Kurtuba Camii İspanya’da Müslüman Endülüs Emevi Devleti zamanında yapılan muhteşem cami. Müslümanlar, Tarık bin Ziyad kumandasında 711 yılındaİspanya’ya geçip, buraları zaptettiler. Kurtuba (Cordoba) şehrini kendilerine başşehir yaptılar. Yarı vahşi bir görünüşü olan bu şehri, tam bir medeniyet merkezi haline getirdiler. Büyük bir saray, hastaneler, medreseler yaptılar. Bunların yanında bir de büyük cami’a (üniversite) kurdular. Avrupa’da ilk kurulan üniversite budur. O zamanlara kadar Avrupalılar çok geride kalmışlardı. Müslümanlar onlara ilim, tıp öğrettiler ve hocalık yaptılar.


Endülüs İslam Devletini kuran Birinci Abdurrahman, Kurtuba’da çok büyük bir cami yaptırmak istedi. Bu caminin Bağdat’ta bulunan camilerden daha büyük, daha güzel ve ihtişamlı olmasını istiyordu. Kurtuba’da bu işe en uygun arsayı seçti. Arsa bir Hıristiyanın idi. Bu adam arsası için çok para istedi. adil bir hükümdar olan Birinci Abdurrahman, isterse orayı zorla alabilirdi. Katiyen böyle bir yola başvurmadı. Aksine, Hıristiyan sahibine istediği parayı ödedi. Hıristiyanlar bu para ile kendilerine üç küçük kilise yaptılar. Caminin yapılmasına 785 senesinde başlandı. Abdurrahman, günde birkaç saat yapı alanına gidiyor, bizzat kendisi bir amele gibi çalışıyordu. Yapı malzemesi, doğunun birçok yerlerinden getirtildi. Tahta kısımlar için Lübnan’ın en mükemmel ağaçları, mermer kısımları için doğunun birçok yerlerinden renkli mermerler, Irak’tan ve Suriye’den kıymetli taşlar, inci, zümrüt, fil-dişi bu araziye yığıldı. Her şey çok güzel ve her şey çok boldu. Cami ihtişamlı bir bina halinde yavaş yavaş yükselmeye başladı. Birinci Abdurrahman’ın ömrü, camiin bittiğini görmeye yetmedi. 787 senesinde öldü. Ondan sonra hükümdar olan oğlu Hişam ve torunu Elhakem caminin tamamlanmasına ***ret ettiler. Cami on senede tamamlandı. Fakat, bundan sonra, her sene bir parça ilave edilerek en son şeklini 990 yılında yani ancak 205 sene sonra aldı. İkinci Elhakem 976’da camiye altından bir minber yaptırdı. İşte, böylelikle bu cami pek muazzam pek haşmetli ve son derece de güzel bir eser olarak ortaya çıktı. Cami 120x120 m boyutunda, bir kare şeklinde idi. Karenin iki (kolu) biraz ileriye doğru uzanıyor. Bu kolların uzunluğu 135 metreyi buluyordu. Bu uzanan iki kol, binanın esas gövdesinden çıkan kısımları arasında, bir açık avlu meydana getirmişti. Caminin içinde her biri 10 m yüksekliğinde 1419 sütun bulunuyordu. Bu sütunlar dünyanın en mükemmel mermerlerinden yapılmıştı. Sütun tepelerindeki kemerler, birkaç renkli mermerden parça parça meydana getirilmişti. Camiye girince, insanın gözü bir sütun ormanında kayboluyordu.



Mermer sütun başlıklarına bakanlar, bu güzellik karşısında hayran kalıyordu. Camiye giren herkes adeta büyüleniyordu. Bu kadar güzellik o zamana kadar dünyanın hiçbir yerinde görülmemişti.

Caminin 20 kapısı vardı. Kapıların önünde özel portakallıklar kurulmuş, her taraf yeşilliğe bürünmüştü. Caminin etrafında bahçeler, havuzlar, fiskiyeler, çeşmeler vardı. Müslümanların abdest alabilmesi için pekçok şadırvan yapılmıştı. Zemini en kıymetli mermer ve süslü tahtalar ile işlenmişti. Tavanın yapılması için kullanılan kıymetli Lübnan tahtaları, ayrı bir güzellik, ayrı bir heybet veriyordu. Duvar ve tavanlarda oymalar, işlemeler ve çok güzel yazılar vardı. İnsan camiye girip bir göz atsa, sanki bu muhteşem sütun ormanı bitmeyecek gibi görünüyordu. Geceleyin binlerce gümüş kandillerden fışkıran renkli ışıklar, camiyi aydınlatıyordu. 1632 senesinde Mısır’da vefat eden Ünlü tarihçi Ahmed El-Makkari, Nehf-ut-Tib min-Gasni Endülüs-ir-Ratib adlı kitabında, camiden bahsederken, onu aydınlatan lamba ve kandillerin 7425 adet olduğunu, bunların senenin normal günlerinde yarısının geceleyin, Ramazan ve bayramlarda ise, hepsinin yandığını, lamba ve kandillerin yanması için, senede 24.000 okka zeytinyağı sarf edildiğini, ayrıca camiye güzel koku vermek için, her sene 120 okka amber ve ödağacı yakıldığını yazmaktadır.

Minarelerin tepesinde nar şeklinde başlıklar bulunuyordu. Bu başlıklar mücevherler, inciler, zümrütlerle süslenmiş, taş araları altın parçaları ile örtülmüştü. Hıristiyanlar, 1492’de Endülüs Devletini mahv edip Kurtuba’ya girince, ilk iş olarak, bu camiye saldırdılar. Camiye sığınan Müslümanları merhametsizce boğazladılar. O kadar ki, caminin kapılarından kan akmaya başladı. Ondan sonra, altın minberi parçalayarak aralarında taksim ettiler. Fildişinden yapılmış rahleleri paylaştılar. Minberde saklanan ve hazret-i Osman’ın yazdığı Kur’an-ı kerim’in bir eşi olan inci ve zümrütle işlenmiş nefis Mushafı ayaklarının altına alarak çiğnediler. Böylece, bu iki eşsiz eser (mushaf ve minber) tahrib ve imha edildi. Vahşi İspanyollar, bütün Müslüman ve Yahudileri kılıç tehdidi ile zorla Hıristiyan yaptılar. Dinini değiştirmek istemeyenleri, hemen öldürdüler. Ellerinden kaçabilen Yahudiler, Türkiye’ye sığındılar. Bugün Türkiye’de bulunan Yahudiler, bunların torunlarıdır. Halbuki, Müslümanlar, ilk defa bu memleketleri zaptettikleri zaman, orada yaşayan Hıristiyan ve Yahudilere hiç dokunmamış, onların kendi dinlerine göre ibadet etmelerine katiyen mani olmamıştı.

Hıristiyan İspanyollar görülmemiş bir vahşet ile Müslüman ve Yahudileri yok ettikten sonra, bu şahaser camiyi yıkmağa başladılar. Önce minarelerdeki altın ve zümrütle işlenmiş nar şeklindeki başlıkları indirerek yağmaladılar. Bunların yerine adi taştan yapılmış, güya melek şeklinde çirkin başlıklar koydular. Tavandaki o haşmetli, güzel tahta süsleri söktüler. Yerdeki güzel mermerleri kırıp parçaladılar. Yerlerine adi taşlar dizdiler. Duvarlardaki bütün güzel süslemeleri yerle bir ettiler. Sütunları yıkmağa çalıştılar. Fakat, ancak bir kısmını devirebildiler. Geri kalan sütunları adi kireçle badana ettiler. Yıkılan sütunlar, yüzlerceydi. Caminin içinde büyük bir mermer yığını halinde serilmiş, kalmıştı. Yirmi kapıdan çoğu taşlarla örülerek kapatıldı. Nihayet, en son bir vahşet eseri olarak, 1523 senesinde caminin içine bir kilise koymaya karar verdiler. Bunun için, o zaman, İspanya ve Almanya İmparatoru olan Beşinci Karlos’tan (1500-1556) izin istediler. Karlos (Charles Quint), bu teklifi evvela reddetti. Fakat, fanatik kardinaller onu mütemadiyen sıkıştırıyor, din uğruna bu işin muhakkak yapılması gerektiğini savunuyorlardı. Bunların başında çok büyük nüfuzu olan kardinal Alonso Maurique vardı. Bu kardinal, aynı zamanda papayı da bu iş için kandırmış ve papanın da caminin kiliseye çevrilmesini arzu ettiğini gören Charles Quin, bu işe muvafakat etmek zorunda kalmıştı. Böylece, caminin ortasına bir kilise yapılmasına karar verildi. Kilise yapmak için birçok sütun daha yıkıldı ve camide kalan sütun sayısı 812’ye düştü. Yani, en azından 400 kıymetli mermer sütun yıkıldı. Yapılan kilise, caminin ortasında haç şeklinde 52x12 m boyutunda çirkin bir bina olarak kendini gösterdi. Charles Quint, bizzat Kurtuba’ya gelerek bu kiliseyi gördü. Çok üzüldü; “Yaptığınız vahşeti görünce, size bunun için izin verdiğime çok pişman oldum. Dünyada bir benzeri bulunmayan, bu güzel eseri böylece tahrib edeceğinizi bilseydim, size müsade etmez ve hepinizi cezalandırırdım. Yaptığınız bu çirkin kilise, eşi her yerde bulunan adi bir binadan ibarettir. Halbuki, bu haşmetli caminin bir eşini yapmak mümkün değildir.” dedi. Bugün bu haşmetli binayı ziyaret edenler, harab olmasına rağmen, İslam mimarisinin bu büyük eserinin güzelliği, büyüklüğü karşısında hayran kalmakta, ortada bir cüce gibi görünen kilisenin haline acımakta ve böyle bir haşmetli eserin bu hale gelmesine müteessir olmaktadırlar. Yukarıdaki yazı 1894 yılında Almanya’da Würzburg şehrinde yayınlanmış olan “Spanien= İspanya” adlı eserden alınmıştır. Bu eser Prens Salvator, Prof. Graus, Teolog Kirchberger, Baron Von Bibra, Bayan Theelfall tarafından hazırlanmıştır.

Kurtuba’daki caminin adı bugün “La Mezquita Kilisesi”dir. Bu kelime “Mescid” isminden gelmektedir. Yani, hala bu bina mescid ismini taşımakta, onu ziyaret edenler, bir kilise değil, İslam medeniyetinin büyük ve haşmetli bir eseri olarak görmektedir.