1868 yılında Erzurum'da doğdu. İlk ve orta öğrenimini babasının memuriyeti dolayısıyla İşkodra ve Şam'da tamamladı. 1887 yılında Mülkiye'den mezun oldu. Bir süre Hariciye Tercüme Kalemi'nde ve Tophane tercümanlığında çalıştı. Şafak ve Umran dergileriyle yayıncılığa başladı. 1890'da Alem Matbaası'nı kurdu ve ertesi yıl 27 Mart 1891'de ünlü Servet-i Fünun'un ilk sayısı çıktı.

28 Mart 1940 tarihinde 50. yıldönüm sayısı çıkan dergi, Ahmet İhsan'ın ölümüne kadar toplam 2275 sayı ile Türk yayıncılığında o güne kadar en uzun yaşayan dergi niteliğini kazandı. Futbol ve spor yazarlığı da yapmıştır. Türkiye Milli Olimpiyat Komitesi'nin ilk başkanıdır.

27 Aralık 1942 tarihinde İzmit Değirmendere'deki evinde öldü.

ESERİ:

Matbuat Hatıralarım
Ahmet İhsan Tokgöz
Alpay Kabacalı
İletişim Yayınevi / Anı Dizisi

Ahmed İhsan Tokgöz'ün (1868-1942) yirmi beş yıllık zaman dilimini (1888-1914) kapsayan anıları genel tarihe, basın, yayın ve edebiyat tarihlerine ışık tutan önemli bir kaynak olarak nitelenegelmiştir. Ancak, 1930-31'de az sayıda basılmış olan bu iki cilt, günümüzde birçok kütüphanede bile bulunmayan "nadir kitap"lardandır. Tokgöz'ün anıları birkaç bakımdan önemlidir. İlk resimli
kitapları bastırarak yayıncılık alanında öncülük eden Ahmed İhsan'ın 17 Mart 1891'de kurduğu Servet-i Fünun dergisi, basın tarihimizin en önemli ve en uzun süre yaşayan süreli yayınlarındandır. Dergi, Ateşkes Dönemi'nde yayınına zorunlu olarak ara vermiş, bunun dışında, kurucusunun ölümünden bir buçuk yıl sonrasına, 26 Mayıs 1944'e kadar yayımlanmış ve teknik yenilikleriyle basımcılığın gelişmesine öncülük etmiştir. Servet-i Fünun'un en önemli özelliklerinden biri de, "Servet-i Fünun Edebiyatı" da denen "Edebiyat-ı Cedide" adlı yenilikçi akımın ve kendine "Fecr-i Ati" adını veren edebiyat topluluğunun yayın organı olarak edebiyat tarihinde seçkin bir yer edinmesidir. Ahmet İhsan, anılarında, bir yandan dergisinde doğup gelişen bu
edebiyat etkinlikleri üzerine bilgi veriyor, bir yandan da gazeteci sıfatıyla tanıklık ettiği siyasal olayları anlatıyor: II. Abdülhamid döneminde basın, sansür, İkinci Meşrutiyet'in ilanından sonraki çalkantılar, savaşlar, yolsuzluklar, v.b... Alpay Kabacalı'nın dilini özenle sadeleştirdiği ve çok sayıda açıklama notu eklediği Matbuat Hatıralarım'ın iki cildini birarada sunuyoruz.



HAKKINDA YAZILANLAR

Nur Vergin'den Ahmet İhsan Tokgöz'e... Kelimeişahâdet getirmeyişin sebebi
Hakkı Devrim
Radikal 6 Ocak 2008

Perşembe günü 2008 yılından söz ettiğim yazı, kendimden şikâyetle sona eriyordu. Giriş kısmı uzadığı için, özür dilemek istemiş ve «Orhan Veli'nin güzel havalar'ı gibi, beni de bu güzergâh'lar mahvediyor, demişim.
Herkesin Türkçe hatasını yüzüne vurduğumuz bu köşede imla, kelime, ifade hatalarından elimizden geldiğince sakınalım, der dururum Melek'e. Ama yukarıda son cümlede girizgâh'ı düşünüp güzergâh yazan da benim, o değil.

Sizlerden özür dilerim. Güzergâh, «takip edilen yol» demek, tek kelimelik karşılığı yok. Girizgâh'ın anlamı da şu: «Bir konuyu anlatmaya başlamadan önce, sözü asıl diyeceğinize getirmek için söylenenler veya yazılanlar. Önsöz değil, onun eski adı mukaddeme, daha eskisi dibace'dir; günümüzde giriş, sunuş veya başlangıç diyenler var; bunlar da, bana sorarsanız methal, takdim kelimelerinin karşılığıdır.
Hayır, pazar günü bütün Cihannüma'yı «Dil Yâresi»leştirecek değiliz elbette!
*

O gün giremediğimiz konu, emekli sosyoloji profesörü Nur Hanım'ın (Vergin), Vatan'da yayımlanan bir mülakatta söyledikleriyle ilgiliydi.
Nur Hanım, Ertuğrul Özkök'ün «yakın tanıdığı bir arkadaşı» imiş. Bütün söylediklerini değil de, «laik hayat tarzı»nı benimsemiş insanlara iftira edilmiş olmasını yadırgıyordu, Hürriyet yazarı.

Mine Şenocaklı sormuş bir ara Nur Hanım'a:
– Cumhuriyet'in ilanından sonra dindar kesim üzerindeki baskı büyük müydü sizce?
– O kadar baskı vardı ki, diyor Nur Hanım. Yeni bir eve geçmiştik. İçimden Kuran okutmak geldi. Anneme, bir hoca çağırsak, dedim. «Ya, iyi olur!» dedi. Ama sonra komşular ne der diye, düşündüm.
Kuran okutmamışlar. Oysa aynı apartmanda bir Musevî ayini yapılmış ve gık diyen olmamış. Nur Hanım'ın hâlâ değişmeyen kanaati buymuş gibi geliyor, insana: «Demek ki belirli yerlerde Müslüman Türkler üzerinde yasal olmasa da böyle bir baskı varmış».
Ertuğrul Bey arkadaşım bu değerlendirmeye, isyan duyguları içinde karşı çıktı. Şu dediğine ben de katılıyorum: «Siz hayatınızda, mevlitten rahatsız olan bir insana rastladınız mı? Nur Vergin, mülakatında birçok doğru şey de söylüyor. Ama verdiği örnek o kadar insafsız ki, insan o doğrular konusunda da şüpheye düşer».

Bu konuda Yalçın Bayer'in (Hürriyet), Ahmet Kekeç'in (Star), Reha Muhtar'ın ve Can Ataklı'nın (Vatan) yazdıklarını da okudum.
Hepsinin doğruları yanında, yanlışları da var. Nur Hanım da aynı durumda. Ben yaşça hepsinden büyüğüm. Cumhuriyet'in onuncu yılını, Denizli'den babasıyla gidip Ankara'da kutlamış bir vatandaşınızım. Az değilim yani, demek istiyorum.
Biraz da ben konuşayım mı?
Hayır, halktan insanların üzerinde Nur Hanım'ın endişesini haklı gösterecek ölçüde bir baskı yoktu. Amma, Ankara'da CHP mebusları vardı ki, cuma namazını kenar mahallelerdeki camilerde kılmayı tercih ederlerdi. (Çocuklarının söylediklerinden biliyorum.) Bir uyarıda bulunulduğu için değil. Ne olur ne olmaz, diye!

Ertuğrul Özkök benim Hukuk Fakültesi'ne kaydolduğum yıl dünyaya gelmiş. Memur çocuğu da değil. Babası, Vali Bey'in talimatıyla ceketatay ve reye pantolon giymiş, eline bir baston alıp başına mölon şapka geçirmek zorunda kalmamıştır; gramofona bir dans plağı koyup göbeğini hoplatarak, kardeşinin genç kızından çarliston dersleri almamış ve çoluğunun çocuğunun önünde gülünç duruma düşmemiştir herhalde.

Bunları dert edinmiş değilim. Derdim, 1930'lu, 40'lı yıllarda bize de okutulan yurt bilgisi ders kitaplarının etkisinden kurtulamamış aydınların, bilim insanlarının, siyasetçilerin, gazetecilerin toplumumuzdaki varlıklarını ve etkilerini hâlâ sürdürmekte olabilişleridir.
Bence, şikâyetçi olageldiklerinin yanlışına benzer bir kusurdur, arkadaşlarımınki de...
Kusur tek taraflıysa, bilirsiniz giderilmesi mümkün demektir. Çok taraflıysa, fena!
*

Meslektaşlarımın yazdıklarını okurken, bir yandan da düşünüyorum:
– Din ve iman konusuna biz (ben mesela), neresinden girdik ve nereye kadar geldik, diye.
Bu noktada size, dedem yaşındaki bir aile büyüğümüzün, ölüm arifesindeki sözünü nakletmek istiyorum. Tarihî bir şahsiyettir, ilanihaye gizli tutmaya da hakkımız yok.

Gülseren Hanım'ın dedesi, annesinin babası, Servetifünun'cu Ahmet İhsan Tokgöz. Türkiye'de bir edebiyat akımının doğuşuna zemin hazırlayan adam. Belediye Başkanı, yazar, milletvekili, ama her şeyden çok Servetifünun'un kurucusu ve yarım asırlık yayımcısı.

Gözünde başlayan kanser beynine sıçramıştır. Yıl 1942. Değirmendere'deki yazlığında son günlerini geçiriyor. İlk ve Müslüman eşi Afife Anneanne Yeşilköy'de, çocuklarıyla. Ahmet İhsan Bey'in yanında İsviçreli eşi, ikinci karısı var.
– Afife Hanım'ı çağırır mısınız, helalleşmek istiyorum, diyor Ahmet İhsan.
Bir süre baş başa kalıyor, sonra çocuklarını yanlarına çağırıyorlar. O sırada Afife Hanım:
– Kelimeişahâdet getirmez misiniz İhsan Bey, demektedir; ferahlarsınız.
Cevap veriyor Ahmet İhsan:
– Münasip olmaz! Ömür boyu aramadın, sormadın Ahmet İhsan, diyecektir bana. Götün sıkışınca mı hatırladın? Yakışık almaz, ben böyle giderim.