflığa seçip kabul eder mi hiç?
    oLmadı bir çay koy.. Ben bir ömüR..demLenirim

    qözLerinde..!

  3. #73
    aRZuU - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Title
    Forum Üyesi
    Üyelik tarihi
    04.Şubat.2014
    Mesajlar
    10,882
    Mentioned
    42 Post(s)
    Tagged
    34 Thread(s)
    CAHİLİN SEVGİSİ HİKAYESİ (MESNEVİDEN HİKAYELER, SEÇME ÖYKÜLER) (HİKAYELERDEN SEÇMELER)

    Doğanın padişahtan kaçıp un eleyen kocakarının evine gitmesi, bilgisizliğindendir. O kadıncağız, çocuklarına tutmaç pişirmeye savaşırken o cinsi güzel, Kendisi hoş doğanı görünce,tutup ayacığını bağladı, kanadını kesip güdük bir hale getirdi, tırnağını kesti, yesin diye de önüne saman koydu. ”Ehil olmayanlar sana iyi bakamamışlar, kanadın haddini aşmış, tırnağın da uzamış. Na ehil kişiler seni hasta ederler. Ananın yanına gel ki sana iyi baksın!” dedi. Arkadaş, cahilin sevgisini de böyle bil. Cahil yolda daima çarpık, daima yampiri gider.

    Padişahın günü,doğanı aramakla geçti, nihayet o kocakarının çadırına yöneldi. Ansızın orada doğanı, toz duman içinde gördü. Ona bakıp ağlamaya başladı. Dedi ki: “Her ne kadar, bize dosdoğru vefakarlıkta bulunmadığın için bu hal sana layıktı. Çünkü cehennem ehliyle cennet ehlinin müsavi olmadığından gaflet ederek cennetten kaçtın, cehennemde karar ettin. Halinden haberdar olan padişahtan sersemce bu kokuşuk kocakarının evine kaçağın layığı budur”

    Doğan kanadını padişahın eline sürmekte, hal diliyle “Ben günah ettim”; Ey kerem sahibi, sen iyilerden başkasını kabul etmezsen kötü nereye varsın da halini arz edip ağlasın? Padişah, her kötüyü iyi ettiğinden onun lütfü cana bu cüreti vermekte, bu cinayetleri yaptırmaktadır” demekteydi.

    Yürü çirkin işlerde bulunma ki bizim iyiliklerimiz bile o güzel sevgilimizin huzurunda çirkin görünmektedir. Hal bu ki sen ettiğin hizmeti ona layık sandın da cürüm bayrağını onun için yücelttin. Sana onu anmaya, Onu çağırmaya izin verdiler de o yüzden günlüne gurur düştü. Kendini Allah ile konuşur gördün. Halbuki niceler vardır ki bu şüphe yüzünden ondan ayrı düşer. Gerçi padişah seninle beraber yerde oturur ama sen kendini tanı, haddini bil de daha iyi daha edepli otur!

    Doğan dedi ki: “padişahım, pişmanım, tövbe ettim, yeniden Müslüman oldum. Sarhoş ederek aslanı bile tutacak derecede kuvvet ve cüret sahibi ettiğin kişi sarhoşluk yüzünden yolunu sapıtırsa özrünü kabul et. Tırnağımı kestilerse de sen beni kabul eder, benden yüz çevirmezsen ben, güneşin bile perçemini koparırım. Kanadım gittiyse de beni okşarsan, bana iltifat edersen felek bile benim oyunuma karşı mat olur. Bana kuvvet kemerini bağışlarsan dağı yerinden koparırım, bana kudret kalemini verirsen bayrakları yıkar, orduları kırarım. Nihayet benim cüssem, bir sivrisinekten de aşağı değil ya Ben de Nemrut mülkünü kanadımla vurur, tarumar ederim. Tut ki zayıflıkta Ebabilim, tut ki düşmanlarımın her biri bir fildir. Bir fındık kadar, fakat yakıcı kurşun atarım, kurşunum, yüzlerce mancınık derecesinde tesir eder.

    Taşım nohut kadarsa da savaşta ne baş bırakır,ne miğfer! Musa, savaşı bir tek sopasıyla gitti ama o sopayla Firavunu da, kılıçlarını da kırdı geçirdi. Her peygamber, o kapıyı yalnızca döğmüş, bütün dünyaya tek başına saldırmıştır. Nuh, ondan kılıç isteyince Tufan dalgası, Allah kudretiyle kılıç kesilmiştir. Ey Ahmet, yeryüzünün askeri kim oluyor ki? Aya bak,ayın bile alnını yar! Bu suretle yıldızların yomlu, yomsuz olduğuna inanan bi,haberler, bu devrin senin devrin olduğunu,kamerin devri olmadığını anlasınlar.

    Bu devir, senin devrindir. Çünkü Kelim olan Musa bile daima senin zamanını arzuladı. Musa, senin devrinin parlaklığını, o devirdeki tecelli sabahının zuhurunu gördü de; “ Yarabbi, o ne rahmet devri o devir, rahmetten de ileri o devirde rüyet var. Musa’ nı denizlere daldır da Ahmet’in devrinde izhar et’’ dedi. Allah dedi ki : “ Sana o devri onun için gösterdim, o halvetin yolunu onun için açtım”

    Ey Kelm, sen o devirden uzaksın; ayağını çek, çünkü bu iklim uzundur. Ben kerem sahibiyim. Tamaha düşüp ağlasın diye mahluka ekmek gösteririm. Ana, çocuk uyansın da gıdasını istesin diye çocuğun burnunu ovar. Çünkü çocuğun, açlığından haberi olmaz, uyuyakalır. Fakat süt muhabbeti, ananın iki memesini de ağrıtmaya başlar.

    Ben gizli rahmet olan bir hazineydim, hidayete erişmiş bir ümmet gönderdim. ” Can ve gönülle dilediğim bütün keremleri sana Allah gönderdi de sen onlara tamah ettin. Ahmet, ümmetler “ Yarab” desinler diye dünyada nice put kırdı. Ahmet’in çalışması olmasaydı sen de ataların gibi puta tapardın.

    Ahmet’in ümmetler üzerindeki hakkını bil, başın puta secde etmekten, bunu bilesin diye kurtuldu. Söylersen bu puta tapmadan kurtulmanın şükrünü söyle de Allah, seni batın putundan da kurtarsın. O, nasıl, başını putlardan kurtardıysa sende o kuvvetle gönlünü kurtar. Dini babadan bedava bir miras olarak buldun da onun için başını şükretmeden çevirdi. Miras yedi. Mal kadrini ne bilsin?

    Rüstem can verdi, Zal bedava şeref kazandı! Ben, birisini ağlatırsam rahmetim coşar; ağlayıp taşanda nimetime erişir. Birisine bir şeyi vermek istemezsen o isteği göstermem. Fakat gönlünü kapattın mı artık açmam. Rahmetim, o ağlamalara bağlıdır. Kul ağladı mı rahmet denizi, kabarmaya,dalgalanmaya başlar.

    Doğan diye, dönüp tekrar padişaha gelen doğana derler. Yolunu kaybeden kör doğandır. Bir doğan, yolunu kaybetti, bir viraneye düştü, Baykuşların arasıda kaldı. O rıza nurundandı, baştanbaşa nurdu; fakat kaza ve kader çavuşu, gözünü kör etti; Gözüne toprak saçtı, onu yoldan sapıttı, viranede baykuşlar arasına uğrattı.

    Padişahtan ayrı düşmesi şöyle dursun, baykuşlar arasına uğrattı. Padişahtan ayrı düşmesi şöyle dursun, baykuşlar, başına vurmağa, güzelim kanatlarını yolmaya başladılar. Baykuşlar arasına Kendinize gelin; doğan yerinizi, yurdunuzu almaya geldi” diye bir velveledir düştü. Mahalle köpekleri gibi hepsi de kızgın, korkunç bir halde garip doğanın başına üşüşüp hırkasını çekiştirmeye başladılar.

    Doğan, “ Ben baykuşlara layık mıyım?” Baykuşlara bunun gibi yüzlerce virane bağışladım. Ben burada kalmak istemem, padişaha dönmek isterim. Tasalanıp kendinize kıymayın. Ben burada durmam vatanıma giderim. Bu harabe, sizin gözünüze hoş bir yer görünüyor, bana değil. Benim naz ettiğim yer, padişahın koludur” diyordu.

    Baykuş ise “ Doğan sizi evinizden, barkınızdan etmek için hileye sapıyor. Hile ile bizi yurdumuzdan ayırmak, yuvamızdan etmek niyetinde. Bu hileci tokluk gösteriyor ama Allah hakkı için bütün harislerden beterdir. Hırsından balçığı pekmez gibi yer. Ayıya kuyruğunuzu kaptırmayın. Bizim gibi saf kişileri yoldan çıkarmak için padişahtan, padişahın elinden dem vurmakta.

    Bir kuşcağız, hiç padişahla düşüp kalkar mı? Bir parçacık aklınız varsa dinlemeyin bu sözü, O, padişahın cinsinden mi, vezirin cinsinden mi? Hiç sarımsakla badem helvası yenir mi? Padişah, adamlarıyla beni arıyor demesi de hilesinden, fendinden. Bu, kabul edilmeyecek bir malihulya. Bu, olmayacak bir laf, ahmak aldatmak için kurulmuş bir tuzak! Kim buna inanırsa ahmaklığından inanır .

    Zayıf bir kuşcağızın padişahla ne münasebeti olabilir? En aşağı bir baykuş , onun beynine vursa ona padişahtan yardımcı gelecek ha! Hani, nerede?” demekteydi. Doğan dedi ki: “ benim bir tüyüm bile kopsa padişah, baykuş yuvasının kökünü kazır. Baykuş kim oluyor ki? Bir doğan bile beni incitir, gönlümü kırar, bana cefa ederse,

    Padişah; her yokuşta her inişte doğan başlarından harmanlar yapar, tepeler yüceltir. Benim bekçim, onun inayetleridir. Nereye varırsam padişah arkamdadır. Hayalim, padişahın gönlündedir. O, bensiz duramaz. Padişah beni uçurunca onun ziyası gibi gönül yücelerinde uçarım. Ay gibi güneş gibi uçup gök perdelerini aşarım.

    Akılların aydınlığı, benim fikrimden; göklerin halk edilmesi, benim yüzümdendir. Öyle bir doğanım ki Hüma bile bana hayran olur. Baykuş kim oluyor ki sırımı bilsin. Padişah, benim kurtulmam için zindanı açtı, Yüz binlerce mahpusu azadetti. Bir zamancağız beni baykuşlara hemdem etti de benim yüzümden baykuşları doğanlaştırdı. Ne mutlu o doğana ki uçuşuma uyar, talihi yar olur da sırrımı anlar. Bana yapışın da doğan olun, baykuşsanız bile doğanlaşın! Böyle bir padişaha sevgili olan nereye düşerse, düşsün, nasıl olur da garip olur. ?

    Padişah kimin derdine derman olursa o, ney gibi feryat eder, sessiz sedasız kalmaz. Ben mülk sahibiyim, başkasının sofrasına oturup yemeğimi yemiyorum. Padişah, uzaktan benim davulumu döven “İrcii” sesidir. Benimle davaya girişenlerin rağmine şahidim, Allah’tır.

    Padişahın cinsinden değilim, haşa bunu iddia etmiyorum. Fakat onun tecellisiyle, onun nuruna sahibim. Cins oluş, sade şekil ve zat bakımından değildir. Su, nebatta toprağın cinsinden sayılır. Rüzgar, ateşi yaktığı, yanmasına yardım ettiği için rüzgarın cinsi demektir. Nihayet şarap,tabiata neşe verdiğinden onun cinsidir. Cinsimiz, padişah cinsinden olmadığı için varlığımız onun varlığına büründü, yok oldu.

    Varlığımız kalmayınca da tek olarak onun varlığı kaldı. Ben onun atının ayağı önünde toz gibiyim, toz gibi! Can da, canın nişaneleri de toprak oldu. Toprakta onun ayak izi var. ” Bu izi bulmak için ayağı altında toprak ol ki başı dik kişilerin tacı olasın. Sizi şeklimin aldatmaması için sözümü dinlemeden şarabımı için, mezemi yiyin. Nice kişiler var ki suret, onların yolarını kesti. Surette kastettiler, Allah’a çattılar.

    Bu can da, bedenle birleşmiştir ya. Fakat hiç can bedene benzer mi? Göz nuru iç yağıyla eş olmuştur, gönül nuru bir katre kanda gizli. Neşe ciğerin kızılındandır, gam karasında, akıl bir mum gibi beynim içinde. Bu alakadar keyfiyetsiz bir tarzdadır. Akıllar, bu keyfiyetsizliği bilmede acizdir. Külli can, cüzi cana alakalandı; can ondan bir inci alıp boynuna koydu. Meryem nasıl gönüller alan Mesih’e gebe kaldıysa can da onun gibi koynuna aldığı o inciden gebe kaldı.

    Fakat o Mesih, kuru ve yaş üstünde, yeryüzünde seyahat eden Mesih değildir. O,Mesih’in şanı seyahatten yücedir. Can, canlar canından gebe kaldı ya. İşte cihan, böyle candan gebe kalır. Cihan da başka bir cihan doğurur. Bu mahşer de başka bir mahşer gösterir. Kıyamete kadar söylesem, saysam bu kıyameti anlatamam.

    Bu, sözler, mana bakımından “ Yarab” nidasına benzer. Harfler, bir tatlı dudaklının nefesini avlamağa tuzaktır. Kulun “Yarab” sözüne Allah’ın “Lebbeyk” cevabı geldikten sonra, nasıl olur da “ Yarab” demekte kusur eder? Fakat bu “ lebbeyk” öyle bir “Lebbeyk” tir ki onu işitemezsin ama baştan aşağıya kadar bütün vücudunla tadabilirsin.
    oLmadı bir çay koy.. Ben bir ömüR..demLenirim

    qözLerinde..!

  4. #74
    aRZuU - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Title
    Forum Üyesi
    Üyelik tarihi
    04.Şubat.2014
    Mesajlar
    10,882
    Mentioned
    42 Post(s)
    Tagged
    34 Thread(s)
    CENNETE ZENGİN HER ZAMAN GELMEZ (HİKAYELERDEN SEÇMELER, SEÇME ÖYKÜLER, KISA HİKAYELER)

    Yoksul köylü ölmüştü, gözlerini açınca cennetin kapısında buldu kendini. Bir de zengin adam bekliyordu sırada. Bir melek geldi, açtı cennetin kapısını altın anahtarıyla. Önce zengin girdi içeri, bir bando sesi duyuldu ansızın kapının arkasından. Marşlar çalındı, şarkılar söylendi, sevinç çığlıkları attı cennettekiler. Kapı yine açıldı, sesler kesilince, köylü içeri girdi. Bir melek karşıladı onu,

    “Hoş geldin köylü kardeş,” dedi sadece.

    Hani, nerede bando? Neden söylenmiyor marşlar? Melekler neden dans etmiyor? “Ne biçim iş bu?” diye bağırdı köylü.

    “Zengin adam girince içeriye şarkılar söylediniz, çalgılar çalarak karşıladınız onu. Ben yoksulum gerçi, ama dünyada kalmadı mı yoksulluğum? Herkes eşit değil midir cennette? “Eşittir,” dedi melek.

    “Zengin de bir bizim için, yoksul da. Yalnız unutma köylü kardeş, her gün yüzlerce yoksul gelir cennete, ama zengin dediğin yüz yılda bir gelir”
    oLmadı bir çay koy.. Ben bir ömüR..demLenirim

    qözLerinde..!

  5. #75
    aRZuU - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Title
    Forum Üyesi
    Üyelik tarihi
    04.Şubat.2014
    Mesajlar
    10,882
    Mentioned
    42 Post(s)
    Tagged
    34 Thread(s)
    CEVRİYE TEYZE (KOMŞULUK, YARDIMLAŞMA) (HİKAYELERDEN SEÇMELER, SEÇME ÖYKÜLER, KISA HİKAYELER)

    O gün çok heyecanlıydım. Büyük bir merak içersindeydim. Annemle birlikte mahallemizde yalnız başına yaşayan ve gözleri görmeyen, yaşlı bir teyzeyi ziyarete gidecektik.

    Arkadaşım Esra’ya bu ziyaretimizden söz ettim. O umursamaz bir tavırla:

    - Ne yapacaksın? Kör bir kadını mı ziyaret edeceksin? diye söylendi.

    Esra’nın bu yakışıksız sözlerine karşılık; yaşlı ve özellikle yalnız yaşayan, hasta ve kimsesizlere yapılan ziyaretlerin, Allah katında çok sevap olduğunu, onun bu sözlerini ise, kendisine hiç mi hiç yakıştıramadığımı söyledim.

    O gün, sürekli bir biçimde Esra’nın sözlerini düşündüm. Üzüldüm, üzüldüm.

    Bir insan hiç bu kadar acımasız, duygusuz olabilir miydi?

    Annemin daha önce bu teyzeye yaptığı ziyaretler sonrasında bana anlattıklarını hatırladım.

    Yaşlı âmâ teyze nasıl da memnun olmaktaydı annemin ziyaretlerinden. Ona dualar ettiğini nasıl da mutlu olduğunu bir bir anlatmıştı annem.

    Evet bu yaşlı âmâ teyzeye gidecektik annemle.

    Anneme, önceki gün Esra’yla konuşmamızdan söz ettim. Kör bir kadını niçin ziyaret edeceğimizi sorduğunu söyledim.

    Annem sözlerimin sonunu bile beklemeden, Esra’nın duyarsızlığına büyük bir tepki gösterdi. Kızdı. İnsanların birbirine karşı sorumlulukları olduğunu söyledi. Peygamber Efendimiz’in komşu haklarına ne kadar önem verdiğini anlattı. °Komşusu açken, tok yatan bizden değildir’ sözünü her birimizin bir ilke olarak benimsememiz gerektiğini söyledi.

    Annemin anlattıklarını merakla dinliyordum. Bir Müslüman çocuk olarak, insanları sevmemizi, yaşlılara, kimsesizlere, yoksullara yardımda bulunmamız gerektiğini bir kez daha hatırladım. Esra’nın tavrı, bu konuda yeniden düşünmeme neden olmuştu.

    Annem, Esra’nın “Kör kadın” sözüne de çok kızmıştı.

    Bana kör ile âmâ kelimelerinin anlamını ayrı ayrı anlatmaya başladı. O zaman kör kelimesinin, daha çok doğruları, gerçekleri görmeyen, insanlıktan (bilgi yelpazesi.net) sevgiden uzak olan insanlar için kullanıldığını öğrendim. Annem, Kur’an-ı Kerim’de ilâhi gerçekleri görmeyen insanlar için: “Onların gözleri kör, kulakları sağır, kalpleri kilitlidir“ ifadelerinin yer aldığını söyledi. Gözleri eşyayı, dünyayı görememek demek olan âmâ kelimesini kullanmanın, daha doğru olacağını anlamıştım.

    O gün, okuldan eve gelir gelmez, önlüğümü çıkardım. Annem de hazırlanmıştı. Ağabeyime bir not yazarak evden çıktık.

    Annem yolda, gideceğimiz teyzeyle ilgili olarak bana bilgi verdi. İnsanları ziyaret etmenin, onları sevmenin herkes için bir görev olduğunu bir bir anlattı.

    Sekiz on merdiven çıktıktan sonra apartmanın giriş katındaki sol dairenin kapısını çaldık.

    Kapı açıldı. Yaşlı âmâ teyze işte karşımızdaydı. Bizi içeriye buyur etti. Bir köşeye oturduk.

    Bugüne kadar, çarşılarda; caddelerde âmâ insanlar görmüştüm. Ellerindeki bastonlarla, dikkatlice yürüyen bu insanların yerine kendimi koyar, onların hallerini anlamak isterdim.

    Görmeden yürümek nasıl da zordur. Bu insanların durumunu düşünmeden yapılan: kaldırımlar, açılıp da kapatılmayan çukurlar, onların hayatını nasıl da zorlaştırıyor kim bilir?

    İşte şimdi karşımda yine gözleri görmeyen, yaşlı ve kimsesiz bir teyze duruyordu.

    Annem, teyzenin hatırını, bir şeye ihtiyacı olup olmadığını sordu. Güler bir yüz, temiz bir dille:

    - Allah’a şükür yavrum, sağ ol önemli bir ihtiyacım yok. Zaten zaman zaman bir iki komşu da ziyaretime geliyorlar. İhtiyaçlarımı karşılıyorlar sağ olsunlar, cevabını verdi.

    Âmâ teyzenin adının Cevriye olduğunu öğrenmiştim.

    Cevriye Teyze, yıllar öncesinde geçirdiği bir hastalık sonunda yedi defa gözlerinden ameliyat olmuş. Ne yazık ki, ameliyatlar olumlu sonuç vermemiş. Gözleri o yıllardan bugüne görmüyormuş.

    Cevriye Teyze bunları anlatırken, ben bütün dikkatimle onu inceliyor ve dinliyordum.

    Güzel, nurani, temiz bir yüzü vardı. Yavaş yavaş konuşuyordu, ikimizi de görüyormuş gibi konuşuyordu.

    Bir yandan annem ve teyzenin konuşmalarını dinliyor, bir yandan da evin, beni hayrete düşüren, temizliğini düşünüyordum: Bu evi, Cevriye Teyze böyle temizleyemezdi. Mutlaka bir tanıdığı, bir başka komşu teyze gelip evi temizliyordu.

    Ben bu düşünceler içerisinde şaşkın bir haldeyken bana:

    - Boncuk! Sen nasılsın? diye seslendi.

    Beni nasıl fark etmişti bilemiyorum. Hiç sesimi çıkarmamıştım. Yalnızca onları dinlemiştim. Kim bilir...

    Cevriye Teyzenin bana, Boncuk diye seslenmesi, hoşuma gitmişti. Ona iyi olduğumu, teşekkür ettiğimi söyledim. Ben de onun hatırını sordum.

    Cevriye Teyzeyle annem ne kadar konuştu? Bilemiyorum. Ama havanın kararmaya başladığına bakılırsa, birkaç saat olmuştu.

    İzin isteyerek ayrıldık Cevriye Teyzelerden. Ben onun elini öptüm. O da beni yanaklarımdan öptü.

    Teyze’den ayrılıp evimize dönerken, annemle yine onu, Cevriye Teyzeyi konuştuk.

    Şimdi evde yapayalnızdı. Gözleri görmüyordu. Evin işi, yemek, bulaşık... Bir sürü yapılması gereken iş... Hangisini nasıl yapacaktı? Bunları yaparken nasıl da zorlanacaktı? Hele temizlik işi...

    Anneme sordum:

    - Cevriye Teyze işlerini nasıl yapabiliyor?

    Annem, Cevriye Hanım’ın işlerini bizzat kendisinin yaptığını, zor da olsa yapmaya çalıştığını, zaman zaman da bazı komşuların ona yardımcı olduklarını, evin kirlendiğini ise kokudan anladığını söyledi. Herkesin pek çok derdi olabileceğini, önemli olan bu sıkıntıları aşarak yaşayabilmek olduğunu hatırlattı. Bu noktada, daha büyük sıkıntıları, hastalıkları olan insanlara bakarak, halimize şükretmemiz gerektiğini öğütledi.

    Kendimi, ailemizi, ağabeylerimi, anne ve babamı, evimizin şartlarını düşündüm. Ufak tefek sıkıntılara rağmen, önemli problemlerimiz yoktu. Allah’a şükrettim. Sıkıntılı, hastalıklı, yoksul ailelere ise yardım etmesini diledim Allah’tan.

    O akşam, gözlerimde Cevriye Teyze’nin evi, temizliği, güler yüzlülüğü, kulaklarımda ise, annemle konuşurken söylediği sözlerin hemen hepsi kalmıştı. Ama bu sözlerin içinde şu özlü sözü, ömrüm boyunca hiç unutmayacağım:

    - Önemli olan, insanın gözlerinin görmesi değil, asıl önemli olan şey, Allah sevgisini, kardeşliği, insanlığı görememektir. İnsan gönü! Gözüyle de dünyayı görebilir. İnsanları sevebilir, insanlara yararlı olabilir.

    Ama asıl körlük: Allah sevgisini, asıl güzellikleri görememektir.
    oLmadı bir çay koy.. Ben bir ömüR..demLenirim

    qözLerinde..!

  6. #76
    aRZuU - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Title
    Forum Üyesi
    Üyelik tarihi
    04.Şubat.2014
    Mesajlar
    10,882
    Mentioned
    42 Post(s)
    Tagged
    34 Thread(s)
    ÇATLAK KOVA, GÜZEL GÖRMEK (HİKAYELERDEN SEÇMELER, SEÇME ÖYKÜLER, KISA HİKAYELER)

    Hindistan'da bir sucu, boynuna astığı uzun bir sopanın uçlarına taktığı iki büyük kovayla su taşırmış. Kovalardan biri çatlakmış. Sağlam olan kova her seferinde ırmaktan patronun evine ulasan uzun yolu dolu olarak tamamlarken, çatlak kova içine konan suyun sadece yarısını eve ulaştırabilirmiş. Bu durum iki yıl boyunca her gün böyle devam etmiş. Sucu her seferinde patronunun evine sadece 1,5 kova su götürebilirmiş. Sağlam kova başarısından gurur duyarken, zavallı çatlak kova görevinin sadece yarısını yerine getiriyor olmaktan dolayı utanç duyuyormuş.

    İki yılın sonunda bir gün çatlak kova ırmağın kıyısında sucuya seslenmiş. "Kendimden utanıyorum ve senden özür dilemek istiyorum." "Neden?..." diye sormuş sucu. "Niye utanç duyuyorsun?..." Kova cevap vermiş. "çünkü iki yıldır çatlağımdan su sızdığı için taşıma görevimin sadece yarısını yerine getirebiliyorum. Benim kusurumdan dolayı sen bu kadar çalışmana rağmen, emeklerinin tam karşılığını alamıyorsun." Sucu şöyle demiş. "Patronun evine dönerken yolun kenarındaki çiçekleri fark etmeni istiyorum." Gerçekten de tepeyi tırmanırken çatlak kova patikanın bir yanındaki yabani çiçekleri ısıtan güneşi görmüş. Fakat yolun sonunda yine suyunun yarısını kaybettiği için kendini kötü hissetmiş ve yine sucudan özür dilemiş. Sucu kovaya sormuş. "Yolun sadece senin tarafında çiçekler olduğunu ve diğer kovanın tarafında hiç çiçek olmadığını fark ettin mi?... Bunun sebebi benim senin kusurunu bilmem ve ondan yararlanmamdır. Yolun senin tarafına çiçek tohumları ektim ve her gün biz ırmaktan dönerken sen onları suladın. İki yıldır ben bu güzel çiçekleri toplayıp onlarla patronumun sofrasını süsleyebildim. Sen böyle olmasaydın, o evinde bu güzellikleri yaşayamayacaktı."
    oLmadı bir çay koy.. Ben bir ömüR..demLenirim

    qözLerinde..!

  7. #77
    aRZuU - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Title
    Forum Üyesi
    Üyelik tarihi
    04.Şubat.2014
    Mesajlar
    10,882
    Mentioned
    42 Post(s)
    Tagged
    34 Thread(s)
    ÇENK ÇALAN İHTİYAR HİKAYESİ (MESNEVİDEN HİKAYELER, SEÇME ÖYKÜLER) (HİKAYELERDEN SEÇMELER)

    (Bilmem) işittin mi? Ömer zamanında pek güzel, pek latif çenk çalan bir çalgıcı vardı. Bülbül onun sesinden kendini kaybeder; bir namesini dinleyenlerin şevki, yüz misli artardı. Meclisleri, cemiyetleri, onun nağmeleri süsler; onun sesinden kıyametler kopardı. Sesi, israfil gibi mucizeler gösterir, ölülerin bedenlerine can bağışlardı. Yahut İsrafil’e yardım ederdi; onun namelerini dinleyen fil bile kanatlanırdı. İsrafil, birgün namesini düzer ve yüzlerce yıllık çürümüş ölüye can verir.
    Peygamberlerin de içlerinde öyle nağmeler vardır ki o nağmelerde isteyenlere, değer biçilmez bir hayat erişir. Fakat o nağmeleri his kulağı duymaz, çünkü his kulağı , kötülükler yüzünden pis bir haldedir. İnsanoğlu perinin nağmesini işitmez; çünkü perilerin sırlarına yabancıdır.

    Gerçi perinin nağmesi de bu alemdedir ama gönül nağmesi her iki sesten de yüksektir. Zira peri de, insan da mahpustur; ikisi de bu bilgisizlik ve gaflet zindanındadır.

    Rahman Suresinden “Ya ma’şaralcinin” ayetini oku; “Tenfüzu testa’tiu “nun manasını iyice bil! Velilerin içi nağmeleri evvela der ki: “Ey yokluk aleminin cüzüleri! Kendinize gelin; nefis yokluğundan baş çıkaran; bu hayali, bu vehmi bir tarafa atın!

    Ey Kevn ü fesat aleminde tamamiyle çürümüş canlar! Ebedi canlarınız ne vücuda geldi, ne doğdu!” O nağmelerden pek az, pek cüzzi bir miktarını söylesem canlar, mezar ve merkatlerinden baş kaldırırlar.

    Kulak ver! Onağmeler uzakta değil; fakat sana söylemeğe izin yok. Agah ol ki veliler, zamanın israfil’idirler. Ölüler, onlardan can bulur, gelişirler. Ölü canlar, ten mezarında kefenlerine bürünmüş yatarlarken onların sesinden sıçrayıp kalkarlar.

    Derler ki: Bu ses, öbür seslerden bambaşka; çünkü diriltmek Allah sesinin işidir. Biz öldük, tamamiyle çürüdük, mahvolduk. Fakat Allah sesi gelince hepimiz dirildik, kalktık.

    Allah sesi ister hicab ardından, ister hicabsız gelsinCebrail, Meryem’e, yakasından üfleyerek ne verdiyse Allah sesi de insana onu verir. Ey derileri altında yokluğun çürütüp mahvettiği kimseler! Sevgilinin sesiyle yokluktan dönün, tekrar var olun!

    O ses, Allah kulunun boğazından çıksa da esasen ve mutlaka Padişahtan gelmektedir. Allah ona dedi ki: “Ben dilim, sen vücutsun. Ben senin hislerin, memnuniyet ve gazabınım,

    Yürü! Benimle duyan, benimle gören sensin. Sır sahibi olmak da ne demek? Bizzat sır sensin. Sen mademki hayret aleminde “Lillah” sırrına mazhar oldun, ben de senin olurum. Çünkü “Kim, Allah’ın olursa Allah onun olur. ”

    Sana bazen sensin derim, bazen de benim derim. Ne dersem diyeyim, ben aydın ve parlak bir güneşim. Her nerede bir çırağlıktan parlasan orada bütün alemin müşkülleri hallolur.

    Güneşin bile gideremediği, aydınlatamadığı karanlık, bizim nefsimizden kuşluk çağı gibi aydınlanır. Adem evladına esmasını bizzat gösterdi. ( Adem’i, isimlerine mazhar etti); diğer mevcudata esma, Adem’den açıldı. Nurunu, istersen Adem’den al, istersen ondanşarabı, dilersen küpten al, dilersen küpten al, dilersen testiden!

    Çünkü bu testi, küple adamakıllı birleşmiştir; o iyi bahtlı testi, senin gibi ( zahiri zevklerle şad değil, hakiki neşeyle neşelenmiş) tir. Mustafa, “Beni görene benim yüzümü gören kişiyi görene ne mutlu” dedi.

    Bir mumdan yanmış olan çırağı gören, yakinen o mumu görmüştür. Bu tarzda o mumdan yakılan çırağdan başka bir çırağ, ondan da diğer bir mum yakılsa ve ta yüzüncü muma kadar, hep o ilk mumun nuru intikal etse, sonuncu mumu görmek, hepsinin aslı olan ilk mumu görmektir.

    İstersen o nuru, son çırağdan al, istersen ilk çırağdanhiç fark yok. Nuru dilersen son gelenlerin mumundan gör, dilersen geçmişlerin mumundan.

    Peygamber, “Hakkın güzel ve temiz kokuları ,bu günlerde esecek o vakitlere kulak verin, aklınız o vakitlerde olsun ki, bu çeşit güzel kokuları alasınız, bu fırsatı kaçırmayınız dedi.

    Güzel koku geldi, sizin haberiniz yokken esip, esip gitti Dilediğine can bağışlayıp geçti. Başka bir koku daha erişti; uyanık ol ey arkadaş, uyanık ol ki bundan da mahrum kalmayasın.

    Ateş meşrepli olan can, ondan ateş söndürme kabiliyetini kazandı. Hoş olmayan can, onun lütfu ile hoş bir hale geldi. Ateşli can, onun yüzünden söndü. Ölü, onun aydınlığından kaftan giyindi.

    Bu tazelik, Tubâ ağacının tazeliği; bu hareket, Tubâ ağacının hareketidir. Halkın hareketlerine benzemez.
    Eğer bu ebedi nefha, yere göğe nazil olsa yer ehliyle gök ehlinin ödleri su kesilirdi. Esasen bu nihayeti olmayan nefhanın korkusundan, gökler, yeryüzü ve dağlar o emaneti yüklenmekten çekindiler. “Feebeyne en yahmilnehâ” ayetini oku da gör.

    Korkusundan dağın yüreği kan olmasaydı “Eşfekna minha” denir miydi?
    Bu Allah kokusu dün gece bize bir başka türlü zuhur etti, fakat birkaç lokma geldi, kapıyı kapadı.
    Lokma için bir Lokman rehin oldu. Şimdi Lokman'ın sırası; ey lokma sen çekil. Bir mihnet ve meşakkat lokması yüzünden Lokman'ın ayağına batan dikeni çıkarın.

    Onun ayağında diken değil, gölgesi bile yok. Fakat siz, hırstan onu fark edemiyorsunuz. Hurma olarak gördüğünü diken bil. Çünkü, sen çok nankör, çok görgüsüzsün. Lokmanın canı, Allah’ın bir gül bahçesindeyken neden can ayağı bir dikenden incinsin. Bu diken yiyen vücut, devedir. Mustafa’dan doğan da bu deveye binmiştir.

    Ey deve! Sırtında öyle bir gül dengi var ki kokusundan sende, yüzlerce gül bahçesi meydana gelmiştir.
    Halbuki sen, hala mugeylan dikenine ve kumsala meylediyorsun. Bu arta kalası dikenden gül nasıl toplayacaksın?

    Ey bu arama yüzünden taraf taraf, bucak bucak dolaşıp duran! Ne vakte kadar “Nerede bu gül bahçesi” diyeceksin?
    Ayağındaki bu dikeni çıkarmadıkça gözün görmez. Nasıl dönüp dolaşabilirsin? Ne şaşılacak şey, cihana sığmayan Ademoğlu, gizlice bir dikenin başında dolaşıp durmakta!

    Mustafa bir hem dem elde etmek için geldi; “Kellimini ya Humeyra” dedi.
    “Ey Humeyra! Nalı ateşe koyda bu dağ, lal haline gelsin” buyurdu.
    Humeyra kelimesi, müennestir can da müennsi semaidir. Araplar cana müennes demişlerdir. Fakat canın müenneslikten pervası yok. Çünkü, ruhun ne erkekle bir alakası var, ne kadınla!

    Müzekkerden de yükselir, müennesten de. Bu, kurudan yaştan meydana gelen ruh (u hayvani) değildir ki. Bu can, ekmekten kuvvetlenen, yahut kâh şöyle, kâh böyle bir hale gelen can değildir.

    Bu ruh hoşluk verir, hoştur, hoşluğun ta kendisidir. Ey maksadına erişmek için vesilelere baş vuran! Hoş olmayan insanı hoş bir hale getiremez. Sen şekerden tatlı bir hale gelsen bile o tat bazen senden gidiverir, bu mümkündür.

    Fakat fazla vefakarlık sebebiyle tamamen şeker olursan buna imkan yoktur. Nasıl olurda şekerden tat ayrılır, imkanı var mı?

    Ey hoş arkadaş! Aşık, halis ve saf şarabı, kendisinden bulur, onunla gıdalanırsa bu makamda artık akıl kaybolur, (bu sırra akıl ermez). Aklı cüzi sırra sahip gibi görünürse de hakikatte aşkı inkar eder. Zekidir bilir; fakat yok olmamıştır. Melek bile yok olmadıkça Şeytandır.

    Aklı cüzi sözde ve işte bizim dostumuzdur. Ama hal bahsine gelirsen orada bir hiçten bir yoktan ibarettir. Varlıktan fani olmadığı için o, hiçtir, yoktur. Kendi dileğiyle yok olmayınca nihayet zorla, istemediği halde yok olacaktır. Bu da ona yeter.

    Can kemaldir, çağırması sesi de kemaldir. Onun için Mustafa “Ey Bilal bizi dinlendir ferahlandır; Ey Bilal! Gönlüne nefh ettiğim o nefhadan, o feyizden dalga dalga coşan sesini yücelt. Adem’i bile kendinden geçiren, gök ehlinin bile akıllarını hayrete düşüren o nefhayla sesini yükselt!” buyurdu.

    Mustafa o güzel sesle kendinden geçti. Ta’ris gecesinde namazı kaçtı. O mübarek uykudan baş kaldırmadı; sabah namazının vakti geçip kuşluk çağı geldi. Ta’ris gecesi, o gelinin huzurunda tertemiz canları, el öpme devletine erişti.

    Aşk ve can her ikisi de gizli ve örtülüdür. Allah’a "gelin" dediğim için beni ayıplama.

    Sevgili benim sözüme darılsaydı susardım; bana bir lahzacık mühlet verseydi sükut ederdim.
    Fakat “Söyle, bu söz ayıp olmaz. Senin sözün, ***b alemindeki kaza ve kaderin zuhurundan başka bir şey değildir” demekte. Ayıptan başka bir şey görmeyene ayıptır. Fakat ***b aleminin pak ruhu, hiç ayıp görür mü? Ayıp cahil mahluka nispetle ayıptır; makbul Allah’a nispetle değil.

    Küfür bile yaratana nispetle bir hikmettir. Fakat bize nispet edecek olursan bir afet, bir felakettir. Birisinde yüzlerce faziletle beraber bir de ayıp bulunsa o ayıp nebatatın sapı mesabesindedir. Terazide her ikisini de birlikte tartarlar. Çünkü, nebatat ve sap; ikisi de bedenle can gibi bağdaşmıştır.

    Şu halde büyükler, bu sözü boş yere söylemediler: Temiz kişilerin cisimleri de, can gibi saftır. Onların sözleri de nişanı olmayan ve bir kayda gelmeyen can olmuştur, nefisleri de suretleri de. Onlara düşman olanların canları ise sırf cisimdir. O düşman, tavla oyununda kırılmış zar gibi faydasızdır, ancak bir addan ibarettir.

    Düşman toprağa girdi, tamamı ile toprak oldu. Bu ise tuzlaya düşüp tamamı ile arındı. O tuz, öyle bir tuzdur ki Muhammed, ondan meslahat kazanmış, o yüzden melih sözü fasih olmuştur.

    Bu tuz, bu melahat, ondan miras kalmıştır; varisleri de seninledir, ara bul! Varisler senin huzurunda oturuyorlar, fakat nerede senin huzurun? Senin önündedirler, fakat nerede önü sonu düşünen can.

    Eğer sen, kendinde ön, art olduğunu sanıyorsan cisme bağlısın, candan mahrumsun. Alt, üst, ön, art; cismin vasfıdır. Nurani olan can ise bunlardan münezzeh ve cihetsizdir.

    Kısa görüşlüler gibi zanna düşmemek için gözünü, o pak padişahın nuruyla aç! Sen madem ki zahiri önü, sonu düşünmektesin Ancak ve ancak bu gam ve neşe alemindesin. Ey hakikatte yok olan! Yok olan, nerede ön nerede son?

    Yağmurlu gündür, gece çağına kadar yürü! Bu yağmur, bildiğimiz yağmur değil! Allah yağmurlarından.

    O, öyle çalgıcıydı ki alem, onun yüzünden neşeyle dolmuştu. Dinleyenler sesinden garip garip hallere düşüyorlardı. Gönül kuşu onun nağmesiyle uçmakta; canın aklı, sesine hayran olmaktaydı.

    Fakat zaman geçip ihtiyarlayınca evvelce doğan kuşu gibi olan canı, acizlikten sinek avlamaya başladı. Sırtı küp sırtı gibi eğrildi, kamburlaştı. Gözlerinin üstünde kaşlar, adeta eyer kuskununa döndü.

    Onun cana can katan latif sesi fena, iğrenç , çirkin yürek tırmalayıcı geldi. Zühere’nin bile haset ettiği o güzel sesi, kart eşeğin sesine benzedi. Zaten hangi hoş vardır ki nahoş olmamıştır? Yahut hangi tavan vardır ki yıkılmamış, yere serilmemiştir.

    Ancak sur’un üfürülmesi, nefeslerinin aksinden ibaret olan yüce azizlerin sesleri, bundan müstesnadır; onların sesleri bakidir. Onların gönülleri, öyle bir gönüldür ki gönüller, ondan sarhoştur. Yoklukları öyle bir yokluktur ki bizim varlıklarımız, o yokluktan varolmuşlardır.

    Her fikrin, her sesin kehlibarı (fikirleri ve sesleri çeken) o gönüldür. İlham, vahiy ve sır lezzeti yine o gönülden ibarettir. Çalgıcı bir hayli ihtiyarlayıp zayıflayınca kazançsızlıktan bir parçacık yufka ekmeğine bile muhtaç hale geldi.

    Dedi ki: “Allah’ım, bana çok ömür ve mühlet verdin, hakir bir kişiye karşı lutuflarda bulundun. Yetmiş yıldır isyan edip durdum. Benden bir gün bile ihsanını kesmedin. Bu gün kazanç yok, senin konuğunum. Çengi sana çalacağım, ***rı seninim. ”

    Çengi omuzlayıp Allah aramağa yola düştü; ah ederek Medine Mezarlığına doğru yollandı. Allah’tan kiriş parası isteyeceğim. Çünkü o kendisine karşı halis olan kalplere kerem ve ihsanıyla eder” dedi.

    Bir hayli çenk çalıp ağladı ve başını yere koydu, çengi yastık yaptı bir mezara yaslandı. Çalgıcıyı uyku bastırdı, can kuşu kafesten kurtuldu; çalgıyı da bırakıp sıçradı. Saf bir aleme, can sahrasına vararak tenden ve cihan mihnetinden kurtuldu.

    Canı, orada macerasını şöyle terennüm etmekteydi: Beni burada bıraksalardı. Canım bu bahçede, bu bahar çağında ne hoş bir hale gelir, bu ovanın bu ***b laleliğinin sarhoşu olurdu. Başsız, ayaksız seferler eder, dişsiz, dudaksız şekerler yedim.

    Felek sakinleriyle zahmetsiz, mihnetsiz zikre, dimağsız fikre dalar, onlarla latifeler ederdim. Gözleri kapalı olarak bir alem görür; elsiz, avuçsuz güller, reyhanlar devşirirdimÇalgıcı bir su kuşuydu; bu alem de bir bal denizi. Bu bal Eyyub Peygamberin içtiği ve yıkandığı pınardı.

    Eyyub, o pınarda yıkanarak tepeden tırnağa kadar doğu nuru gibi bütün hastalıklardan arındı, pirüpak oldu. Mesnevi hacım bakımından felekler kadar bile olsa yine bu alemin, hatta küçük bir cüz’ünü ihata edemezdi.

    Halbuki çok geniş olan o yerler gök, darlıktan gönlümü paramparça etti. Bu bir alemdir ki bana rüyada göründü; açıklığıyla kolumu, kanadımı açtı. Bu alemde bu alemin yolu meydanda olsaydı dünyada pek az kimse, ancak bir lahzacık kalırdı.

    İhtiyar çalgıcıya “Burada kalmaya tamah etme, mademki ayağından diken çıkmıştır, haydi git” diye emir gelmekte. Can ise orada, Allah’ın rahmet ve ihsanı meydanında “Durakla, bekle” demekteydi.

    O sırada Hak Ömer’e bir uyku verdi ki kendini uykudan alamadı. “Bu mutat bir şey değildi. Bu uyku, ***b aleminden geldi. Sebepsiz olamaz” diye taaccüpte kaldı. Başını koydu, uyudu. Rüyasında hak tarafından bir ses geldi, bu sesi ruhu duydu. Bu ses öyle bir sesti ki her sesin nağmenin aslıdır. Asıl ses odur, o sesten başka sesler, aksi sedadır.

    Türk, Kürt, Zenci, Acem, Arap bütün milletler kulağa, dudağa muhtaç olmadan bu sesi anlamışlardır. Hatta Türk, Acem ve Zenci şöyle dursun o sesi dağlar taşlar bile işitmiştir. Her dem Allah’tan “ Elestü” sesi gelir, cevherlerle arazlar da o sesten var olmaktadırlar.

    Gerçi bunlardan zahiren “Bela” sesi gelmezse de onların yokluktan gelmeleri, var olmaları “Bela” demeleridir. Ağacın, taşın anlayışını söyledim ya. Hemen şimdicik bunu anlatan şu hikayeyi dinle!

    Hannane direği, Peygamberin ayrılığı yüzünden akıl sahipleri gibi ağlayıp inliyordu. Peygamber, “Ey direk, ne istiyorsun?” dedi. O da “Canım, ayrılığından kan kesildi. Bana dayanıyordun, şimdi beni bıraktın. Mimberin üstüne çıktın” dedi.

    Bunun üzerine Peygamber dedi ki: “Ey iyi ağaç, ey sırrı bahta yoldaş olan! Söyle ne istersin? Dilersen seni yemişlerle dolu bir hurma fidanı yapayım ki doğudakiler de, batıdakiler de senin hurmanı yesinler.

    Yahut Allah, seni o alemde bir servi yapsın da ebediyen terü taze kal” dedi. Hannane “Daim ve baki olanı isterim” dedi. Ey gafil, dinle de bir ağaçtan aşağı kalma! Peygamber, kıyamet günü insanlar gibi dirilmesi için o ağacı yere gömdü.

    Bunu duy da bil ki Allah, kimi kendisine davet ettiyse o kimse bütün dünya işlerinden vazgeçmiştir. Kim, Allah’tan tevfika mazhar olursa o aleme yol bulmuştur. Bir kimsenin Allah sırlarından nasibi olmazsa cemadın inlemesini nasıl tasdik eder?

    Evet der ama yürekten değil. Kendisine münafık demesinler diye tasdik edenlere uyar, zahiren tasdik eder. Eğer cemadat Allah’ın “Kün-ol” emrine vakıf olmasalar ( ve bu emri duyup, bu emre uyup, varlık alemine gelmemiş bulunsalardı) bu söz alemde o vakit reddedilirdi.

    Yüz binlerce taklit ve istidlal ehlini, pek cüzi bir vehim, şüpheye düşürür. Çünkü taklitleri de istidlalleri de, hatta bütün kolları, kanatları da zanla kaimdir. O aşağılık Şeytan, bir şüphe meydana getirir. Bütün bu körler tepe takla düşerler.

    İstidlalcilerin ayakları tahtadır. Tahta ayaksa pek kudretsiz pek karasızdır. Sebatiyle dağları bile hayran eden ve basiret sahibi olan zamanın kutbu ise böyle değildir. (İstidlale değer vermez). Çakıl üstüne baş aşağı düşmemek için körün ayağı sopadır sopa.

    Askerin, yani din ehlinin üstünlüğüne sebep olan o binici kimdir! Gören padişah! Her ne kadar körler sopa ile yol görmüşlerdir ama yine gözlükler sayesinde. Dünyada gözlükler ve padişahlar olamasaydı bütün körler ölürlerdi.

    Körler elinden ne demek gelir, ne biçmek gelir, ne alışveriş gelir, ne de kar ve kazanç. Allah onlara merhamet ve inayet kılmasaydı onların istidlal değnekleri hemencecik kırılırdı. Bu sopa nedir? Kıyaslar, deliller. O sopayı onlara kim verdi? Gören Allah!

    Sopa, mademki savaş ve kavga aletidir; ey kör, o sopayı kır, paramparça et! O size sopa verdi de öyle meydana çıktınız. Sonra da kızgınlıkla o sopayı yine ona vurdunuz. Ey körler güruhu! Ne iştesiniz, ne yapıyorsunuz? Aranıza bir gören kişi alın!

    Sen de sana sopa verenin eteğini tut. Bak bir kere Adem Peygamber istidlal ve isyan yüzünden neler çekti? Musa ve Muhammed’in mucizelerine dikkat et. Sopa nasıl yılan şekline girdi, direk nasıl irfan sahibi oldu? Sopa yılan şekline girdi, direkten de inilti duyuldu. Bu mucizeleri, dini izhar için günde beş kere ilan ederler.

    Bu din lezzeti eğer akla aykırı olmasaydı bunca mucizeye hacet var mıydı? Akıl akla uygun olan her şeyi; mucizesiz, keşmekeşsiz kabul eder. Bu bakir yolu, akla aykırı (akıl hududundan hariç, kıyas ve istidlale sığmaz) gör ve bu görüş, her devlet sahibine makbuldür; buna da dikkat et.

    Şeytanlarla canavarlar, nasıl insan korkusundan ve hasetlerinden ürküp adalara, ıssız yerlere kaçtılarsa, münkirler de Peygamberlerin mucizelerinden korkup başlarını otların içlerine sokmuşlar.

    Bu suretle müslümanlık ediyle anılarak yaşamak, kim olduklarını, ne inanışta bulunduklarını sana bildirmemek istemişlerdir. Kalpazanlık, kalp paraya nasıl gümüş sürerler ve üstüne padişahın adını kazarlarsa,onları sözlerinin dış yüzü de tevhit ve şeriattir; fakat iç yüzü, ekmekteki delice tohumuna benzer.

    Felsefecinin, dini inkara, yahut din ehliyle mübahaseye kudreti yoktur. Böyle bir şeye girişirse Hak din, onu mahveder. Onun eli, ayağı cansızdır. Canı ne derse ikisi de fermanına uyar, dediğini yapar. Felsefeciler, dilleriyle cansız şeylerin hareketini, seslenmesini inkar ederse de elleriyle ayakları, bunun imkanına şehadet edip durur.

    Ebucehl’in elinde taş parçaları vardı. Dedi ki: “Ey Ahmed, şu avucumdaki nedir? Çabuk söyle! Mademki göklerin sırlarına vakıfsın, peygambersen avucumda ne saklı?” Peygamber “Onlar nedir, ben mi söyleyeyim; yoksa onlar mı doğru olduğumuzu söylesin, bizi tasdik etsinler; hangisini istersin? Dedi.

    Ebucehil “Bu ikinci daha garip” deyince Peygamber dedi ki: “Evet, Allah ondan daha ilerisine de kadirdir. ” Derhal Ebucehl’in avucundaki taşların her biri, şahadet getirmeye başladı. “İbadete layık hiçbir şey yoktur, ancak Tek Allah’a tapılır” dedi ve “Muhammed, Allah elçisidir” incisini deldi. Ebucehil, taşlardan bu sözü işitince hiddetle taşları yere vurdu.

    Bunu bırak da yine çalgıcının hikayesine kulak ver. Çalgıcı, beklemekten bunalınca. Ömer’e yine ses geldi! “Ey Ömer, kulumuzu ihtiyaçtan kurtar! Has, muhterem bir kulumuz var; mezarlığa kadar gitmek zahmetini ihtiyar et.

    Ey Ömer, kalk. Beytülmalden yedi yüz dinar al, hepsini onun avucuna say! O parayı huzuruna götürüp “O parayı huzuruna götürüp “Ey makbulümüz olan! Şimdilik bu kadarcığı al ve bizi mazur gör.

    Bu kadarcık para sana ancak ibrişim (kirşi) parasıdır. Harcet, bitince yine buraya gel” de. Bunun üzerine Ömer, sesin heybetinden sıçrayıp kalkarak bu hizmet için belini bağladı. Koltuğu altında para kesesi olduğu halde koşarak çalgıcıyı arayıp taramak için mezarlığa yüz tuttu.

    Mezarlığın etrafını bir hayli döndü, dolaştı; orada o ihtiyardan başka kimseyi göremedi. “Bu olmasa gerek” deyip bir kere daha koştu. Nihayet yoruldu, fakat yine o ihtiyardan başkasını göremedi. Kendi kendisine “Hak, bana dedi ki: bizim saf, makbul ve mübarek kulumuz var;

    İhtiyar bir çalgıcı, nasıl olur da Allah haslarından olur? Ey gizli sır, ne hoşsun sen, hoş ve garip!” Ava çıkan aslanın dönüp dolaşması gibi bir kere daha mezarlık etrafını dolaştı. Orada o ihtiyardan başka kimsenin olmadığını iyice anlayınca “ karanlıklar içinde parlak gönüller çoktur” dedi.

    Gelip edebe fazlasıyla riayet ederek oraya oturdu. Bu sırada Ömer aksırdı, ihtiyar uyanıp sıçradı. Ömer’i görünce şaşırdı, kaldı. Gitmek istedi, fakat titremeğe başladı. İçinden dedi ki: “Yarabbi senin elinden eleman! Şimdi de çalgıcı ihtiyarcağıza muhtesip geldi, çattı. ”

    Ömer, o ihtiyarın yüzüne bakıp da onu utanmış çehresini sararmış görünce, “Benden korkma, ürkme; çünkü sana Hak’tan müjdeler getirdim. Allah, senin huylarını o derece methetti ki nihayet Ömer’i, senin cemaline aşık etti. Otur şöyle önüme; uzaklaşmağa kalkışma. Kulağına devlet ve ikbal aleminden bazı sırlar söyleyeyim.

    Allah sana selam söylüyor; halini, hatırını soruyor. Hadsiz hesapsız zahmetlerden, kederlerden, ne haldesin? Buyuruyor. Şimdilik şu birkaç dinarı ibrişim parası olarak al, harca da bitince yine buraya gel!

    O ihtiyar, bunu işitince kendini yerden yere vurup ellerini ısırmağa, elbisesini yırtmaya başladı. “Ey naziri olmayan Allah! Ziyade utancından zavallı ihtiyar su kesildi” diye bağırmağa koyuldu. Bir hayli ağlayıp eleme düştü. Nihayet çengi yere çalıp parça parça etti.

    Dedi ki: “Ey benimle Rabbimin arasında perde olan, ey beni ana yoldan azdırıp sapıtan!

    Ey yetmiş yıldır kanımı emen, kemal sahibine karşı yüzümü kara eden! İhsan ve vefa sahibi Allah, cefalarla, suçlarla, geçen ömrüme sen acı! Allah bana öyle bir ömür verdi ki o ömrün bir gününün kıymetini bile cihanda kimse bilemez. Bense bütün o ömrü, her nefeste zir ve bem perdelerine harç ederek yele verdim.

    Ah! Arap ve Acem tarzını anmaktan, Irak perdesiyle meşgul olmaktan acı ayrılık zamanı hatırımdan çıktı. Eyvallah olsun ki Küçük makamının tazeliği yüzünden gönlümün ekini kurudu, gönlüm öldü.

    Eyvahlar olsun bu yirmi dört makamının sesinden ki kervan geçti, gündüz de bitti! Ey, Allah, bu feryat edenin elinden feryat! Hiç kimseden değil, bu medet isteyen medet! Şikayetim en çok kendimden

    Kimseden medet yok. Yalnız ve ancak bana, benden yakın olandan medet var. Çünkü bana bu varlık, her an ondan gelmekte Varlığım mahvolunca da ancak onu görürüm, başkasını değil. ”Birisi sana para verse, altın saysa sen ona bakarsın, kendine değil; bu da ona benzer.

    Bunun üzerine Ömer, çalgıcıya dedi ki: “Senin bu ağlaman, aklının başında olduğuna delalet eder. Yok olanın yolu, başka yoldur; çünkü aklı başında olmak da başka bir günahtır. Aklı başında oluş, geçmişleri hatırlamaktan ileri gelir. Geçmişin de Allah’a perdedir,geleceğin de.

    Her ikisini de ateşe vur. Bu ikisi yüzünden de ateşe vur. Bu ikisi yüzünden ne vakte kadar ney gibi boğum boğum olacaksın? Neyde boğum bulundukça sırdaş değildir; dudağın, sesin mahremi olamaz.

    Sen kendi tarafından tavaf edip durdukça nasıl tavafta olursun, kendinde oldukça nasıl olur da Kabeye gelmiş sayılırsın? Haberlerin haber vericiden bihaberdir; tövben günahından beterdir. Ey geçen hallerden tövbe etmek isteyen! Bu tövbe etmekten ne vakit tövbe edeceksin, söyle! Gah sır nağmesini kıble edinirsin; gah ağlayıp inlemeyi öper durursun. ”

    Faruk, sırlara ayna olunca ihtiyar çalgıcının canı da cisminde uyandı. Artık can gibi, ağlamadan gülmeden kurtuldu. Canı gitti, bambaşka bir canla dirildi. O zaman gönlüne öyle bir hayret geldi ki yerden de dışarda kaldı, gökten de ( bütün alemi unuttu).

    Ona arayıp tarama hududu ardında öyle bir arayıcılık düştü ki ben bilmiyorum; sen biliyorsan söyle! Halden de öte, kaalden de ileri şöyle bir hale, öyle bir kaale erişti; ululuk sahibi Allah’ın cemaline dalıp kaldı. Ama tek bir kurtuluş imkanı bulursun Yahut denizden başka onu bir tanıyan, gören olsun Hayır bu çeşit dalış değil.

    Bu sözler, her an zuhura gelmeseydi, durmadan zuhur ediş, bu sözlerin söylenmesine sebep olmasaydı aklı cüzi, külle ait sözler söylemezdi. Fakat birbiri ardınca durmadan zuhur ettikçe zuhur ediyor. Bundan dolayı da denizin dalgaları buraya gelip durmakta.


    İhtiyar çalgıcının hikayesi buraya varınca ihtiyarda yüzünü perde arkasına çekti, ahvali de. İhtiyar, eteğini dedikodudan silkti; ona ait bizim ağzımızda ancak yarım bir söz kaldı. Bu ayşü işreti düzüp koşma uğrunda yüz binlerce can feda edilse değer. Can ormanında doğanki avcılıkta doğan ol; cihanın güneşi gidip canla oyna!

    Yüce güneş, can vere gelmiştir; her nefeste boşaldıkça (nurla ) doldururlar. Ey manevi güneş, can ver de eski cihana yenilik göster. İnsanın vücuduna akıl ve ruh, ***b aleminden akar su gibi gelmekte.

    Peygamber dedi ki: “Öğüt vermek üzere iki melek hoş bir surette nida ederler: Ey Allah, muhtaçlara ihtiyaçları olan şeyi verenleri doyur, verenleri doyur, verdikleri her dirheme karşılık yüz bin ihsan et!

    Yarabbi, malını esirgeyenlere de ziyan içinde ziyandan başka bir şey verme!” Fakat nice esirgemeler vardır ki vermeden iyidir. Allah malını Allah’ın buyurduğu yerden ***riye verme, ki halde hesaba sığmaz hazine elde edesin ve bu suretle kafirlere, küfranı nimet edenlere katılmayasın.

    Kafirler; kılıçları, Mustafa’ya üstün olsun diye develer kurban edenlerdi. Allah emrini, Allah’a ulaşmış birisinden sor, öğren. Her gönül, Allah emrini anlayamaz. (Yersiz ihsan), asi bir kölenin, güya adalet ediyorum, ihsanda bulunuyorum diye padişahın malını asilere dağıtmasına benzer.

    Kuranda “onların bütün ihsanları hasretten ibarettir” diye gaflet ehlini korkutan bir ayet vardır. Şu asinin adlü ihsanı, onu padişahtan daha ziyade uzaklaştırır, gözden düşürür ve ancak yüzünü kara eder.

    Mekke ulularının Peygamberle harp ederken kurban kesmeleri de , Allah tarafından kabul edilir ümidiyleydi. İşte bunun için mümin tevfika mazhar olamamak korkusundan daima namazda “İhdinas sıratal mustakim” der.

    O para veriş cömert kişiye layıktır. Can vermekse esasen aşıkın vergisidir. Hak uğruna ekmek verirsen sana ekmek verirler; Hak uğruna can verirsen sana da can bahşederler. Şu çınarın yaprakları dökülürse Allah, ona yapraksızlık azığı bağışlar.

    Dağıtmaktan dolayı elinde mal kalmazsa Allah’ın inayeti, seni hiç ayaklar altında çiğnetir mi? Bir adam ekin ekince ambarı boşalır ama bu işin iyiliği, tarlada belli olur. Fakat tohumu ambara kor, biriktirirse zaman geçtikçe bitler, fareler, o tohumu yiyip bitirirler.

    Bu cihan tamamiyle fanidir; aradığını sebatlı, kararlı alemde ara! Suretin sıfırdan ibarettir; dilediğini mana aleminde dile! Acı ve tuzlu canı kılıç önüne koy, feda et de tatlı bir deniz gibi olan canı al!
    oLmadı bir çay koy.. Ben bir ömüR..demLenirim

    qözLerinde..!

  8. #78
    aRZuU - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Title
    Forum Üyesi
    Üyelik tarihi
    04.Şubat.2014
    Mesajlar
    10,882
    Mentioned
    42 Post(s)
    Tagged
    34 Thread(s)
    ÇOBAN VE AĞAÇ (İYİLİĞİN KARŞILIĞI) (HİKAYELERDEN SEÇMELER, SEÇME ÖYKÜLER, KISA HİKAYELER)

    Yaşlı çoban sürüsünü otlatmak için yaylaya çıktığında tepeye yakın bir elma ağacının altında dinlenir ve eğer mevsimiyse, onunla konuşarak: “Hadi bakalım evladım, derdi. Bu ihtiyarın elmasını ver artık” . Ve bir elma düşerdi, en güzelinden, en olgunundan. Yaşlı adam sedef kakmalı çakısını çıkartarak onu dilimlere ayırır ve küçük bir tas yoğurtla birlikte ekmeğine katık ettikten sonra, babasından kalan Kuran’ını okumaya koyulurdu.

    Çoban, bu ağacı yirmi yıl kadar önce diktiğinde sık sık sular, bunun için de büyükçe bir güğüme doldurduğu abdest suyundan geriye kalanı kullanırdı. Elma ağacının kökleri, belki de bu sularla kuvvet bulmuş ve kısa sürede serpilip meyve vermeye başlamıştı. Çoban o zamanlar henüz genç sayıldığından şöyle bir uzandı mı en güzel elmayı şıp diye koparırdı. Fakat aradan geçen bunca yıl içinde beli bükülüp boyu kısalmış, ağacınkiyse bir çınar gibi büyüyüp göklere yükselmişti. Ama boyu ne olursa olsun, ağaç yine de yavrusu değil miydi? Onu bir evlat sevgisiyle okşarken:

    “Ver yavrum, derdi, gönder bakalım bu günkü kısmetimi.” Ve bir elma düşerdi hiç nazlanmadan, yıllar boyu hiçbir gün aksamadan.

    Köylüler, uzaktan uzağa gözledikleri bu hadiseyi birbirlerine anlatıp yaşlı çobanın veli bir zât olduğunu söylerlerdi.

    Yaşlı adam, ağacın altında dinlenip namazını kıldığı bir gün, yine elmasını istedi. Ancak dallar dolu olmasına rağmen nedense bir şey düşmemişti. Sonra bir daha, bir daha tekrarladı isteğini. Beklediği şey bir türlü gelmiyordu. Gözyaşları, yeni doğmuş kuzuların tüylerini andıran beyaz sakalını ıslatırken, ağacın altından uzaklaşıp koyunların arasına attı kendini.

    Yavrusu, meyve verdiği günden bu yana ilk defa reddediyordu onu. İhtiyar çobanın beli her zamankinden fazla bükülmüş, güçsüz bacakları da vücudunu taşıyamaz olmuştu. Hayvanlarını usulca toplayıp köye doğru yöneldiğinde, aşağıdaki caminin her zamankinden daha nurlu minarelerinden yankılanan ezan sesiyle irkildi birden. Yeniden doğmuştu sanki çoban. Bir şey hatırlamıştı.

    Çocuklar gibi sevinerek ağacın yanına koştu ve ona şefkatle sarılırken:

    “Canım” dedi, hıçkırıp ağlayarak.

    “Benim güzel evladım, mis kokulum. Şu unutkan ihtiyarı üzmeden önce neden söylemedin, bu günün Ramazan'ın ilk günü olduğunu ?”
    oLmadı bir çay koy.. Ben bir ömüR..demLenirim

    qözLerinde..!

  9. #79
    aRZuU - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Title
    Forum Üyesi
    Üyelik tarihi
    04.Şubat.2014
    Mesajlar
    10,882
    Mentioned
    42 Post(s)
    Tagged
    34 Thread(s)
    ÇOCUĞUN SEVİYESİNE İNİVERMEK (HİKAYELERDEN SEÇMELER, SEÇME ÖYKÜLER, KISA HİKAYELER)

    Çok yakın bir arkadaşım, 3-4 yaşlarındaki oğlunu kucağına almış, telaşla muayenehaneye gelmişti. Küçüğün ateşlendiğini ve kusmaya başladığını söylüyor, oğluna duyduğu sevgi onda büyük bir üzüntü ve endişe meydana getiriyordu. Kısa bir muayeneden sonra, yediği bir şeyin dokunmuş olabileceğini düşünerek sorduğumda;

    -” Buzdolabındaki bir kiloya yakın dondurmanın hemen hemen hepsini yemiş. Biz sonra fark ettik “dedi. Mesele anlaşılmıştı. Ancak çocuğuna karşı büyük bir muhabbet duyan babayı teskin etmek, çocuğu tedavi etmekten daha zor olmuştu. Bu itibarla çocuğun da babasını ne kadar sevdiğini göstermek, aynı zamanda hastalanmasına sebep olan dondurma olduğunu ihsas etmek için;

    -Oğlum, babanı yoksa dondurmayı mı daha çok seviyorsun? dedim. Çocuğun cevabı;

    -Dondurmayı... olmuştu.

    Evet, çocuk henüz 3-4 yaşındaydı. O sevdiği şeye fazla düşkünlüğün kendisine zararı olacağını, ayrıca onu temin edenin babası olması cihetiyle, öncelikle onu sevmesi gerektiğini, onun için hiçbir şeyi esirgemeyenin, dondurma gibi bir şeyle kıyas bile edilemeyecek bir varlık olan babası olduğunu bilecek idrak şuuruna sahip değildi. Sadece çocukluk hissini dile getirmişti.

    İşte biz büyükler; çoğu zamanda idraksiz, şuursuz ufacık çocuğun durumuna düşerek, bize sonsuz nimetleri bağışlayan Yüce Rabbimize şükretmemiz, en çok O’ nu severek O’na yönelmemiz gerekirken, yine O’nun lütfü olan dünya nimetlerini daha çok sevmiyor muyuz? Dünya hayatına dalarak kulluk vazifemizi unutmuyor muyuz? Bu fani dünya hayatına fazla düşkünlüğün bize zararı olduğunu bile bile...
    oLmadı bir çay koy.. Ben bir ömüR..demLenirim

    qözLerinde..!

  10. #80
    aRZuU - ait Kullanıcı Resmi (Avatar)
    Title
    Forum Üyesi
    Üyelik tarihi
    04.Şubat.2014
    Mesajlar
    10,882
    Mentioned
    42 Post(s)
    Tagged
    34 Thread(s)
    ÇOCUĞUNUZ DAHA MI ÖNEMSİZ (HİKAYELERDEN SEÇMELER, SEÇME ÖYKÜLER, KISA HİKAYELER)

    Kapı komşum David'in beş ve yedi yaşında iki çocuğu var. Bir gün yedi yaşındaki oğlu Kelly'ye benzinle çalışan çim biçme makasıyla nasıl çim biçildiğini öğretiyordu. Makineyi çim üzerinde nasıl döndüreceğini öğretirken eşi Jan, David'I bir soru sormak için içeri çağırdı.

    David içeri girince, Kelly makineyi çalıştırdı ve çimlerin ortasındaki çiçek tarhına daldı. Çiçek tarhı bir anda mahvolmuştu. David döndüğünde gördüğü manzara karşısında çılgına döndü. Bütün komşuların çok beğendiği, emek kendi elleriyle yaptığı çiçek tarhı yoktu artık. David tam sesini yükseltmeye başlamıştı ki, Jan dışarıya çıktı ve David'e ''David, çiçek değil, çocuk yetiştirdiğini unutma!'' dedi. Jan bu sözleriyle bana ana baba olarak önceliklerimizin ne olduğunu çok güzel anımsattı. Çocukların kendileri ve benlik saygıları, kırabilecekleri ya da hasar verebilecekleri herhangi bir fiziksel nesneden çok daha önemlidir. Bir futbol topunun kırdığı bir cam, dikkat edilmediği için kırılan bir lamba ya da mutfakta elden kayıp, kırılan bir tabak zaten kırılmıştır. Çiçekler zaten ölmüştür. Verilen bu zararı, bir de ben çocuğumu inciterek, yaşam sevincini öldürerek iki katına çıkartmamalıyım.

    ************

    Birkaç hafta önce kendime spor bir ceket aldım ve dükkan sahibi Mark Michaels ile anne babalık üzerine biraz sohbet ettik. Mark bana eşi ve yedi yaşındaki kızlarıyla dışarıya yemeğe çıktıkları bir gece kızının masadaki bardağı devirdiğini anlattı.

    Masadaki su temizlenip, anne babası üzülmemesini söyledikleri zaman kızı onlara bakmış ve, ''Biliyor musunuz, size diğer anne babalara benzemediğiniz için teşekkür etmek istiyorum. Arkadaşlarımın çoğunun anne babaları böyle bir durumda onlara bağırır ve bir de daha dikkatli olmaları konusunda onlara söylev çekerler. Böyle bir şey yapmadığınız için size teşekkür ederim!'' demiş. Bir seferinde ben arkadaşlarımla yemekteyken, benzer bir olay oldu. Beş yaşındaki oğulları masaya bir bardak süt döktü. Arkadaşlarım çocuklarına bağırmaya başlayınca, ben de bilerek çarptım ve kendi bardağımı devirdim.

    48 yaşında olmama rağmen nasıl halâ aynı şeyi yaptığımı anlatmaya başlayınca, çocuğun gözleri parladı ve anne babası gereken mesajı alıp, çocuklarına bağırmaktan vazgeçtiler. Her gün halâ yeni bir şeyler öğrendiğimiz unutmak bazen ne kadar da kolay oluyor.

    ************
    Geçenlerde Stephen Glenn'den ünlü bir araştırmacı bilim adamı hakkında bir öykü dinledim. Bir bilim adamının tıp konusunda yeni ve çok önemli buluşları olmuştu. Bir gazete muhabiri röportaj yaparken kendisine, ortalama bir insandan nasıl olup da daha farklı ve yaratıcı bir insan olduğunu sormuş. Kendisini diğerlerinden ayıran özellik neymiş?

    Bilim adamı bu soruyu ''iki yaşındayken annesinin yaşadığı bir deneyim nedeniyle'' diye yanıtlamış. Bilim adamı buzdolabından süt şişesini çıkartmaya çalışırken, şişe elinden kayıp yere düşmüş ve ortalık süt gölüne dönmüş.

    Annesi mutfağa geldiğinde, ona bağırmak, söylenmek ya da cezalandırmak yerine, ''Robert, ne kadar güzel bir hata yaptın! Daha önce bu kadar büyük bir süt gölü görmemiştim. Evet, olan olmuş. Şimdi birlikte burayı temizlemeden önce biraz yerdeki sütle oynamak ister misin?'' demiş. O da eğilip, oynamış yere dökülen sütle. Birkaç dakika sonra annesi, ''Robert, bu tür bir şey yaptığında, bunu senin temizlemen ve her şeyi eski haline getirmen gerektiğini biliyor musun? Bunu nasıl yapmak istersin? Bir sünger mi kullanalım, bir havlu ya da bir bez mi? Hangisini istersin?'' demiş.

    Robert süngeri seçmiş ve birlikte yere dökülen sütü temizlemişler. Daha sonra annesi, ''Biliyor musun, burada yaşadığımız olay, senin iki minik elinle bir süt şişesini taşıyamadığın kötü bir deneyimdi. Şimdi arka bahçeye çıkalım ve şişeyi sula doldurup, senin dolu bir şişeyi düşürmeden taşımanı sağlayalım'' demiş. Küçük çocuk şişeyi boğazından iki eliyle tutarsa, düşürmeden taşıyabileceğini öğrenmiş. Ne güzel bir ders!

    Bu ünlü bilim adamı daha sonra, o anda bir hata yaptığı zaman bundan korkmaması gerektiğini öğrenmiş. Yapılan hataların yeni bir şeyler öğrenmek için çok güzel fırsatlar olduğunu anlamış. İşte bilimsel araştırmalardaki deneyler de bu temele dayanır zaten. Bir deney başarısız olsa bile, o deneyden çok değerli bilgiler elde edilir. Bütün anne babalar çocuklarına, annesinin Robert’e davrandığı gibi davransalar çok daha iyi olmaz mı?

    Şimdi bir kez daha çocuklarımızın, maddesel şeylerden çok daha önemli olduklarını anımsayalım. Bunu aklımızdan çıkarmadığımız zaman, çocuklarımız benlik saygısı kazanır ve yüreklerinde sevgi tomurcukları belirir. Dünyadaki en güzel çiçek tarhlarından daha güzel bir insan olurlar.
    oLmadı bir çay koy.. Ben bir ömüR..demLenirim

    qözLerinde..!

Sayfa 8 Toplam 14 Sayfadan BirinciBirinci 1234567891011121314 SonuncuSonuncu

Konu Bilgileri

Bu Konuya Gözatan Kullanıcılar

Şu anda 4 kullanıcı bu konuyu görüntülüyor. (0 kayıtlı ve 4 misafir)

Benzer Konular

  1. Playlist`ten Seçmeler..
    Konu Sahibi qLnSytN Forum Karışık Videolar
    Cevap: 8
    Son Mesaj : 12.Aralık.2015, 00:30
  2. Divan Şiirinden Seçmeler
    Konu Sahibi ÇağanCan Forum Edebi Eserler
    Cevap: 0
    Son Mesaj : 19.Kasım.2014, 14:41
  3. Ehli Nur'Seçmeler
    Konu Sahibi Ehli Nur Forum Giyim - Çanta - Ayakkabı
    Cevap: 28
    Son Mesaj : 16.Kasım.2014, 11:14
  4. Nietszche’den Seçmeler (Hayat)
    Konu Sahibi ÇağanCan Forum Serbest Bölge
    Cevap: 0
    Son Mesaj : 07.Eylül.2014, 12:51
  5. Ruznamemden seçmeler
    Konu Sahibi ÇağanCan Forum Serbest Bölge
    Cevap: 0
    Son Mesaj : 29.Ağustos.2014, 22:20

Yetkileriniz

  • Konu Acma Yetkiniz Yok
  • Cevap Yazma Yetkiniz Yok
  • Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
  • Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Yok
  •  
gaziantep escort bayan gaziantep escort sesli sohbet seks hikaye onwin venüsbet giriş tipobet365 sahabet karabük escort ordu escort kars escort kocaeli escort izmit escort edirne escort ısparta escort karabük escort manisa escort adana escort
ankara escort ankara escort ankara escort bayan escort ankara çankaya escort kızılay escort kızılay escort ankara eskort ankara escort çankaya escort ankara otele gelen escort kayseri escort istanbul escort avrupa yakası escort çapa escort şirinevler escort avcılar escort beylikdüzü escort