gazeteci, mutasarrıf


Mehmed Selim Avnullah Kazımi




1868 yılında İstanbul'da doğdu. Mabeyin katiplerinden Hüseyin Hüsnü Beyin oğludur. Fransızca, Farsça ve Arapça öğrendi. Kardeşi Süleyman Tevfik Bey'le birlikte günlük Mürüvvet gazetesini çıkarttı (1889). Bir yazı yüzünden tutuklanacağını anlayınca kardeşiyle yurt dışına kaçtı. Bir süre sonra yurda döndü ve 'Avnullah Kazımi' adını kullanmaya başladı. Müşir Fuad Paşa vakasında yakalandı, müebbet kürek cezasına mahkum edilerek Sivas’a sürüldü. Kaçmaya kalkıştığından Sinop kalesine gönderildi. Meşrutiyet’te (1908) İstanbul’a döndü. Son Müdafaa adlı eserini yazdı. Fedekâranı Millet Cemiyeti başkanı oldu. Hukuku Umumiye gazetesini çıkardı. İttihat ve Terakki cemiyetine karşı yayın yaptı.


31 Mart Vakası ile ilgili görülerek divanı harbe verildi. Beraat edince Kerkük Mutasarrıflığı'na gönderildi. Serüvenlerinden bir kısmını 'Divanı Harbi Örfi ve Avnullah Kâzımi' adlı eserinde topladı. 1914 yılında vefat etti.






ESER-AYRINTI


Son Müdafaa
Divan- ı Örfi ve avnullah el- Kazımi
Ahmet Nezih Galitekin
ŞEHİR YAYINLARI


MÜDAFAA


Canilere mahsus mahkeme salonun bir bölümünde bulunan ve etrafı komiser ve polis ve jandarma ile çevrili olan Avnullah Bey'e hitaben:


Reis Hilmi Bey: Avnullah Bey, artık doğru söylecek vakit geldi. Çünkü Fuad Paşa'nın ömürboyu kalebentlikle Divan-ı Harp tarafından mahkum edildiği şimdi resmen bildirildi.
Daha başka diyeceğiniz var mı?


Avnullah Bey: Bir iki söz söylemek için zannederim ki izniniz esirgenmez (sözüyle ve ***et mahzun ve üzgün bir tavırla ayağa kalkarak aşağıdaki gibi konuşmaya başladı)...


Arzetmeye ve açıklamaya gerek yoktur ki, insanlar yalnız yaşamak için yaratılmamış olduklarından, daima toplu olarak bulunmaya mecburdurlar. İşe bu tabii zurunluluk bir takım köyler, kasabalar, şehirler kurulmasını gerektirmiş ve herkes insanlık noktasından bir vazile ile yükümlü olarak işler bölüşülmüştür.










HAKKINDA YAZILANLAR


Masal şehir: Kerkük
Beşir Ayvazoğlu
Zaman


Kaliteli bir kâğıda basılmış, ciltli, büyücek bir kitap bir haftadır masamda duruyor. Adı: Kent Dokusu ve Geleneksel Evleriyle Kerkük. Yazarı, Kerkük'te doğmuş, çocukluğunu ve ilk gençliğini bu şehirde yaşamış bir mimar, Prof. Dr. Suphi Saatçi...


Bu güzel kitabın sayfaları arasında gezinirken kendimi, Erzurum gibi, Urfa gibi, Mardin gibi capcanlı, sımsıcak bir şehrin sokaklarında hissettim. Kalesi, camileri, türbeleri, genişleyip daralan loş sokakları, çıkmazları, sokaklara ayrı bir güzellik katan çıkmaları, taklarıyla size her an yeni sürprizler hazırlayan harika bir şehir... İşte şu ev, belki de geçen asrın başlarında Osmanlı mutasarrıfı Avnullah Kâzımî Bey'in, daha sonra kadı Hüseyin Fikri Efendi'nin oturduğu evdir, kim bilir! Biri Halide Nusret Zorlutuna'nın, diğeri Ahmet Hamdi Tanpınar'ın babası...


Tanpınar, "Kerkük Hatıraları" başlıklı nefis yazısında Kerkük'te oturdukları evleri uzun uzun anlatır. Halide Nusret de Kerkük'e Gazel, Vazgeçemem Kerkük Senden ve Masal Şehir adlı şiirlerinde bu şehri çocukluğunun cenneti olarak tarif etmişti.


Irak'ta, bilgili ve becerikli -Tanpınar'ın ifadesiyle çakırpençe- Osmanlı memurlarının asırlar boyunca ustaca idare ettikleri, Musul'la birlikte Misak-ı Millî sınırları içinde olmasına rağmen, zengin petrol kaynaklarına göz diken İngilizlerin Birinci Dünya Harbi'nden sonra politik oyunlarla bizden kopardığı, bugün kurtlar sofrasında kimliğini büsbütün kaybetmek üzere olan güzel şehir...


İsterseniz çevrenizde bir gün küçük bir soruşturma yapınız; bakalım kaç kişinin Kerkük hakkında sarih bir fikri var. Hâlbuki Ankara'da imzalanan bir anlaşmayla İngiliz mandasındaki Irak devletine bırakıldığı tarihe (5 Haziran 1926) kadar Erzurum gibi, Konya gibi, Mardin gibi, "Yalnız bizimdi, çehre ve ruhiyle bizdi o". Bu acı gerçeği, Suphi Saatçi'nin kitabını okurken ve fotoğraflarına bakarken daha iyi anlıyorsunuz.


Muaviye tarafından 674 yılında Horasan'a gönderilen yirmi bin kişilik ordunun kumandanı Ubeydullah b. Ziyad'ın dönüşte beraberinde getirip Basra'ya yerleştirdiği okçulukta mâhir iki bin Türk'le başlayan Türk varlığı, zamanla bu coğrafyanın aslî unsurlarından biri haline gelmişti. Anne tarafından Türk olan Abbasi halifesi Mu'tasım'ın Türklerden oluşan bir hassa ordusu ve bu ordu için özel bir şehir (Samerra) kurduğunu hatırlatmakla yetiniyorum. Asur kralı Sartnapal tarafından kurulduğu söylenen ve Hz. Ömer tarafından fethedilen Kerkük de, Abbasiler tarafından önemli sayıda Türk nüfusunun yerleştirildiği şehirlerden biriydi.
Irak, Mu'tasım'dan sonra büyük bir hızla artan Türk nüfus ve nüfuzu sayesinde, Anadolu'nun fethinden çok önce Türk yurdu olmuş ve Türkistan'ın hızla Müslümanlaşmasında önemli bir rol oynamıştı. Abbasiler devrinin kudretli kumandanları Afşın, Büyük Boğa, Küçük Boğa, Hakan gibi "öz" Türkçe adlar taşıyorlardı.
Kısaca ifade etmek gerekirse, Kerkük, IX. yüzyıldan bu yana Irak Türklüğünün ve bu coğrafyada şekillenmiş Türk kültürünün merkeziydi.
Irak'ta Türk kültürünün merkezi olarak Kerkük hakkında bilgi edinmek ve 1926 yılından beri, azılı Irak diktatörlerinin amansız baskısı altında varlıklarını sürdürmeye çalışan Kerkük Türklerinin bugünlerde daha da derinleşen dramını bütün boyutlarıyla öğrenmek isteyenler, Prof. Dr. Suphi Saatçi'nin Kent Dokusu ve Geleneksel Evleriyle Kerkük ve Tarihten Günümüze Irak Türkmenleri adlı kitaplarını okumalıdırlar.


NOT: 'Kent Dokusu ve Geleneksel Evleriyle Kerkük' Kerkük Vakfı, 'Tarihten Günümüze Irak Türkmenleri' (2003) ise Ötüken Neşriyat tarafından yayımlandı. Saatçi'nin 'Kerkük Güldestesi' (1997) adlı bir de antolojisi var.


DİPNOT: Osmanlı'nın "Çakırpençe" memurları
Ahmet Hamdi Tanpınar, "Kerkük Hâtıraları"nda, Halide Nusret Zorlutuna'nın babası Kerkük mutasarrıfı Avnullah Kâzımî Bey'den şöyle söz eder:
"Bu evde bizden evvel mutasarrıf Avnullah Kâzımî Bey oturmuştu. Şair Halide Nusret Hanım'ın babası olan bu zat, Kerkük'te çok iyi bir hâtıra bırakmıştı. Onun hakkında söylenenleri şimdi hatırladıkça, eski imparatorluğun devamını sağlayan, o tuttuğunu koparır, çakırpençe memurlardan biri olduğunu düşünüyorum. Şehre ve havaliye sükûnet getiren, devlet otoritesini koruyan bu cins memurlara eskiden halkımız bir nevi keramet, hiç değilse dindarlık, riyazet izafe ederdi. Avnullah Kâzımî için de böyle olmuştu. Mektep arkadaşlarımın çoğu, onun geceleri soyunmadan bir post üzerinde yorulana kadar ibadet ve dua ettiğini ve oracıkta kıvrılıp uyuduğunu, sonra atına binip eşkıya takibine çıktığını anlatırlardı."










HAKKINDA YAZILANLAR


'Milletin Fedakârları’ndan Avnullah Bey
Bir pranga mahkumu
ALPAY KABACALI
Popüler TARİH / Kasım 2002 /


Abdulhamid döneminde Sinop Kalesi'nde pran***a vurulan Avnullah Kazımi'nin çilesi, Meşrutiyet'le de bitmez. İttihat ve Terakki de, bu Osmanlı aydınına 'soğuk' bakar ve kurduğu 'Fedakâran-ı Millet Cemiyeti'ne saldırır.


Esseyd Mehmed Avnullah el-Kâzı¬mi


II.Abdülhamid'e karşı düzenlenen bir ayaklanma girişimiyle ilişkisi bulunduğu gerekçesiyle mahkum edilmişti. Ama İkinci Meşrutiyet’in ilanının (23 Temmuz 1908) ardından, bütün siyasi mahkum ve sürgünlerle birlikte serbest bırakıldı. Bu mahkum ve sürgünler, 'Abdülhamid istibdadı'ndan yurtdışına kaçan Jön Türkler gibi, İstanbul'a döner dönmez, dönemin siyasal çalkantıları içerisinde yer aldılar.


'Fedakâran-ı Millet Cemiyeti' neden kuruldu?


İttihat ve Terakki, İkinci Meşrutiyet öncesindeki gizli örgütlenme döneminde, üyesi olmamış kimselere 'soğuk' bakıyordu. Bunlardan bir kesimini oluşturan Abdülhamid dönemi 'siyasi mağdurları', Avnullah Kâzımi'nin kurup başkanlığını üstlendiği, yarı siyasi bir dernek denilebilecek 'Fedakâran-ı Miller Cemiyeti'nde örgütlendiler.


Tek parti yönetiminin sakıncalarına dikkat çeken Fedakâran-ı Millet, İttihatçıları sert bir dille eleştirmeye girişti. Sonradan, iktidarı tam olarak ele geçirecekleri Babıali Baskını'nda (23 Ocak 1913) ve başka alanlarda yasa dışı yollara, kaba kuvvete başvuracak olan İttihatçılar, ilk 'baskın'ı, Fedakâran-ı Millet Cemiyeti merkezine düzenlediler.


İttihatçılarla sokak kavgası


Merkez taşa tutuldu; 'Fedakâran' buna karşılık verdi ve büyük bir sokak kavgası çıktı! Ardından, silah dağıtma, fedai atama, şantaj, elçiliklerden para koparmaya çalışma gibi eylemlerle suçlanan cemiyetin merkezi, 6 Ocak 1909'da güvenlik güçlerince basıldı. Kırk kadar yönetici ve üye tutuklandı, ağır ceza mahkemesinde yargılandı. Mahkeme, bir buçuk ay sonra aklama kararı verdi...


Cemiyetin yayın organı 'Hukuk-ı Umumiye' gazetesinin önemli bir tirajı vardı


Cemiyetin yayın organı, ilk sayısı 16 Eylül 1908'de çıkan 'Hukuk-ı Umumiye' gaze¬tesiydi. Gazetenin başlıca yazarları Mevlanzade Rifat, İbnü'1-Mahmud Asım, Şirvanizade Mehmed Tahir ve Hasan Fehmi beylerdi. Giderek -15 bini İstanbul satışı olmak üzere- 30 bin tiraja ulaşan (o döneme göre önemli bir rakam) Hukuk-ı Umumiye, başlıca üç kesimi hedef almıştı: Abdülhamid ve çevresindekilerden hala iş başında bulunanlar; İttihafçılar; henüz iktidarı tam olarak ele geçirmemiş olan İttihat ve Terakki'nin hükümet işlerine karışması yüzünden yönetimde baş gösteren yolsuzluklar.


Hasan Fehmi: İlk basın şehidi… Faili meçhul bir cinayet…


Hukuk-ı Umumiye yazarlarından Hasan Fehmi Bey, 12 Kasım 1908'de çıkan 'Serbesti' gazetesinin başyazarlığını da üstlenecekti. Ve 6 Nisan 1909 akşamı Galata Köprüsü üzerinde faili meçhul bir cinayete kurban gidecek, 'İlk Basın Şehidi' olarak anıla gelecekti. Elde kesin kanıt bulunmamakla birlikte, cinayeti İttihatçıların işlettiği yargısına varılacaktı.


'Hukuk-ı Umumiye', dört ay bile yaşayamadı. 6 Ocak'taki baskının ardından, üç ay daha varlık gösterebilen cemiyet de, 31 Mart Olayı'ndan (13 Nisan 1909) sonra siyasal yaşamdan silindi.


Avnullah el-Kâzımi'nin ilginç kişiliği
Şimdi de sizlere, Avnullah el-Kâzımi'nin ilginç kişiliğini, kızının anlatımlarıyla aktaralım. Avnullah beyin kızı, yazar ve eğitimci İsmet Kür, babasını bir yaşındayken yitirdiğinden, annesinden ve ailesinden işittiklerini anlatıyor bize (Yarısı Roman, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul 1995):
"Babam çok genç bir adamken, 'Abdülhamit Han Hazretlerinin' hışmına uğramış 'hürriyetperver bir genç' olarak... Ağır bir cezaya çarptırılacağı anlaşılınca, arkadaşları tarafından yurtdışına kaçırılmış. Bir süre Paris'te kaldıktan sonra, Halep'e, sürgün babasının yanına gelmiş. Ve bir yaşında ölmüş olan kardeşi Avnullah'ın nüfus kağıdıyla yaşamaya başlamış. Asıl adı Mehmet Selim imiş."


Babasının ve annesinin ölümlerinden sonra Avnullah Bey, genç eşiyle birlikte İstanbul'a döner. İstanbul'da, Avnullah el-Kâzımi Bey, gene fena halde içindedir politikanın... Yaptığı açık eleştirilerin dışında, hürriyet için çalışan gizli bir kuruluşun da en faal üyesidir. Bu arada Halide Nusret doğar (1901). Mutluluk katmerlenir... Sadece bir yıl; belki daha az... Çünkü yine 1901'de, Müşir Fuad Paşa olayında Avnullah Kâzımi de yakalanır, cemiyetin öbür üyeleri de... Avnullah Bey, 101 yıla hüküm giyer. Önce Sivas'a gönderilir.


Fuad Paşa olayı


Nedir bu 'Müşir Fuad Pa¬şa olayı'; onu da aktaralım: II.Abdülhamid'in yönetimini ve çevresindekileri açıkça eleştirmesinden dolayı 'Deli' diye anılan Fuad Paşa'nın adı, Abdülhamid döneminin ünlü hafiyesi Fehim Paşa tarafından, padişah aleyhindeki bir örgütlenme iddiasına karıştırılır: Damat Mahmud Celaleddin Paşa'nın Avrupa'ya kaçmasından dolayı hafiye Fehim Paşa, padişah aleyhinde bir örgütlenmeye girişildiğini ve Fuad Paşa'nın da bu örgüt içerisinde yer aldığını öne sürer. Fuad Paşa'nın evi hafiyeler tarafından gözetlenmeye alınır. Bu hafiyelerle Fuad Paşa'nın adamları arasında çatışma çıkar; birkaç kişi vurulur. Bu olaydan sonra Fuad Paşa, devlet memurlarına karşı koyduğu gerekçesiyle Divanı Harp'te yargılanıp idama mahkum edilir; Abdülhamid, 'cezasını hafifleterek' onu Şam'a sürdürür. İşte bu olay sırasında, Avnullah Kâzımi'nin de aralarında bulunduğu bazı kişiler sürgünlere gönderilir.


Şimdi yine İsmet Kür'ün kitabından izleyelim Avnullah Bey'i:
"Vali yardımcısı gizli gizli ziyaretine gelip kaçma planları düşünülmeye başlayınca, vali yardımcısını ne yaparlar bilmem ama, babam Sinop'a (kalebent) gider. Boynuna, el ve ayaklarına zincirler takılır."


Ve yedi yıl sonra İkinci Meşrutiyet ilan edilir; Avnullah Bey de Sinop zindanından kurtulur.


Fuad Paşa, Kurtuluş Savaşı'nda
Müşir Hasan Paşa'nın oğlu Fuad Paşa'ya (1835-1931), katıldığı savaşlarda ve kimi ayaklanmaların bastırılmasında yararlıklar gösterdiği için, 1878'de müşir rütbesi ve 'umum kumandanlık vekaleti' görevi verilmişti. Daha sonra Abdülhamid'in yaverliğine (yaver-i ekrem) getirildi ve ‘fevkalade elçi' sıfatıyla Avusturya ve Rusya'ya gönderildi. II. Abdülhamid'in yönetimini eleştirmesinden dolayı 'Deli' diye anılan ve halk arasında da sevilen Paşa, kuruntulu padişah Abdülhamid'in çekindiği bir kişiydi. İkinci Meşrutiyet'ten sonra, altı yıl gözetim altında sürgün yaşadığı Şam'dan İstanbul'a dönen Fuad Paşa, Ayan Meclisi üyeliğinde bulundu. Balkan Savaşı sırasında, 77 yaşında olmasına karşın, Sazlıdere'de savunma hattı kurdu. 1915'te özel yetkilerle donatılmış bir kurula başkanlık ederek Berlin ve Viyana'ya gönderildi. Üç oğlunu Balkan ve Çanakkale savaşlarında yitirdi. Kurtuluş Savaşı sırasında da, oldukça ilerlemiş yaşına karşın, üzerine düşen görevleri yerine getirdi. Bu arada Fuad Paşa'nın, Sivas Kongresi'nin ardından kendisine verilen görev uyarınca, Saray'ı baskı altına alarak Sadrazam Damat Ferit Kabinesi'nin istifasında rolü oldu.




HAKKINDA YAZILANLAR


Türkiye´de ilk defa kim ruh çağırdı..?


Türkiye’de ilk spiritiualizm deneyi, Bergama’da yapıldı. 1896 yılında yapılan bu deneyi gerçekleştiren kişinin adı, Zorluhanzade Avnullah Kazimi Beydir. Avnullah Bey, İstanbul’dan Bergama’ya gelmiş, orada öğretmen Emin Efendi ile tanışmıştı, iki aydın iyi anlaştılar. Çandarlılı Emin Efendi, Fransızca dersler veren sevilen bir adamdı. Avnullah Bey’in anlattığı ruh çağırma olayını dinledi ve kendisine gösterilmesini istedi. Bir gece. Belediye Başkanı Dericili Ali Ağa’nın evinde toplanıldı ve ruh çağırma celsesi yapıldı. Üç ayaklı çivisiz bir masa çeşitli hareketler yaptı ve masaya konan fincan, çeşitli harflere giderek, sorulan sorulara cevaplar verdi. Herkes, hayretler içinde kaldı ama Emin Efendi ikna olmamıştı. Allah’ın emri olan ruhun, bu gibi basit hareketlerle anlaşılamayacağını söylüyordu.


Olay, hemen duyuldu, ruhların davet edildiği ve gaipten haberler alındığı tüm Bergama’ya yayıldı ve Bergama’da herkes, bunu yapmak merakına düştü. Bu arada dedikodular da yayılıyordu. Bazıları, “Ölülerimizi rahatsız ediyorlar, Allah’ın işine karışıyorlar” derken, bazıları ise, “Halkın maneviyatı bozuluyor, hükümet aleyhine tertip hazırlamak için ölülerden haberler almak istiyorlar” diyorlardı. Olay sonunda, İstanbul’a saraya bildirildi. En küçük olaydan, hemen kuşkulanan saray, bu işe ön ayak olanların derhal tutuklanarak, istanbul’a yollanmalarım istedi. Böylece, Belediye Başkanı Ali Ağa, Katip Rasih Bey, Hafız Salim Efendi ve Polis Komiseri izzet Efendi tutuklanarak istanbul’a götürüldüler. Olayı duyan ve çok üzülen Avnullah Bey, arkadan İstanbul’a giderek, çözüm aradı. Kendisi, saraya yakın bir adam olduğu için sözü dinleniyordu. Yapılan işin, bir merak ve eğlence olduğunu anlattı. Sonuçta, tutuklular affedildiler. Kendilerine, beşer altınlık keseler verildi ve serbest bırakıldılar. Böylece, Bergamalılar, üç ayaklı masalar yüzünden doğan korku ve heyecandan da kurtulmuş oldular.


Avnullah Beyin yaptığı spiritizm celsesinin temelinde Fransız Ruhçu Allan Kardec’in spiritüalizm deneyleri yatıyordu. Avnullah Bey, inancını edindiği bilgi ile birleştirmiş ve istediği sonuçları almıştı. Bu olay, Türkiye’deki spiritüalizm çalışmalarının temelini oluşturuyordu ve ilk deneysel olaydı. Sonraki araştırmacılar ve deneyciler, bu noktadan yola çıktılar. Nitekim, 1930 yılında yayınlanan “İspiritizma Tecrübeleri/Ahretle Nasıl Konuşulur” adlı kitapta, Ragip Rıfkı adlı yazar Türk ruhçuluğunun temellerini atıyor ve şu kuralları belirliyordu:


l) Ruh ölümsüzdür.
2) Ölüm, bir dünyadan, diğerine geçiş aracıdır.
3) Öte dünyaya geçen insanların ruhları, daima çevremizde bulunurlar. 4) Bu ruhlar, her fırsatta bizimle ilişkiyi seçmek isterler.
5) Amaçları, bizi kötülüklerden korumak ve doğru yola yöneltmektir.
6) Geçmişte kalan gizli şeyleri söylerler ama geleceğe ve öte aleme ait bilgileri vermek iznine sahip değildirler.
7) Ruhlar, her şeyi görürler, yakınlarım kontrol ederler.
8) En Büyük Ruh (Ruhu Azam) denen bir makamın izni olmadan bir şey yapamazlar ve ilişki kuramazlar.”


Ragip Rıfkı’nın yazdığı bu kurallar, Kardec’in spiritüalizmi ile arkadan gelecek olan Dr. Bedri Ruhselman’ın Neo-Spiritüalizm’i arasında bir köprü oldu. Tabii arada daha birçok araştırmacı vardı. Avnullah Bey, Ragip Rıfkı ve diğerleri, Türkiye’de Doğu-Batı sentezinden çıkan yeni bir kavramı doğurdular. Ama, nedense 1896-1960 arasinda, kitleleri etkileyebilen, merak ve ilgi uyandıran bu konu, daha sonraki yıllarda, çağdaşlaşamadığı için, belli sınırların içinde mahkum kalacaktı. Fakat, kesin bir gerçek var ki, ruhlarla ilişki Bergama’da başlamıştı.


Kısacası erken dönem Osmanlı/Türk Ruhçuluğu ile ilgili birkaç kaynak buralardadır ama elbette ki konunun 1800 sonlarında Avrupa’da bir modaya dönüşmesi Osmanlı’lıyı da etkilemiştir, öyleyse bilmediğimiz muhakkak birçok olay daha yaşanmıştır. Bu arada Besim Ömer’in eğer dediği doğruysa ve Fransa’ya bizzat Sultan Abdülhamid tarafından gönderildiyse, Saray’ın spiritüalizma ile ilgilendiği anlaşılıyor. Büyük bir olasılıkla da 1896’da Avnullah Bey’in yönlendirmesiyle Bergama’da ruh çağıranların Saray tarafından affedilmelerinin bir nedeni de budur. Sonuç olarak anlaşılıyor ki, Kardec gerçekten etkili olmuş ve bu etki Osmanlı’ya kadar ulaşmış ve sonunda ortaya Ruhselman Efsanesi çıkmıştır...




HAKKINDA YAZILANLAR


Devlet geleneği ve hediye
Fatma Karabıyık Barbarosoğlu
Yeni Şafak


Geçen hafta haber bültenlerinin kendini holding olarak tanımlayan artistin (adını niye vereyim? Zaten ziyadesiyle yağlı ekmeğine bir kat da ben mi yağ süreceğim?) gözyaşları kadar bile ilgi göstermediği bir olay yaşandı Sinop Valiliğinde. Japon dışişleri görevlisi hidro elektirik santral için araştırmalar yapmak üzere Sinop'a gitmiş, Sinop valiliği de kendisine bir hediye vermek istemişti. Ne var ki bu hediye Japon görevli tarafından ret edildi. Çünkü Japon kanunlarına göre devlet görevlisinin alacağı hediye 50$ geçmemeliydi.


Memurunun alacağı hediyeyi bile kanuna bağlayan ve kanuna harfiyen uyan japon görevliye hayran olmamak mümkün değil. Hele de Clinton'ların trilyonluk hediyelerinin Beyaz Saray da skandala dönüşmesinin üzerinden henüz birkaç ay geçmişken ...


Osmanlı devlet geleneğinde büyüklerin küçüklerine hediye verme anlayışı hakimdir. Bunun için herkes kendinden yukarda olanların hediyesini kabul eder, kendinden aşağıda olanlara hediye verirdi. Bu anlayış çöküş devrine kadar geçerliliğini korumuş olup astın üstüne hediye vermeye kalkması en hafif kelimeyle densizlik olarak telakki edilirdi.
Devlet memurunun iktidar alanını daraltmamak için hediye kabul etmezliğine Halide Nusret Zorlutuna'nın babası Avnullan Kazımi'nin (Emine Işınsu'nun dedesi) tavrı çok güzel bir örnektir. Avnullah Kazımi İttihat ve Terakki ile başı hoş olmayan bir adamdır. Kendisi pek çok defalar mahkum edilmiş 1909'da Kerkük Mutassarrıflığına tayin olunmuştur. O sırada Antakya'da Ermeni ayaklanması başlamıştır. Avnullah Kazımi bey'in geçeceği yollarda Türkler arasında "Avnullah Kazımi Ermenidir" dedikodularının yayılması için ***ret sarf edilmiş, diğer taraftan Ermenilere de "Türklere ek kuvvet getirdi" diye söylenmiştir. Böylelikle bir taraftan kurtulsa diğer taraftan kurtulamayacağı bir ateş çemberi oluşturulmuştur.
Komplocuların değil Allah'ın dediği olduğundan Avnullah Kazimi meşakkatli bir yolculuğun ardından Kerkük'e vasıl olur. Adet olduğu üzere o bölgenin ileri gelenleri derhal yeni mutasarrıfa çuvallarla erzak gönderirler. "Misafirin gelir gelmez çarşıya alış-verişe çıkması doğru değildir." Kendisi evde yokken gelmiş olan çuvalları mutasarrıf derhal sahiplerine iade eder. Hanımının "Burada adet böyle imiş" demesi üzerine gürler: "Ben böyle adet bilmem, istemem. İşte koskoca Osmanlı İmparatorluğu bu sakim adetler yüzünden acınacak hale düştü. Devlet batıyor hanım, batıyor. Devlet nüfusu iki çuval pirinç, üç teneke yağ için oyuncak ediliyor. Hediye imiş, hediye hısım akraba arasında, yakın ahbaplar arasına verilir, alınır. Bana pirinç hediye eden adam kim imiş?.. Hiç tanımadığım bir insan ilk günden iki çuval pirinçle mutasarrıfın sakalını ele alacak. Arkadan bir başkası yağ "hediye" edecek, bir üçüncüsü fasulye.. Bunları kabul edene sonra altınlar da gelir. Sonra artık mutasarrıf; eşrafın, ağaların kuklasıdır; arada biçare ezilir, ne olursa millete olur, fakir fukaraya olur."


Halktan hediye almamak konusunda öylesine titizdir ki, hanımı doğum yapınca loğusa hediyesi getirmesinler diye sokaklarda tellal bağırtır.
Hiç kimseden hediye kabul etmeyen, halka hizmet etmeyi görev bilen paşa Kerküklüler tarafından o kadar çok sevilir ki, adı bir menkıbe halesi içinde bugün dahi Kerkük'te yaşatılmaktadır.
Avnullah Kazımi Bey'in hediye konusundaki ilkesi öz fakat çok etkileyici: "Akrabalar ve ahbaplar birbirine hediye verir." Akraba ve ahbapların dışında zenginler fakirlere hediye verir. Bundan öte insanların birbirine vermeye kalktıkları şeyin adı hediye değil rüşvettir. Hadis-i şerifte "Rüşvet alan da veren de haramdadır" buyrulmuştur.
Tüketimi körüklemek üzere icat edilmiş bilumum günler sayesinde hediye vermenin de almanın da bir adabı kalmadı artık. Kandil, bayram hediyeleri vermek zor geliyor da, sevgililer günü, anneler, babalar günü, öğretmenler günü, yılbaşı hediyesi vermek hiç zor gelmiyor.